Gündemden inciler

Hakaret, küfür ve insanın özel yaşamına müdahalenin neresinde fikir özgürlüğünden bahsedilebilir? Tıpkı ahlâk dışı bir hareketi ahlâk kavramı dahilinde gösterme çabası kadar absürt bir iddia daha… Özgürlük küfretmek değil, küfür yememektir. Ve herkesin küfür ve hakaret yememe özgürlüğü vardır. Sorun, tam da kavramları yeniden anlamlandırma ile başlıyor!

NE çok denklemin zihinleri meşgul ettiği bir çağdayız. Ve bu çağın içinde nasıl da her şeyin girift bir kompozisyonla şahlandığı bir yıldayız.

Salgınlar, afetler, siyâsî polemikler, iç ve dış gündemler alabildiğine…

İnsan hangi gündemi tutsa elinde kalıyor. Hemen akabinde daha güçlü bir gündem, bir öncekini absorbe ediyor.

Hâl böyleyken, bizim her konuda bir diyeceğimiz var elbette… Olmalı mı olmamalı mı, oralara pek dokunmadan gündemden inciler parodisine geçiş yapabiliriz.

Öncelikle siyâsî olayları es geçme ya da en fazla ara konu olarak bahsetme hususunda müsaade istemeliyim. Çünkü benim alanım olmaktan çok uzak. Fakat elbette herkes kadar bu kulvarda da diyeceklerim var elbette…

Şimdi altını çizmeye daha güçlü bir istek duyduğum başka hareketlenmeler var yaşam alanlarımızda… Bunca elim olayın yığınla önümüze düştüğü son dönemeçte, akıllar karışık, ruhlar buhranda ve dünya artık herkes için daha soyut anlamlı bir olguya dönüşüyor… Benim temas gücüm de ancak bu iç bunalımlarına yetiyor ne de olsa!

Ahlâk

Dilde hafif, pahada ağır bir kavram ahlâk… Her dem ve zamanda tartışma konusu olmuş ve değer yargıları farklı yetki alanlarınca belirlenmiştir. Bu konuda en geçerli ve gerçekçi sözü dinî bilgiler söyler. Fakat hemen her ilmî ve toplumsal alanda “ahlâk” değerleri belli kalıplara oturtulur. Bunlar, hepimizin âşinâ olduğu değişkenlerdir.

Bugünse çok başka yerlere kayıyor anlamlar. Ahlâk, bugün sadece içinde bulunulması gereken bir değer olarak savunulmuyor. Ya da alt sınırlarını kendince şekillendiren aykırı zihinlerce laçka edilmiyor.

Bugün çok daha vahim bir durumla karşı karşıyayız. Bugün biri çıkıp da en akıl bulandıran ve hazmı güç ahlâksızlığı yaparken; bunu ahlâk kavramının gerçek anlamı olarak savunuyor, sonra bir grubu arkasına alıp çeşitli sloganlarla akıl dışı bir akım peydah ediyor. Bu, gerçek değerleri bilen insanlarca ne kadar yadırgansa da, çarpıklık, söylene söylene sıradan bir karşıtlık duygusu bırakıyor.

Hâlbuki bir durumu ya da kişiyi ahlâklı/ahlâksız diye tartışmaktan daha ürpertici bir durum bu. Ahlâksızlık, ahlâk kavramının tanımı olarak sunuluyor.

Bir sapkınlık akımı dillere pelesenk oldu bugünlerde. Elbette isim belirtmeyeceğim. Neden mi? Ülkeler arası bir bürokrasi vardır, herkes bilir. Bir ülke ile iç ve dış ilişkilerde belli kalıplara uyum sağlamak istemeyenler, o ülkelerin adını anmazlar. Buna hukukî dille “tanımak” ya da “tanımamak” deniyor. O ismi söylediğinizde, o ülkeyi tanıyor olmakla itham edilirsiniz ve sonrasında da yaptırımlar birbirini izler. Bir soykırım, katliam ve benzeri durumlar için de bu adını anma meselesi bu kadar ciddîdir. Şimdi biri çıkıp da Türkiye topraklarının herhangi bir parçası için başka bir ad kullanırsa, bunun büyük karşılıkları olmaz mı? O hâlde, bu sapkın akımların isimlerini de her kulvarda dile getirmemek gerekiyor. Ne kadar çok söylenirse o kadar kabul görür bir seviyeye erişiyor.

Siz istediğiniz kadar eleştirel ve muhalif olun, bir süre sonra akıllarda sadece eleştirilen olgunun adı kalacak ve böylece artık size bile doğal gelmeye başlayacak. “Reklâmın kötüsü olmaz” diye bir reklâm sözü vardır. Hakikaten, kötü reklâm bile o ürünü akıllara kazımaya yetiyor.

Farkındaysanız, son günlerde tartışma yön değiştirmeye başladı. Tartışma, bir ahlâk dışılığı toplumun anlayışla karşılaması gerekliliği üzerine başladı. Bu, kabul edilemez bir toplumsal yıkım olurdu. Bunu kabul etmeyenler o kadar çok dile getirdiler ki, şimdi mevzu çok daha başka bir raddeye erişti. Ahlâksızlık olarak nitelediğimiz durumlar, dile getirildikçe ahlâk değerleri içinde, herkesin doğal yaşam hakkı gibi sunulmaya başlıyor.

Bu konuda söylenecek çok söz var fakat ben direkt karar perdesinden konuşmak istiyorum: “Ahlâk” dediğimiz olgu ilâhî, millî, toplumsal ve ailevî hassasiyetler ışığında belirlenir. Ayrıca insan doğasına aykırı hiçbir şey, ahlâk sınırları içinde kabul edilemez. Fakat bunlar -eleştirmek gâyesiyle bile olsa- ne kadar dile dökülürse, en karşıt bireylerde bile zamanla bir kabullenişe teslim olur.

Bu arada bir dipnot olarak belirtmek isterim ki, bir ahlâksızlığı çürütmek ve itibarsızlaştırmak istiyorsanız ve bunu da illâ eleştirmek sûretiyle yapacaksanız, sözlerinizin ve hareketlerinizin ahlâk sınırları içinde kalmasına dikkat edin!

Sosyal medya tutarsızlığı

Bu hususta da gündemimiz hayli yoğun. Esasen uzun yıllara varan bir polemik bu… Fakat son günlerde tamamen ayyuka çıkmış durumda.

Bir tarafta sosyal medyanın belli sınırlarla kullanılması gerekliliğini savunanlar, bir tarafta buna karşı çıkanlar, bir tarafta da karşı çıkmış olmak tutkusuyla sendeleyenler…

Sosyal medya sınırlandırılmalı mı?

Elbette!

Peki, ya fikir özgürlüğü?

Bu “özgürlük” kelimesi ne çok esnetildi, değil mi?

Ve gerçekten bazıları inandırıldı özgürlüğün sınırsızlık olduğuna…

Tümevarım ile devam etmek istiyorum. İnsan, dünyada tek başına kalmadığı sürece asla sınırsızlık içinde hareket edemez. Çünkü her bir hareket ya temas yoluyla ya da hareketin yarattığı hava dalgalanması aracılığıyla bir başka harekete denk gelecektir. Bir hareket söz, fikir, eylem ve benzeri yöntemlerle hayata geçirilebilir. Hepsi de ya madden ya da mânen başka bir harekete temas özelliği taşır. Böylece insana hep “Dur!” diyen bir sistem içinde olduğumuzu anlarız. Öyleyse hiçbir alanda sonsuz bir hareket özgürlüğümüz yok.

Peki, “sosyal medya” denilen plâtformda bu özgürlük talebi niye?

Buraya kadar tamam, fakat şimdi daha da detaylarda gezmeli!

Hakaret, küfür ve insanın özel yaşamına müdahalenin neresinde fikir özgürlüğünden bahsedilebilir? Tıpkı ahlâk dışı bir hareketi ahlâk kavramı dahilinde gösterme çabası kadar absürt bir iddia daha…

Özgürlük küfretmek değil, küfür yememektir. Ve herkesin küfür ve hakaret yememe özgürlüğü vardır.

Sorun, tam da kavramları yeniden anlamlandırma ile başlıyor! Dikkat ederseniz bu, kötülük yapmaktan daha yıkıcı bir etkiye sahip. Kötüyü iyi gösterme savaşı; insanlık tarihine en derin izleri bırakacak bir yozlaştırma hareketidir.

Şöyle özet geçelim o hâlde:

·       Sövmek değil, sövülmemek özgürlüktür.

·       Dövmek değil, dövülmemek özgürlüktür.

·       Hakaret etmek değil, hakaret yememek özgürlüktür.

·       Kırmak değil, kırılmamak özgürlüktür.

·       Bozmak değil…

·       Yıkmak değil…

Yani özgürlük savaşçıları(!), sözüm size! İnsanın en tartışmasız özgürlük alanı, kendisine zarar verilmemesidir. Devletin ve tüm devlet organlarının görevi de, senin bu menfi eylemleri fütursuzca yapman için değil, bu menfi eylemlere maruz kalanların korunması üzerinedir. Çıkıp da, “Ben özgürce sövmek istiyorum. Nerede hak, nerede özgürlük?” diyorsan, kendinle birlikte, bu tartışmanın içine çektiğin her birey ve kurumu trajikomik bir gereksizliğe mahkûm ediyorsun. Sonra aynı zihin yapılanmasında “sorgulamak” adlı eylemin ne denli gerekli olduğunu yaşatıyorsun. Fakat bu akıl dışı idealarını sorgulamak zahmetini kendi içinde yapmadığından, bütün bir toplumun gündemini boş yere işgal ediyorsun.

Artık bu kadar da savurgan olunmamalı! Bu kadar ölçüsüz sloganlaşmamalı bazı kavramlar! “Özgürlük” ve “hak” adı altında savunulan pek çok şey kof! Öyle, adına “özgürlük” deyiverince vicdanları ikna edemezsin her şeye…

Sosyal medyada bir başkasına yorum yapıyorsunuz, değil mi? Fikirlerinizi pek çok kişi okuyor zaman zaman… Çok kez toplu hareketlenmeleri de bu mecradan yürütebiliyoruz. Eşimiz, dostumuz en önemlisi de evlâtlarımız bu kulvarda at koşturuyor. Bu kadar etkileşimin gerçekleştiği bir ortamda bana kimse sınırsız ve özgür olmaktan bahsetmesin. Daha doğrusu, elbette herkes özgür olsun!

Kimse küfür yemesin, kimse hakaret duymasın, kimsenin özel hayatına haksız bir temas gerçekleşmesin. İşte size özgürlük!

Duyarlılık

Bir de “duyarlılık” mevzuu var ki çok derin!

Duyarlı olmak, hissettiğimiz duyguları savunmak değildir. Bir başkasının hissettiklerini anlamaya gayret etmenin adıdır duyarlılık. “Gayret” diyorum, çünkü bir başkasının acısını derinden hissetmek, o kadar kusursuz değildir. Erişebileceği en üst mertebe, “gayret” kelimesi ile karşılanır… Ki bu da oldukça yeterlidir.

Fakat kim, neye duyarlıysa o konuda hassasiyetini görmediği kişi ve grupları eleştiriyor. “Bir acıya duyarlılık göstereceğim” derken, derdini ve hâlini bilmediği başka insanlara karşı acımasızlaşıyor.

Dünyada milyonlarca acı var. Kişisel, ailevî, etnik, bölgesel, coğrafî; bir yerde millet olarak acı içinde yaşayanlar varken, bir yerlerde birey birey çeşitli dertleri sırtında taşıyanlar var. Bizim insanlığımız da bu durumlara gösterdiğimiz tepkilerle paralel elbette… Fakat bütün acılara ve dertlere bir insan olarak duyarlılık gösterebilmek ne madden, ne de ruhî bakımdan mümkün.

Herkes her gün onlarca acıya haberlerde ve internette denk geliyor. Bazılarına daha derin bir empati duyarken, bazı acılara sadece yüzünü ekşitmekle kalıyor. Bu da insanın içinde bulunduğu ruh hâli ve kalbindeki yüklerin ağırlığınca şekilleniyor. İnsan zenginse fakire vermeli, hasta olana koşmalı, birini dinlemeli, derman olmalı… Fakat herkes bütün acılara koşamaz ve özellikle altını çizmek istiyorum ki, sadece bu konuları dile getirmekle de acılar dindirilemez.

Herkes başka başka konularda empati kurabilir ve herkes kendi imkânları el verdiği nispette dertlere derman olmaya gayret edebilir. (Ve yine en fazla “gayret” diyebilirim.)

Fakat kim hangi derdin peşine düştüyse o derdi duymayanlara lâf yetiştirmek gibi bir görev ediniyor kendine… Sen bir yürü o yolda, değil mi? Arkandan gelenler elbet olacaktır. Fakat ardına dönüp dönüp gelmeyenleri eleştirmekle vakit harcama! Onlar da başka dertleri dindirmeye gidiyor olabilirler.

Bir de şu tavır meşhurdur: Biri bir konuda mağdur olur ve o konuda mağdur olmayanlardan da destek ister. İstemesi de doğaldır. Kimin elinden ne geliyorsa yapmalıdır. Fakat bir mağduriyete düştükten sonra o duruma hassasiyet göstermeyenleri eleştirmeye öyle bir mesai harcar ki derdine derman aramak ikinci plânda kalır.

Bu konuya bir dokundurma daha yaparak gündemden incilere nokta koymak istiyorum. Çünkü bitecek gibi değil…

Velhasıl:

Bir derde düşen herkes, “Herkes sadece kendi başına gelince tepki göstermesin!” diyor. Fakat bunu herkes, kendi başına gelince söylüyor.

Umarım meramımı anlatabilmişimdir.