
NE çok denklemin
zihinleri meşgul ettiği bir çağdayız. Ve bu çağın içinde nasıl da her şeyin
girift bir kompozisyonla şahlandığı bir yıldayız.
Salgınlar,
afetler, siyâsî polemikler, iç ve dış gündemler alabildiğine…
İnsan
hangi gündemi tutsa elinde kalıyor. Hemen akabinde daha güçlü bir gündem, bir
öncekini absorbe ediyor.
Hâl
böyleyken, bizim her konuda bir diyeceğimiz var elbette… Olmalı mı olmamalı mı,
oralara pek dokunmadan gündemden inciler parodisine geçiş yapabiliriz.
Öncelikle
siyâsî olayları es geçme ya da en fazla ara konu olarak bahsetme hususunda
müsaade istemeliyim. Çünkü benim alanım olmaktan çok uzak. Fakat elbette herkes
kadar bu kulvarda da diyeceklerim var elbette…
Şimdi
altını çizmeye daha güçlü bir istek duyduğum başka hareketlenmeler var yaşam
alanlarımızda… Bunca elim olayın yığınla önümüze düştüğü son dönemeçte, akıllar
karışık, ruhlar buhranda ve dünya artık herkes için daha soyut anlamlı bir
olguya dönüşüyor… Benim temas gücüm de ancak bu iç bunalımlarına yetiyor ne de
olsa!
Ahlâk
Dilde
hafif, pahada ağır bir kavram ahlâk… Her dem ve zamanda tartışma konusu olmuş
ve değer yargıları farklı yetki alanlarınca belirlenmiştir. Bu konuda en
geçerli ve gerçekçi sözü dinî bilgiler söyler. Fakat hemen her ilmî ve
toplumsal alanda “ahlâk” değerleri belli kalıplara oturtulur. Bunlar, hepimizin
âşinâ olduğu değişkenlerdir.
Bugünse
çok başka yerlere kayıyor anlamlar. Ahlâk, bugün sadece içinde bulunulması
gereken bir değer olarak savunulmuyor. Ya da alt sınırlarını kendince
şekillendiren aykırı zihinlerce laçka edilmiyor.
Bugün
çok daha vahim bir durumla karşı karşıyayız. Bugün biri çıkıp da en akıl
bulandıran ve hazmı güç ahlâksızlığı yaparken; bunu ahlâk kavramının gerçek
anlamı olarak savunuyor, sonra bir grubu arkasına alıp çeşitli sloganlarla akıl
dışı bir akım peydah ediyor. Bu, gerçek değerleri bilen insanlarca ne kadar
yadırgansa da, çarpıklık, söylene söylene sıradan bir karşıtlık duygusu
bırakıyor.
Hâlbuki
bir durumu ya da kişiyi ahlâklı/ahlâksız diye tartışmaktan daha ürpertici bir
durum bu. Ahlâksızlık, ahlâk kavramının tanımı olarak sunuluyor.
Bir
sapkınlık akımı dillere pelesenk oldu bugünlerde. Elbette isim belirtmeyeceğim.
Neden mi? Ülkeler arası bir bürokrasi vardır, herkes bilir. Bir ülke ile iç ve
dış ilişkilerde belli kalıplara uyum sağlamak istemeyenler, o ülkelerin adını
anmazlar. Buna hukukî dille “tanımak” ya da “tanımamak” deniyor. O ismi
söylediğinizde, o ülkeyi tanıyor olmakla itham edilirsiniz ve sonrasında da
yaptırımlar birbirini izler. Bir soykırım, katliam ve benzeri durumlar için de
bu adını anma meselesi bu kadar ciddîdir. Şimdi biri çıkıp da Türkiye
topraklarının herhangi bir parçası için başka bir ad kullanırsa, bunun büyük
karşılıkları olmaz mı? O hâlde, bu sapkın akımların isimlerini de her kulvarda
dile getirmemek gerekiyor. Ne kadar çok söylenirse o kadar kabul görür bir
seviyeye erişiyor.
Siz
istediğiniz kadar eleştirel ve muhalif olun, bir süre sonra akıllarda sadece
eleştirilen olgunun adı kalacak ve böylece artık size bile doğal gelmeye
başlayacak. “Reklâmın kötüsü olmaz” diye bir reklâm sözü vardır. Hakikaten, kötü
reklâm bile o ürünü akıllara kazımaya yetiyor.
Farkındaysanız,
son günlerde tartışma yön değiştirmeye başladı. Tartışma, bir ahlâk dışılığı
toplumun anlayışla karşılaması gerekliliği üzerine başladı. Bu, kabul edilemez
bir toplumsal yıkım olurdu. Bunu kabul etmeyenler o kadar çok dile getirdiler
ki, şimdi mevzu çok daha başka bir raddeye erişti. Ahlâksızlık olarak
nitelediğimiz durumlar, dile getirildikçe ahlâk değerleri içinde, herkesin
doğal yaşam hakkı gibi sunulmaya başlıyor.
Bu
konuda söylenecek çok söz var fakat ben direkt karar perdesinden konuşmak
istiyorum: “Ahlâk” dediğimiz olgu ilâhî, millî, toplumsal ve ailevî
hassasiyetler ışığında belirlenir. Ayrıca insan doğasına aykırı hiçbir şey, ahlâk
sınırları içinde kabul edilemez. Fakat bunlar -eleştirmek gâyesiyle bile olsa-
ne kadar dile dökülürse, en karşıt bireylerde bile zamanla bir kabullenişe
teslim olur.
Bu
arada bir dipnot olarak belirtmek isterim ki, bir ahlâksızlığı çürütmek ve
itibarsızlaştırmak istiyorsanız ve bunu da illâ eleştirmek sûretiyle
yapacaksanız, sözlerinizin ve hareketlerinizin ahlâk sınırları içinde kalmasına
dikkat edin!
Sosyal
medya tutarsızlığı
Bu
hususta da gündemimiz hayli yoğun. Esasen uzun yıllara varan bir polemik bu…
Fakat son günlerde tamamen ayyuka çıkmış durumda.
Bir
tarafta sosyal medyanın belli sınırlarla kullanılması gerekliliğini savunanlar,
bir tarafta buna karşı çıkanlar, bir tarafta da karşı çıkmış olmak tutkusuyla
sendeleyenler…
Sosyal
medya sınırlandırılmalı mı?
Elbette!
Peki,
ya fikir özgürlüğü?
Bu
“özgürlük” kelimesi ne çok esnetildi, değil mi?
Ve
gerçekten bazıları inandırıldı özgürlüğün sınırsızlık olduğuna…
Tümevarım
ile devam etmek istiyorum. İnsan, dünyada tek başına kalmadığı sürece asla
sınırsızlık içinde hareket edemez. Çünkü her bir hareket ya temas yoluyla ya da
hareketin yarattığı hava dalgalanması aracılığıyla bir başka harekete denk
gelecektir. Bir hareket söz, fikir, eylem ve benzeri yöntemlerle hayata
geçirilebilir. Hepsi de ya madden ya da mânen başka bir harekete temas özelliği
taşır. Böylece insana hep “Dur!” diyen bir sistem içinde olduğumuzu anlarız.
Öyleyse hiçbir alanda sonsuz bir hareket özgürlüğümüz yok.
Peki,
“sosyal medya” denilen plâtformda bu özgürlük talebi niye?
Buraya
kadar tamam, fakat şimdi daha da detaylarda gezmeli!
Hakaret,
küfür ve insanın özel yaşamına müdahalenin neresinde fikir özgürlüğünden
bahsedilebilir? Tıpkı ahlâk dışı bir hareketi ahlâk kavramı dahilinde gösterme
çabası kadar absürt bir iddia daha…
Özgürlük
küfretmek değil, küfür yememektir. Ve herkesin küfür ve hakaret yememe
özgürlüğü vardır.
Sorun,
tam da kavramları yeniden anlamlandırma ile başlıyor! Dikkat ederseniz bu,
kötülük yapmaktan daha yıkıcı bir etkiye sahip. Kötüyü iyi gösterme savaşı;
insanlık tarihine en derin izleri bırakacak bir yozlaştırma hareketidir.
Şöyle
özet geçelim o hâlde:
·
Sövmek
değil, sövülmemek özgürlüktür.
·
Dövmek
değil, dövülmemek özgürlüktür.
·
Hakaret
etmek değil, hakaret yememek özgürlüktür.
·
Kırmak
değil, kırılmamak özgürlüktür.
·
Bozmak
değil…
·
Yıkmak
değil…
Yani
özgürlük savaşçıları(!), sözüm size! İnsanın en tartışmasız özgürlük alanı,
kendisine zarar verilmemesidir. Devletin ve tüm devlet organlarının görevi de,
senin bu menfi eylemleri fütursuzca yapman için değil, bu menfi eylemlere maruz
kalanların korunması üzerinedir. Çıkıp da, “Ben
özgürce sövmek istiyorum. Nerede hak, nerede özgürlük?” diyorsan, kendinle
birlikte, bu tartışmanın içine çektiğin her birey ve kurumu trajikomik bir
gereksizliğe mahkûm ediyorsun. Sonra aynı zihin yapılanmasında “sorgulamak”
adlı eylemin ne denli gerekli olduğunu yaşatıyorsun. Fakat bu akıl dışı idealarını
sorgulamak zahmetini kendi içinde yapmadığından, bütün bir toplumun gündemini
boş yere işgal ediyorsun.
Artık
bu kadar da savurgan olunmamalı! Bu kadar ölçüsüz sloganlaşmamalı bazı
kavramlar! “Özgürlük” ve “hak” adı altında savunulan pek çok şey kof! Öyle,
adına “özgürlük” deyiverince vicdanları ikna edemezsin her şeye…
Sosyal
medyada bir başkasına yorum yapıyorsunuz, değil mi? Fikirlerinizi pek çok kişi
okuyor zaman zaman… Çok kez toplu hareketlenmeleri de bu mecradan
yürütebiliyoruz. Eşimiz, dostumuz en önemlisi de evlâtlarımız bu kulvarda at
koşturuyor. Bu kadar etkileşimin gerçekleştiği bir ortamda bana kimse sınırsız
ve özgür olmaktan bahsetmesin. Daha doğrusu, elbette herkes özgür olsun!
Kimse
küfür yemesin, kimse hakaret duymasın, kimsenin özel hayatına haksız bir temas
gerçekleşmesin. İşte size özgürlük!
Duyarlılık
Bir
de “duyarlılık” mevzuu var ki çok derin!
Duyarlı
olmak, hissettiğimiz duyguları savunmak değildir. Bir başkasının
hissettiklerini anlamaya gayret etmenin adıdır duyarlılık. “Gayret” diyorum,
çünkü bir başkasının acısını derinden hissetmek, o kadar kusursuz değildir.
Erişebileceği en üst mertebe, “gayret” kelimesi ile karşılanır… Ki bu da
oldukça yeterlidir.
Fakat
kim, neye duyarlıysa o konuda hassasiyetini görmediği kişi ve grupları
eleştiriyor. “Bir acıya duyarlılık göstereceğim” derken, derdini ve hâlini
bilmediği başka insanlara karşı acımasızlaşıyor.
Dünyada
milyonlarca acı var. Kişisel, ailevî, etnik, bölgesel, coğrafî; bir yerde
millet olarak acı içinde yaşayanlar varken, bir yerlerde birey birey çeşitli
dertleri sırtında taşıyanlar var. Bizim insanlığımız da bu durumlara
gösterdiğimiz tepkilerle paralel elbette… Fakat bütün acılara ve dertlere bir
insan olarak duyarlılık gösterebilmek ne madden, ne de ruhî bakımdan mümkün.
Herkes
her gün onlarca acıya haberlerde ve internette denk geliyor. Bazılarına daha
derin bir empati duyarken, bazı acılara sadece yüzünü ekşitmekle kalıyor. Bu da
insanın içinde bulunduğu ruh hâli ve kalbindeki yüklerin ağırlığınca
şekilleniyor. İnsan zenginse fakire vermeli, hasta olana koşmalı, birini
dinlemeli, derman olmalı… Fakat herkes bütün acılara koşamaz ve özellikle
altını çizmek istiyorum ki, sadece bu konuları dile getirmekle de acılar
dindirilemez.
Herkes
başka başka konularda empati kurabilir ve herkes kendi imkânları el verdiği
nispette dertlere derman olmaya gayret edebilir. (Ve yine en fazla “gayret”
diyebilirim.)
Fakat
kim hangi derdin peşine düştüyse o derdi duymayanlara lâf yetiştirmek gibi bir
görev ediniyor kendine… Sen bir yürü o yolda, değil mi? Arkandan gelenler elbet
olacaktır. Fakat ardına dönüp dönüp gelmeyenleri eleştirmekle vakit harcama!
Onlar da başka dertleri dindirmeye gidiyor olabilirler.
Bir
de şu tavır meşhurdur: Biri bir konuda mağdur olur ve o konuda mağdur olmayanlardan
da destek ister. İstemesi de doğaldır. Kimin elinden ne geliyorsa yapmalıdır.
Fakat bir mağduriyete düştükten sonra o duruma hassasiyet göstermeyenleri eleştirmeye
öyle bir mesai harcar ki derdine derman aramak ikinci plânda kalır.
Bu
konuya bir dokundurma daha yaparak gündemden incilere nokta koymak istiyorum.
Çünkü bitecek gibi değil…
Velhasıl:
Bir
derde düşen herkes, “Herkes sadece kendi başına gelince tepki göstermesin!”
diyor. Fakat bunu herkes, kendi başına gelince söylüyor.
Umarım meramımı anlatabilmişimdir.