Gündem

İçimi yoklamaya gerek bile duymadım. Ne Rusya’nın Ukrayna’yı işgali ve akabinde oluşan ve oluşabilecek sorunlar, ne de Burak Yılmaz’ın millî maçta kaçırdığı penaltının önemsenmesi gerektiğini söyleyen bir duygu yoktu içimde…

BİR eli telefonla, diğer eli müşteriye para üstü vermekle meşgul olunca, direksiyonu idare etmek de hâliyle sol koluna kalıyordu akrobat sürücümüzün.

Derin ve hissiz bir kanıksamışlık hâliyle baktım sürücü koltuğuna doğru, hiç yadırgamadığımı fark ettim. Tıpkı diğer hâllerini yadırgamadığım gibi... Onun, “Boş yer var abi, otur!” emrivakisine, “Var” dediği yere göz attıktan sonra oturmamaya kesin karar vermiş bir sessizlikle karşılık verdim. Aynı sözü ikinci defa tekrarlamaya fırsat kalmadan bir an önce başka yolcular binsin diye de dua ettim. Beni minibüsten atacak hâli yoktu ama (bundan emin olmamak lâzım yine de) ona, neden oturmadığımı söylemek zorunda kalmak istemiyordum. Bütün kaslarımın eridiğini hissettiğim bu dönemde haylidir bir tartışmayı kaldıracak gücü kendimde bulamıyordum.

Bu arkadaşların kollarını iki yana açıp, hindi gibi kubararak direksiyon başına geçmeden önce, hepsinin uzun süre meslekî bir eğitimden geçtiğine inanıyorum artık. Kim bilir, belki sınav bile yapıyorlardır minibüsçülük kültürü üzerine. Yoksa nasıl oluyor da hepsi aynı jargona sahip olabiliyor. Birbirinin aynısı hitaplar, birbirinin tıpkısı tavırlar, aynı duruşlar, aynı bakışlar… Hatta yeme ve tükürme biçimleri bile aynı. Gelin de hepsinin aynı tornadan, aynı tezgâhtan geçtiğine inanmayın bakalım. Hele dillerinin altında ezim ezim ezilen “z”, üstüne bastırdıkça ağzında beş şiddetinde deprem etkisi oluşturan “r” gibi bazı harflerin bunların elinden çektiğini, sonradan görme çiftlerin varoş komplekslerini kapatma arzusuyla çocuğuna öğretmeye çalıştığı Çin alfabesi çekmemiştir. Tabiî bu uygulamaya maruz bırakılan zavallı çocuğun travmatik hâli de psikolojik olarak üzerinde durulması gereken ayrı bir konu. Büyüdüğünde muhtemelen, “Benim hiç Türkçem olmadı ki be abi!” diyecek ve Masumlar Apartmanı’nın senaryolarından birinin konusu olacak.

“Beni uygun bir yerde indirir misin?” şeklinde kesin istek içeren ve isteğimden emin olduğum bir soru yönelttim direksiyon başında cep telefonuyla konuşan yeni yetme kaptana. “Onun karşı tarafla yaklaşık on dakikadır yaptığı absürt diyaloğa konuşmak diyorsak, bizimkileri ne olarak adlandıracağız?” diye düşünmeden edemedim. “2633 mü? O uyuz yatar şimdi Çeşme’de. O var ya o, (biiip) aga sen bilmezsin. Sen bu kardeşine sor bu hattaki (biiip)…” (Bip’li yazı mı olur demeyin. Yazana kadar ben de bilmiyordum.)

Hiç itiraz etmedi otuzüçlük kehribar tespihini koluna dolamış olan arkadaş. “Burada mı?” diye genelde duymaya alışkın olduğumuz o saçma soruyu sormadan üstelik... Hayret! Kulağının birini telefon görüşmelerine ayıran kaptanımızın diğer kulağını yolculara ayırdığı kesindi. Bu nedenle olsa gerek, beni ilk söyleyişte duymuştu. Üstelik aracın radyosundan içeriye yayılan, türünü ayırt edemediğim, sanatla alâkasız yüksek volümlü melez müziğe rağmen…

Onun için uygun olan yer, zınk diye durduğu yolun ortasıydı. Onlara göre uygun olmayan yer mi vardı, her yer uygundu zaten. Yolun ortası, sağı fark etmez. Oturamadığım, kirden rengi dönmüş yağlı koltuğa gayr-i ihtiyari, “Oh, senden kurtuluyorum!” dercesine son bir kez daha baktıktan sonra kapıya doğru yöneldim. Minibüsün tıslayarak açılan kapısından adımımı yavaşça, kontrollü bir şekilde dışarı attım. Sürücünün indirmek için acele etmesinin sebebi, müşteri memnuniyetine dayalı bir düşünceden ya da benim arzumu bir an önce yerine getirme kaygısından kaynaklanmıyordu elbette. Bu arkadaşların en sevdiği şey yolcu bindirmekse, ondan daha çok sevdikleri başka bir şey de binen o yolcuları indirmektir. İnenler olmalı ki bineceklere yer açılsın ve de böylece sürekli doldur boşalt yaparak günlük hasılatı hatırı sayılır bir miktara ulaştırabilsinler.

İnmek için neresinin uygun bir yer olacağının kararını ona bırakmış olmama indikten sonra pişman olmuştum. “Keşke ona bırakmasaydım” dedim içimden, zaten dışımdan desem saçma olurdu. “Sağda indir” diyebilirdim (fark eder miydi onun için, yoksa yine de yolun ortasında mı indirirdi, bilmiyorum; ama belki böyle söylemek emniyet açısından daha doğru olabilirdi), “Köprüyü geçince bırakıver” diyebilirdim, “Köşede ineceğim” diyebilirdim, “Işıklar var” diyebilirdim… Bunca alternatifin içinden uygun yerin neresi olacağına neden onun karar vermesine izin vermiştim ki?

Üç beş adım yürüdükten sonra, indiğim ve az ötede trafikte sıkışmış bekleyen minibüse yeniden binmek istedim, binip biraz sonra da yukarıdaki alternatiflerden biriyle şoföre seslenmek… Hem de çok istedim. Çünkü kendisini suya götürüp susuz getirmişliği olan birisi olarak kendime kızmıştım; ama kehribar tespihli sürücümüzün aracın içi daha boş görünsün diye oturtmaya çalıştığı koltuklar gözümün önüne gelince vazgeçtim. Bazen alınması gereken kararları başkalarına bırakmanın ne zararı olabilir? Hatta bu, belki de sizi ileride yaşamanız muhtemel derin acılardan bertaraf bile edebilir, bilemezsiniz.

“Onca yıldır bir otobüs hattı koyamadınız gitti şu semte!” diye kendi kendime yetkililere söylenerek devam ettim yoluma. Otobüslerin koltukları temiz hiç değilse… Uzun yıllardan sonra yaklaşık birkaç aydır kullanmaya başladığım, bir toplu taşıma aracı olarak nitelendirilen ve kara tren gibi gecike gecike giden mahallemizin minibüsünden erken inmiştim. Biraz yürümek iyi gelir diye kendimi ikna etmeye çalışsam da alt zihnim aslında eve gitmeyi geciktirdiğim gerçeğini yürürken hissettirdi; akşam serinliği gibi yüzüme çarpıyordu. Eve vardığımda beni hiçbir sürprizin beklemediğini gördüğümde hiç şaşırmadım. Coin yatırımıyla köşeyi dönme hayâlim Marmara’nın derin sularına gömüldüğünden beri Aysun Hanım’la aramız oldukça limoniydi. Arabanın parasının üstüne bir de üç yıllık maaşımı bağlayarak çektiğim krediyle coin aldığım şirketin bizi dolandırdığını kesin olarak öğrenince başımdan dökülen kaynar sular kafamın derisini pişirmişti. Hanımla papaz oluşumuz da bu doğal sebebe dayanıyor işte!

Coinlerimiz Romanov koyunları gibi ikiz, üçüz doğurarak artacak, paraya para demeyecektik sözde. Etrafta dolaşan kısa sürede sekiz köşe olmuşların efsaneleri tamahkârlığımızı tavan yaptırmıştı. “Sevgili coinlerimiz bugün ne kadar artacak acaba?” diye sabah akşam edindiğimiz dert, şimdi geçim derdine dönüşmüştü. Aysun’un sadece salondan değil, evin bütün köşelerinden çekilmişti sesi. Koltuklar, kanepeler, perdelerle baş başa verip hüznümüze eşlik ediyor gibi onlar da sessizliğe bürünmüştü sanki. Salondaki çiçekler bile küskün ve daha solgun görünüyordu gözüme artık.

Esprili, neşeli kişiliğim bu yazıda olduğu gibi sürecin sonuna doğru yerini hüzünlü bir pişmanlığa bırakmak üzereydi. Bundan sonraki hayatımın bilinmezliğinin oluşturduğu tedirginlik, uykularımı gecelerin içinden söküp almış, geriye mezar sessizliğinde bir endişe bırakmıştı. Mezar karanlığı içinde geçirdiğim saatler esnasında sanki her dakika sorgu meleklerinin “Rabbin kim?” sorusuna muhatap oluyor ama verecek bir cevabımın olmayışını anlayıp dehşete düşüyordum.

Birkaç ay önce özgüven patlaması içinde, yatırımdan anlamamakla, geleceği okuyamamakla suçladığım, şimdilerde her göz göze gelişimizde “Demedim mi sana?” der gibi bakan Aysun’la muhabbet edemeyeceğimizin kesinliği her akşam olduğu gibi bu akşam da kumanda arayışına itmişti beni. Televizyonun evde oluşturacağı gürültüyle belki sessizliğin çıldırtmaya eğilimli gücünü bir nebze olsun kırabilirim diye düşünerek, imdat çekici gibi sarıldım kumandaya.

Haber saatiydi ya da zaten yirmi dört saat haber veren kanallardan biriydi, ayırdında değildim, adında “halk” olan bir partinin genel başkanı, partinin kuruluşundan bu yana geçen yaklaşık yüz yılın ardından, “Bizim artık halkçı bir parti olmamız gerekiyor” diye haykırdığı için salondaki kalabalık tarafından çılgınca alkışlanıyordu. Alkışlar uzadıkça o da söylediklerinin ne kadar mühim gerçekleri yansıttığını görmenin şevkiyle etrafa gülümsüyordu. Bir başka partinin kadın lideri, elindeki kocaman satırla kesmeye çalıştığı pastırmaya galip gelme umudunu koruyarak, girdiği dükkânda ciddi bir savaş veriyordu. Halka güven aşılayan, güçlü lider görünümünün pastırma kesişindeki performansa bağlı olacağını fısıldamışlardı belki de kulağına. Bu iki haberin ana figürlerinin coin reklâmlarını çağrıştırmasının üzerinde durmadım.

Başka bir kanalda, engin tecrübesiyle eskilerden bir bakanımız, Ukranya (yanlış yazılmamıştır) işgalini değerlendiriyordu. Şansımı bir sonraki kanalda denemek istedim. Cep telefonu aşeren medyatik bir kadının “Bu kadar da olmaz ki” dedirten haberinin ardından, İstanbul’da, kısa süre önce yapılmış olmasına rağmen yeniden suya ve ulaşıma çok fahiş bir zam gelebileceği haberi yayıldı ekrandan salonun sessizliğine.

İçimi yoklamaya gerek bile duymadım. Ne Rusya’nın Ukrayna’yı işgali ve akabinde oluşan ve oluşabilecek sorunlar, ne de Burak Yılmaz’ın millî maçta kaçırdığı penaltının önemsenmesi gerektiğini söyleyen bir duygu yoktu içimde. Elimi ekmek sepetine uzatırken fısıltı hâlinde kulağıma gelen, Aysun’un “Ekmek 4 buçuk lira olmuş” sözü, bu akşamın sesli söylenmiş tek cümlesi oldu. Belki yarının da...