BİR eli telefonla,
diğer eli müşteriye para üstü vermekle meşgul olunca, direksiyonu idare etmek
de hâliyle sol koluna kalıyordu akrobat sürücümüzün.
Derin
ve hissiz bir kanıksamışlık hâliyle baktım sürücü koltuğuna doğru, hiç
yadırgamadığımı fark ettim. Tıpkı diğer hâllerini yadırgamadığım gibi... Onun,
“Boş yer var abi, otur!” emrivakisine, “Var” dediği yere göz attıktan sonra
oturmamaya kesin karar vermiş bir sessizlikle karşılık verdim. Aynı sözü ikinci
defa tekrarlamaya fırsat kalmadan bir an önce başka yolcular binsin diye de dua
ettim. Beni minibüsten atacak hâli yoktu ama (bundan emin olmamak lâzım yine
de) ona, neden oturmadığımı söylemek zorunda kalmak istemiyordum. Bütün
kaslarımın eridiğini hissettiğim bu dönemde haylidir bir tartışmayı kaldıracak
gücü kendimde bulamıyordum.
Bu
arkadaşların kollarını iki yana açıp, hindi gibi kubararak direksiyon başına
geçmeden önce, hepsinin uzun süre meslekî bir eğitimden geçtiğine inanıyorum
artık. Kim bilir, belki sınav bile yapıyorlardır minibüsçülük kültürü üzerine. Yoksa
nasıl oluyor da hepsi aynı jargona sahip olabiliyor. Birbirinin aynısı
hitaplar, birbirinin tıpkısı tavırlar, aynı duruşlar, aynı bakışlar… Hatta yeme
ve tükürme biçimleri bile aynı. Gelin de hepsinin aynı tornadan, aynı tezgâhtan
geçtiğine inanmayın bakalım. Hele dillerinin altında ezim ezim ezilen “z”,
üstüne bastırdıkça ağzında beş şiddetinde deprem etkisi oluşturan “r” gibi bazı
harflerin bunların elinden çektiğini, sonradan görme çiftlerin varoş
komplekslerini kapatma arzusuyla çocuğuna öğretmeye çalıştığı Çin alfabesi
çekmemiştir. Tabiî bu uygulamaya maruz bırakılan zavallı çocuğun travmatik hâli
de psikolojik olarak üzerinde durulması gereken ayrı bir konu. Büyüdüğünde
muhtemelen, “Benim hiç Türkçem olmadı ki be abi!” diyecek ve Masumlar
Apartmanı’nın senaryolarından birinin konusu olacak.
“Beni
uygun bir yerde indirir misin?” şeklinde kesin istek içeren ve isteğimden emin
olduğum bir soru yönelttim direksiyon başında cep telefonuyla konuşan yeni
yetme kaptana. “Onun karşı tarafla yaklaşık on dakikadır yaptığı absürt
diyaloğa konuşmak diyorsak, bizimkileri ne olarak adlandıracağız?” diye
düşünmeden edemedim. “2633 mü? O uyuz yatar şimdi Çeşme’de. O var ya o, (biiip)
aga sen bilmezsin. Sen bu kardeşine sor bu hattaki (biiip)…” (Bip’li yazı mı
olur demeyin. Yazana kadar ben de bilmiyordum.)
Hiç
itiraz etmedi otuzüçlük kehribar tespihini koluna dolamış olan arkadaş. “Burada
mı?” diye genelde duymaya alışkın olduğumuz o saçma soruyu sormadan üstelik...
Hayret! Kulağının birini telefon görüşmelerine ayıran kaptanımızın diğer
kulağını yolculara ayırdığı kesindi. Bu nedenle olsa gerek, beni ilk söyleyişte
duymuştu. Üstelik aracın radyosundan içeriye yayılan, türünü ayırt edemediğim,
sanatla alâkasız yüksek volümlü melez müziğe rağmen…
Onun
için uygun olan yer, zınk diye durduğu yolun ortasıydı. Onlara göre uygun
olmayan yer mi vardı, her yer uygundu zaten. Yolun ortası, sağı fark etmez. Oturamadığım,
kirden rengi dönmüş yağlı koltuğa gayr-i ihtiyari, “Oh, senden kurtuluyorum!”
dercesine son bir kez daha baktıktan sonra kapıya doğru yöneldim. Minibüsün
tıslayarak açılan kapısından adımımı yavaşça, kontrollü bir şekilde dışarı
attım. Sürücünün indirmek için acele etmesinin sebebi, müşteri memnuniyetine
dayalı bir düşünceden ya da benim arzumu bir an önce yerine getirme kaygısından
kaynaklanmıyordu elbette. Bu arkadaşların en sevdiği şey yolcu bindirmekse,
ondan daha çok sevdikleri başka bir şey de binen o yolcuları indirmektir.
İnenler olmalı ki bineceklere yer açılsın ve de böylece sürekli doldur boşalt
yaparak günlük hasılatı hatırı sayılır bir miktara ulaştırabilsinler.
İnmek
için neresinin uygun bir yer olacağının kararını ona bırakmış olmama indikten
sonra pişman olmuştum. “Keşke ona bırakmasaydım” dedim içimden, zaten dışımdan
desem saçma olurdu. “Sağda indir” diyebilirdim (fark eder miydi onun için,
yoksa yine de yolun ortasında mı indirirdi, bilmiyorum; ama belki böyle
söylemek emniyet açısından daha doğru olabilirdi), “Köprüyü geçince bırakıver”
diyebilirdim, “Köşede ineceğim” diyebilirdim, “Işıklar var” diyebilirdim… Bunca
alternatifin içinden uygun yerin neresi olacağına neden onun karar vermesine
izin vermiştim ki?
Üç
beş adım yürüdükten sonra, indiğim ve az ötede trafikte sıkışmış bekleyen minibüse
yeniden binmek istedim, binip biraz sonra da yukarıdaki alternatiflerden
biriyle şoföre seslenmek… Hem de çok istedim. Çünkü kendisini suya götürüp
susuz getirmişliği olan birisi olarak kendime kızmıştım; ama kehribar tespihli
sürücümüzün aracın içi daha boş görünsün diye oturtmaya çalıştığı koltuklar gözümün
önüne gelince vazgeçtim. Bazen alınması gereken kararları başkalarına
bırakmanın ne zararı olabilir? Hatta bu, belki de sizi ileride yaşamanız
muhtemel derin acılardan bertaraf bile edebilir, bilemezsiniz.
“Onca
yıldır bir otobüs hattı koyamadınız gitti şu semte!” diye kendi kendime
yetkililere söylenerek devam ettim yoluma. Otobüslerin koltukları temiz hiç
değilse… Uzun yıllardan sonra yaklaşık birkaç aydır kullanmaya başladığım, bir
toplu taşıma aracı olarak nitelendirilen ve kara tren gibi gecike gecike giden mahallemizin
minibüsünden erken inmiştim. Biraz yürümek iyi gelir diye kendimi ikna etmeye
çalışsam da alt zihnim aslında eve gitmeyi geciktirdiğim gerçeğini yürürken
hissettirdi; akşam serinliği gibi yüzüme çarpıyordu. Eve vardığımda beni hiçbir
sürprizin beklemediğini gördüğümde hiç şaşırmadım. Coin yatırımıyla köşeyi
dönme hayâlim Marmara’nın derin sularına gömüldüğünden beri Aysun Hanım’la aramız
oldukça limoniydi. Arabanın parasının üstüne bir de üç yıllık maaşımı
bağlayarak çektiğim krediyle coin aldığım şirketin bizi dolandırdığını kesin
olarak öğrenince başımdan dökülen kaynar sular kafamın derisini pişirmişti. Hanımla
papaz oluşumuz da bu doğal sebebe dayanıyor işte!
Coinlerimiz
Romanov koyunları gibi ikiz, üçüz doğurarak artacak, paraya para demeyecektik
sözde. Etrafta dolaşan kısa sürede sekiz köşe olmuşların efsaneleri tamahkârlığımızı
tavan yaptırmıştı. “Sevgili coinlerimiz bugün ne kadar artacak acaba?” diye
sabah akşam edindiğimiz dert, şimdi geçim derdine dönüşmüştü. Aysun’un sadece
salondan değil, evin bütün köşelerinden çekilmişti sesi. Koltuklar, kanepeler,
perdelerle baş başa verip hüznümüze eşlik ediyor gibi onlar da sessizliğe
bürünmüştü sanki. Salondaki çiçekler bile küskün ve daha solgun görünüyordu
gözüme artık.
Esprili,
neşeli kişiliğim bu yazıda olduğu gibi sürecin sonuna doğru yerini hüzünlü bir
pişmanlığa bırakmak üzereydi. Bundan sonraki hayatımın bilinmezliğinin
oluşturduğu tedirginlik, uykularımı gecelerin içinden söküp almış, geriye mezar
sessizliğinde bir endişe bırakmıştı. Mezar karanlığı içinde geçirdiğim saatler
esnasında sanki her dakika sorgu meleklerinin “Rabbin kim?” sorusuna muhatap
oluyor ama verecek bir cevabımın olmayışını anlayıp dehşete düşüyordum.
Birkaç
ay önce özgüven patlaması içinde, yatırımdan anlamamakla, geleceği okuyamamakla
suçladığım, şimdilerde her göz göze gelişimizde “Demedim mi sana?” der gibi
bakan Aysun’la muhabbet edemeyeceğimizin kesinliği her akşam olduğu gibi bu
akşam da kumanda arayışına itmişti beni. Televizyonun evde oluşturacağı
gürültüyle belki sessizliğin çıldırtmaya eğilimli gücünü bir nebze olsun
kırabilirim diye düşünerek, imdat çekici gibi sarıldım kumandaya.
Haber
saatiydi ya da zaten yirmi dört saat haber veren kanallardan biriydi, ayırdında
değildim, adında “halk” olan bir partinin genel başkanı, partinin kuruluşundan
bu yana geçen yaklaşık yüz yılın ardından, “Bizim artık halkçı bir parti
olmamız gerekiyor” diye haykırdığı için salondaki kalabalık tarafından çılgınca
alkışlanıyordu. Alkışlar uzadıkça o da söylediklerinin ne kadar mühim
gerçekleri yansıttığını görmenin şevkiyle etrafa gülümsüyordu. Bir başka
partinin kadın lideri, elindeki kocaman satırla kesmeye çalıştığı pastırmaya
galip gelme umudunu koruyarak, girdiği dükkânda ciddi bir savaş veriyordu. Halka
güven aşılayan, güçlü lider görünümünün pastırma kesişindeki performansa bağlı
olacağını fısıldamışlardı belki de kulağına. Bu iki haberin ana figürlerinin
coin reklâmlarını çağrıştırmasının üzerinde durmadım.
Başka
bir kanalda, engin tecrübesiyle eskilerden bir bakanımız, Ukranya (yanlış
yazılmamıştır) işgalini değerlendiriyordu. Şansımı bir sonraki kanalda denemek
istedim. Cep telefonu aşeren medyatik bir kadının “Bu kadar da olmaz ki”
dedirten haberinin ardından, İstanbul’da, kısa süre önce yapılmış olmasına
rağmen yeniden suya ve ulaşıma çok fahiş bir zam gelebileceği haberi yayıldı
ekrandan salonun sessizliğine.
İçimi
yoklamaya gerek bile duymadım. Ne Rusya’nın Ukrayna’yı işgali ve akabinde
oluşan ve oluşabilecek sorunlar, ne de Burak Yılmaz’ın millî maçta kaçırdığı
penaltının önemsenmesi gerektiğini söyleyen bir duygu yoktu içimde. Elimi ekmek
sepetine uzatırken fısıltı hâlinde kulağıma gelen, Aysun’un “Ekmek 4 buçuk lira
olmuş” sözü, bu akşamın sesli söylenmiş tek cümlesi oldu. Belki yarının da...