Günbatımının hissettirdikleridir

Mimarinin mânevî tesirini her an yanı başımızda yaşarken, biz şehirlinin en büyük arzusu, güneşin mucizevî yansımalarını plaza camlarından değil, ufuksuz manzaralardan, tam bir tefekkür hissiyatı içerisinde izleyebilmektir…

ŞEHRİN çocuğu ben, buralara âşıkken, Suriçi’ne, Tekfur Sarayı’na, Üsküdar’ın camilerine, Beyoğlu’nun karmaşasına bile meftunken, bir yaz gecesi meltemi gibi esip geçen ve yaklaşık bir ay süren köy hayatına misafir oldum yakın zamanda.

Hayatı, değerlerimi, önem verdiğim ne vardıysa yaşamımda, tüm bunların ölçütlerini yeniden değerlendirmeye aldığım bir dönemdi benim için. “İdeallerimi ve günlük koşturmacamda yer verdiğim algılarımın yaşantılara, mekân ve zamana göre ne denli farklılık gösterdiğini ilk kez bu kadar bâriz şekilde gördüm” desem, zannederim yanılmış yahut yanıltmış olmam kimseyi.

Şehir mimarisinin insan tasavvuru üzerindeki geniş etkisini düşündüm uzunca. “Tanrı” algısının plaza ve gökdelenler arkasındaki kaybını fark etmek çok vaktimi almadı. İnsan gücü ve makinenin büyüklük, yükseklik, en ve boy gibi boyutsal sınırların içinde sıkışmış olmasına karşın nasıl olup da kutsal olan her şeyi bu dar bağlantılar içinde yerle yeksan ettiğini anlamak ise gerçekten hâlâ üzerine kafa yorduğum meseleler arasında. “İnsan” denen varlığın kurduğu ünsiyetin niçin “sonsuz” olan yerine “sınırlı” olan arasında giderek güçlendiğini kavrama çabamın sonunda elde ettiğim sonucu, yaratılışımızda var olan “ins” köküne bağlayıp geçmek ne kadar makbul ve kabul edilebilir?

Yolculuk, uzunca bir müddet şehirde yaşamış ve mecburî olarak bahsedilen algıya maruz kalmış insan zihninin çöplerinden arınması için muazzam bir nimet. Kocaeli’nin o kaba çimento fabrikalarını geçtikten sonra Anadolu’ya bağlanan otobanda saatlerce yolculuk yapmak, her çeşme başında durmak, hayrat sahibine duâlar etmek yahut yol üstü köy camilerinde seferî namazı edâ etmek tüm bu bulanıklıklara şifâ gibidir kanımca. İnsan kimsenin olmadığı bir sahilde günbatımını izler ve yavaşça suya dokunurken yeniden ve yeniden O’nu, en arı şekliyle hatırlamanın şenliğini yaşamaktadır içten içe.

Kendisinin takip edildiğini bilmek, modern insana zül gelir. O şimdilerde yalnızca özgürlüğünün peşindedir. Özgürlük tanımı onun için yalnız kalmak, kendi bildiğini okumak ve bu hayattaki dinî, kültürel yahut toplumsal her türlü kuraldan uzak olmak demektir. Dahası, bu kuralların hepsi onun için birer baskı aracıdır ve üzerinde hiçbir kuvvet kabul etmez. Ancak beton yığınlarından paçasını bir müddet kurtarmış ve neyse ki tam anlamıyla modernleşememiş şehirli insan, tam da bahsettiğim gibi bir ortamda, dilinde besmele ile güneşin denize kavuşmasını bekler ve bu kutlu olaya şâhitliğinin her zerresini zihnine kazımaya çalışır. Üzerinde ve hattâ her şeyin üzerinde yer olan o gücü hisseder, kaydeder ve bundan yüksünmez. Sığınır, merhamet ve bağışlama talep eder.

Ayakları o ıssız sahilin incecik kum yığınlarına değdiğinde, tüm dünya yalnızca kendisi için yaratılmış gibi eşsiz ve biriciklik hissiyle gerinir usulca. Sağında ve solunda insan cinsinden kimseyi görmese dahi bir yanda güneş batar, diğer yanda sakince ay doğarken yalnız olmadığının farkındadır. Bu engin, nice insanı yutan, annelerin, eşlerin feryatlarını karşı köylerden duyuran bu sonsuz deryânın tüm azâmetiyle kendisi için nice fikrin filizlediğinin de farkındadır. O yeniden Rabbine kavuşandır.

Dağların, bu yeryüzü çivilerinin arasında yürürken içini dolduran huzur, insanoğlunun peşini şehir hayatında zamanla yeniden ve yeniden can sıkıntısına, kedere, belki neden olduğunu anlayamadığı ruhsal daralmalar bütününe sokacaktır. Beton, yıkıma karşı dayanıklı olduğu iddia edilen ama diğer yandan insanoğlunun mâneviyatını yıkıcı etki gösteren bir maddeyse eğer, yolculuk ve günbatımları da tüm bu kafa karışıklıklarına şifâ cinsinden mucizelerdir.

Mimarinin mânevî tesirini her an yanı başımızda yaşarken, biz şehirlinin en büyük arzusu, güneşin mucizevî yansımalarını plaza camlarından değil, ufuksuz manzaralardan, tam bir tefekkür hissiyatı içerisinde izleyebilmektir. Kent bu yönüyle insanı ne zaman kucaklarsa, asıl doğuş o zaman başlayacak ve insan O’na yeniden kavuşacaktır. Ve’s-selâm…