
UYANDIK yine bir sabah/
Yıkadık elimizi yüzümüzü sözcüklerle/ Selâmladık gökyüzünü/ Mandalina kokusu
ektik biraz avucumuza/ Koyduk kahvaltıya ekmek arası güneş/ Delilik serptik
biraz da üstüne/ Sildik süpürdük kırık dökükleri/ Yağmura serdik kurumuş
çiçekleri/ Vanilya bahçesine daldık yalın ayak/ Ayrık otlarını temizledik
düşlerin/ Bir çırpıda karıştık/ Elimizin hamuruyla satırlara/ Dikiş tutmadı
yamalı sözler/ Harfleri savurduk rüzgâra/ Denize astık gönlümüzden bir dolunay/
Demli geceyi yudumladık ağırdan/ Avuttuk içimizin küs çocuklarını/ Bizi kimse
anlamadı/ Biz de şiirleri öptük alnından…
***
Günaydın
ey umarsız dünya! Bir kadın yürüyor bak yalınayak. Avuçlarına düşen dua, kar
taneleri gibi yayılıyor semaya. Şehir üşüyor. Üveyikler can veriyor. Merhametin
sesini vuruyor bir avcı. Sütü kesiliyor ceylan yürekli bir annenin. Hoyrat
kaçkını düşler yaka paça savruluyor sokak ortasına. Bir fer daha sönüyor. Bir
gözyaşı daha düşüyor çiçek açmayı umduğu toprağa. Toprak ıslandıkça yanıyor;
daha kaç kadının ahını taşıyabilir ki? Haksız yere kırılmış, horlanmış,
kendisine bir yer konumlandıramamış nice kadının iç sesi ârş-ı A’lâ’ya
yükseliyor da dünyada sadece lakırdıdan ileri gitmiyor. TV ekranlarında
izlemeye alıştırıldığımız mesnetsiz yapımlar gönül gözümüzü daha da köreltiyor.
Bir meta olmaktan kurtaramıyoruz kadınımızı.
Kendisini
bir mücadele içerisinde bulan kadına bâtıl bir elbise biçiliyor. “Kadın dediğin
güçlüdür”… Neye göre? Maskulen bir hayat modeli sunulan kadın anatomisini
yitiriyor böylece. Zarafet bir gelincik narinliğinde kadının süsü iken, örtüsü
şiirlere dahi konu olamayacak kadar mahremi iken, şimdi erkeğin bütün
görevlerini bir marifet gibi üstlenmiş ve bununla övünür hâle gelmişiz. Topuklu
ayakkabı düşleyen çocukluğumuzu rafa kaldırıvermişiz.
Kadın,
haberlere konu olacak bir malzemenin en fakir fabrikatörü. Reyting ivmelerini
oynatan bir ibre. “Şiddete hayır!” derken bile dilimize yerleşen “şiddet”
kelimesi kolayca çıkıyor ağzımızdan. “Minnet” ne zor bir düğüm oluyor
boğazımızda. Hak savunucularının mahalleyi uyandıracak davulu yüksek seste
inletirken medyayı, çözümsüzlüğe bir kazma daha vuruluyor aslında. Kimi kadının
toplumdaki yerini çekiştiriyor, kimi kimliğini. Medeniyet inşâsında sayısız rol
biçiliyor kadına. İdeal anne, ideal eş, ideal çalışan… Kadın, ötekileştirmenin
bir diğer adı oluyor oysa. İnsan onuru zahir iken kadını oradan koparmaya gerek
var mı?
Rabbin
“Ey insanlar!” hitabının muhatabı olarak kadın ve erkeğin yaratılış hikmetini
göz ardı edemeyiz. Tanış olmaya geldik. Mekke’nin karanlığına ışık olan Peygamber’in
hutbesinden süzülen huzme “emanet” diye yankı buldu kadın üzerinde. Niye
böylesi taş kesildik? Hissiz kalabalıklar her geçen gün biraz daha ezip geçiyor
toplumsal yaramızı. Nuh’un tufanı bize yetişir mi bilmem ama fiziksel
kıstasların gölgesinde, reklâm panolarına akan salyalarda boğulacağız korkarım.
Müptelası olunan zaaflar, bu nicelik ve nitelik dünyasının basiretsizliğini
taşıyor omuzlarımıza. İslâm’ın kadın konulu öğretilerini yakalamaktan ve Kur’ân’ın
çizdiği perspektifi kavramaktan mustarip bir Müslüman toplumunda kalem oynatmak
böylesi bir zorluğu beraberinde getiriyor.
Çok
şey anlatmak istiyor insan. Değişim sağlamanın imkânsızlığı ket vuruyor
dermansız bileklere. “Karınca misali safımız belli olsun” diyerek kadının varoluş
hikâyesine naçizane bir imza da biz bırakalım öyleyse…
Kadın…
Bir romanın içli sayfalarında, Segâh bir eserin komalarında, oyalı bir bohçanın
derin sevdasında… Gecesi sıcak bir döşek, gündüzü sıcak bir ekmek. Bazen o
ekmekle pişmek… Gülüşünde deva saklı, kanadında yuva. Kilometreler ötesine su
taşır Afrika’da. Mermi taşır Anadolu’da. Gül taşır dudağında, gülüşen olur bir
adamın ruhunda. Kadın sevgiyle güzelleşir. Sevdikçe yarışır atlarla, sevildikçe
büyür göğsü. Tüm insanlığı sığdırır içine.
İnce
belli bir bardaktan çay yudumlamak kadar sade olmalı kadın. “Kün” emriyle anne
rahmine düşen, “Rahîm” sıfatıyla merhameti tezahür eden olmalı. İplik dokuyan,
pamuk eğiren elleri, ayıpları kusurları örtmeli. Örtü olmalı duygusuyla, düşüncesiyle,
sevgisiyle. Şefkat örmeli dokunduğu her yere. Haneleri hoş etmeli yemeğiyle,
diliyle, gönlüyle... Sancıyla geldiği dünyada yine sancıyla devam etmeli
üretmeye, çoğaltmaya, yaymaya. İlmi ve dehası fıtraten buna uygundur çünkü.
Renkleri konuşturan, onu suyla buluşturandır kadın. Ebruli bir yüreğin
izdüşümüdür. Sofrasıyla, adabıyla, sanatıyla, ruhuyla yârdir, yarendir.
Allah
kadını ve erkeği yoktan var etti. Birini diğerinden değil, her ikisini de aynı
özden, topraktan tekvin etti. Allah’ın hitabına birlikte muhatap oldular. İkisi
birlikte yeryüzünü imar etti. Birlikte omuzladı dünya yükünü. Birlikte aldandı,
birlikte ağladı, birlikte af ve mağfiret diledi, birlikte halef kılındı dünyaya.
Kadın ve erkeğin değer açısından eşitliği açıklama gerektirmeyecek kadar
nettir. Kadın ve erkek arasındaki biyolojik farklılık asırlar öncesinden toplumsal
ve insanî bir farklılığa dönüşmüş, günümüze kadar direnen bir ideoloji
olmuştur.
Kadim
kültür ve geleneklerin Müslüman toplumlara tesiri ne yazık ki dinden daha
baskın çıkmıştır. Allah, kitabında kadınla ilgili nikâhtan boşanmaya, mirastan
özel hâllerine kadar pek çok soruna yer vermiştir. Kur’ân ahlâkıyla bezenen
Resûl-i Ekrem’de (sav) de kadınları her zaman saygılı bir tutum içerisinde mübârek
sözleriyle taçlandırmış, onları dinlemiş, sorunlarına çözüm bulmuş, incitmekten
imtina edilmesini tavsiye etmiş ve sosyal hayata katılmalarını sağlamıştır. Resul’ün
sünnetinden uzak bir kadını anlama çabasına ne konferanslar yol haritası
çizebilmiş, ne de makaleler merhem olabilmiştir. Putlaşmış benliklerimize
İbrahimî bir cesaret gerek. O zaman şavkıyacak Kur’ân’ın ve Sünnetin ışığı.
Çağa ayak uyduramayanlar terk etmeyecek son kaleyi. Kadın, özüyle sözüyle kadın
olarak kalacak, yerli üretime aklını ve yüreğini katacak, emanet bilinciyle
korunacak. Hazreti Peygamber’in bize miras bıraktığı ezelî hikmet ve hakikat
ölçüleriyle insan olmanın gereğiyle yaşayacak…
İnsanı
en güzel biçimde yaratan Yüce Rabbimize sonsuz hamd ve senalar olsun!