MODERNLEŞMEYLE birlikte değişen
iletişim yöntemleri ve araçları, fıtratından giderek uzaklaşan insana hitap
eden özellikler taşır. Sosyal medya özelinde günümüz iletişim araçları yaygın
deyimiyle “Göründüğün kadar varsın” mesajı verse de, aslında anlık, geçici ve
sürekli daha fazlasını isteyen doğasına uygun olarak “Görünsen bile yoksun” düşüncesi
üzerine kurulmuştur.
İletişim
araçları, insanı bir boşluğun içinde süzülen, hayatta kaldığı süreyi
tamamlarken onu oyalayacak bir şeylere ihtiyacı olan canlı varlık mesabesine
indiren düşünce yapısının bir sonucu olarak günümüzdeki formuna ulaşmıştır.
Herkesin
her şeyini herkesle paylaşabilme imkânı, çağın bulanık atmosferinde fert olarak
kendi varlığını net bir şekilde görmek isteyen insanın arayıp da bulamadığı şey
olmuştur. Bu yönüyle sosyal medya, başarısını en çok da kendini ifade etme
güçlüğü çeken insanlarda onaylanma isteğini kısa süreliğine de olsa karşılayarak
yarattığı tatmin duygusuna borçludur.
Düşünceden
eyleme her şeyin şeffaflaşması süreci sosyal medya kullanımıyla birlikte
hızlanmış, kontrolü zor, hatta bazı yönlerden hâddi aşan tutumların
meşrulaşmasına neden olur hâle gelmiştir.
Örneğin
insanlar evlerinin balkonuna hoşlanmadıkları ya da aralarının bozuk olduğu bir
insan hakkında yazı yazıp asmayı gülünç bulup ayıp karşılarken, sosyal medyada
herkes her istediğini söyleme hakkı olduğu düşüncesine kapılmaktadır. Bu daha
çok, iletişimin yüz yüze olmamasından kaynaklanmaktadır.
Kimi
insanlar sosyal medyanın nefreti ve ayrımcılığı körüklediğini iddia etmektedir.
Kevin Robins’e göreyse bu araçlar daha çok kayıtsızlığı ve pasifliği
körüklemektedir: “İnsanlar var olan retorikten bir parça kapmaya çok
hevesliler. (…) Ama buradan çıkan sonuç, nefretin körüklenmesinden ziyade
bayağılığın körüklenmesidir. İnsanlar buralarda çok fazla zaman harcıyorlar. Bu
anlamda (sosyal medyanın) video izlemekten veya meyve işaretli kumar
makinelerinde vakit harcamaktan farkı yoktur.”*
Tabiî
bu düşüncelerden sosyal medyayı bilinçli kullanan, güzel işlerine vesile kılan
insanları tenzih etmek gerekir. Meşru bir araç hayra da, şerre de
kullanılabilir. Bu, Allah’ın izniyle insanın inisiyatifindedir.
Peki,
en derin duyguların, en özel anların, acı tatlı hatıraların herkesle paylaşılması
meşrulaşırken, artık dünyanın bir ucundan diğer ucuyla iletişim kurmak mümkün
hâle gelmişken, insanın en yakınlarından, hatta bizzat kendinden, kendi
duygusal portresinden bîhaber olması nasıl açıklanabilir?
Ne
yazık ki, insanların birçoğunun nereye gittiklerinden ne yiyip içtiklerine,
sözde nasıl hissettiklerinden hafta sonunu nasıl geçireceklerine kadar
hayatlarıyla ilgili pek çok detay bilinmesine rağmen, sıra birlikte vakit
geçirmeye, yüz yüze görüşmeye, hâlleşmeye geldiğinde, akılda gizli, paylaşım konusu
bulma ya da iyi bir fotoğraf karesi yakalama düşüncesinin de etkisiyle
ilişkilerde, sanal platformda yapılan paylaşımların derinliğine (!) bile yaklaşılamıyor.
Bu da aslında şeffaflığın yüzeyi aşamadığını gösteriyor.
Bu
konuyla ilgili sosyal medyada yapılan paylaşımların insanlar üzerindeki
etkilerine yönelik bir araştırmadan söz etmek istiyorum. Ancak şunun iyi
anlaşılması gerekir ki, bu araştırma sonuçları insanların sosyal medyada olduklarından
farklı göründükleri düşüncesine dayalı. Yani aslında insanlar mutlu olmadıkları,
harika bir hayat sürmedikleri hâlde, yalnızca güzel anlarını paylaşarak mutlu
bir insan portresi çizmekteler. Başka bir örnek: İnsanların hayatla ilgili
ciddî endişeleri, kafa yormuşlukları olmadığı, kitap bile okumadıkları hâlde,
internette bulup beğendikleri özlü sözleri paylaşarak bilgili, düşünen bir
insan portresi çizmekteler.
Bununla ilgili farklı bir düşünce de var. Zizek’e göre çevrimiçi kişiliklerden ziyade günlük hayattaki kişilikler kurgusaldır. Eğer bir kimse internette gerçek kimliğini gizliyorsa, çoğu kez aslında kişiliğinin derinliklerinde yatan öz benliğine konuşma fırsatı tanımış olmaktadır. Yani insanlar esasen internette kimliklerini gizlemedikleri zamanlarda kurguya yönelmektedirler.
Aslında
buna insanların olduklarından farklı görünmesinin ötesinde, insanın kendi
tanımını nasıl yaptığıyla ilgili bir sorun demek daha doğru olur. Çünkü çoğu
insan kendini yüzeysel biçimde tanımlar, hatta çoğu insan kendini tam olarak
tanımlayamaz. Bu sebeple, “Paylaşımlarıyla ideal bir hayat portresi çizen
insanların kendi yaşadıkları sorunlara tutarlı ve olgun bir alaycılıkla yaklaştıkları
için bu durumdalar ve hayatın güzel yanlarını görüyorlar, hayata makul
yaklaşıyorlar” demek fazla iyimser bir tutum olur.
Ne
yazık ki toplumsal şeffaflık, yüzeysellikten öteye geçemediği ve görünenin
altını kazımaya çalışan, bunun acısına katlanmayı göze alan insan sayısı az
olduğu için, en basit ifadesiyle “kitlesel bir oyun ve oyalanma hâli”
diyebiliriz bu duruma.
Michigan
Üniversitesi profesörlerinden Ethan Kross ve ekibi, 82 üniversite öğrencisinin
Facebook kullanımını iki hafta boyunca gözlemliyor. Bu süre zarfında anket ve
SMS yoluyla öğrencilerin Facebook’a girmeden önce ve sonraki “mutluluk”
seviyeleri ölçülüyor. Araştırma sonucunda, öğrencilerin Facebook kullanımı arttıkça
mutsuz oldukları tespit ediliyor. Öğrencilerin mutsuz olduklarında değil, daha
çok yalnız hissettiklerinde Facebook kullanımını arttırdıkları, ancak
öğrencilerin kendilerini yalnız hissetseler de hissetmeseler de Facebook
kullandıktan sonra daha mutsuz oldukları ortaya çıkıyor.**
Bu
araştırma sonucunda ilk akla gelen, sosyal medyaya yansıtılan “mükemmel”e yakın
hayatların, böyle bir hayatı olmayan insanları mutsuz edebileceği düşüncesi. Bu
bir sebep olabilir elbette, ama yalnızca sebeplerden biri.
Burada
bir soru sormakta yarar var: Sosyal medya, sosyalleşme aracı olarak
kullanılabilir mi?
Elbette
sosyal medyanın sosyalleşmeye katkısı tartışılmaz, ancak sosyal medya
sosyalleşmeye giden yolda yalnızca bir araç olabilir. Sosyal medya, yüz yüze
görüşmeye hazırlık, karşı taraf hakkında fikir edinme gibi amaçlara aracılık edebilir.
Eskilerin
tabiriyle insanı “yolculukta tanımak” gibi bir yolculuk imkânı sunmaz insanlara
sosyal medya. Bir insanın sesini duymadan, yüzünü görmeden, günlük hayattaki
hâl ve hareketlerine ya da hayatının önemli anlarına bizzat tanıklık etmeden o
insanı tanıdığımızı iddia edebilir miyiz?
Söz
gelimi, istediğimiz kadar fotoğraflarını görelim bir şehrin, o şehir hakkında sayısız
video izleyelim, o şehrin havasını solumadan, sokaklarında gezmeden o şehre
gitmiş kabul eder miyiz kendimizi? Ki her insanın ayrı bir âlem olduğunu
düşünürsek, bunu insanlar için zaten söyleyemeyiz.
Araştırmaya dönecek olursak, “İnsanın mutsuzluğu, aslında her şeyin tüketime açık hâle gelmesiyle doğru orantılıdır” diyebiliriz. Düşünürsek… Allah istese insana dünyanın, hayatın bütün sırlarını verebilirdi. Şüphesiz Allah buna Kadirdir. Peki, neden yalnızca belli ölçüler, mühim detaylar yazıyor Kur’an’da?
Nerede olursak olalım, ne yaparsak yapalım, hesaba çekileceğimizi unutmamalı, kendi muhasebemizi canımızı yaksa da, hoşumuza gitmese de ahiretimiz için sağlam yapmalıyız.
Allah
insana irade ve akıl vermiştir. Birçok şeyi insan kendi gayretiyle
öğrenebilecek donanımda yaratılmıştır. Bilim, açıklayabildiği kadar çok şeyi
açıklığa kavuşturmalı, biz de öğrenebildiğimiz kadar çok şey öğrenmeliyiz.
Ancak bazı şeylerin gizemli olması, belli sınırları aşamaması, Allah’ın
yarattığı düzenin gereği değil midir?
Kulaklarımız,
söz gelimi karıncaların ayak seslerinden dünyanın dönme sesine kadar her sesi
duyabilecek şekilde yaratılmış olsaydı yaşantımızı sağlıklı bir şekilde
sürdürebilir miydik? Bunun gibi, her insanın kendine has gizemli yönlerinin
olması, insanın kendi sınırlarının farkında olması, onu daha dengeli ve
sağlıklı yapmaz mı? Her şeyin görünür hâle gelmesi, her an ulaşılabilir olmak,
mahremiyetin sınırlarını sizce de zorlamıyor mu? Sanal ortamda emojilerle
desteklenen kahkahalar, gözyaşları; gerçekliği tartışılır olsa bile derinde
saklı tüm duyguların bir sembolün üzerine tıklayarak kolaylıkla ifşa etme imkânının
olması tuhaf değil mi? Sempatik ve şirin görünse de, emojiler duyguları
nesneleştirerek onları bir yönüyle kıymetsizleştirmiyorlar mı? Peki, ne
zamandan beri ifşa, samimiyet göstergesi oldu? “Ne kadar çok ifşa edersen
kendini ve hayatını, o kadar samimisin” düşüncesi nasıl oldu da bu kadar etkili
bir şekilde çoğu insanın zihnine yerleşti?
Bu
sorular, herkesin kendi yanıtlaması gereken sorular. Ali Şeriati’nin söylediği
gibi, “herkes kendi İsmail’ini bulup onu kurban etmeli”! Senin İsmail’in kim?
Elbette
sosyal medyanın pek çok yararları var. Sosyal medyanın günümüzde duyuru ve
tanıtım platformu, haber kaynağı, iletişim aracı (“araç” vurgusuna dikkat)
olarak önemli bir yeri var. Ancak sosyal medyanın “olmazsa olmaz” olduğunu da
söyleyemeyiz.
“İhtiyaçtan
arda kalanı” (Bakara, 219) infak etme emri, her şeyde olduğu gibi sosyal medya kullanımı
için de geçerli. Sosyal medyayı kullanırken modernitenin “ihtiyaç” dayatması ve
çoğu insanın bir eylemi gerçekleştiriyor olmasının o eylemin kaçınılmaz
olduğunu göstermediğinin bilincinde hareket etmekte yarar var.
Nerede
olursak olalım, ne yaparsak yapalım, hesaba çekileceğimizi unutmamalı, kendi
muhasebemizi canımızı yaksa da, hoşumuza gitmese de ahiretimiz için sağlam
yapmalıyız.
*Yazıda geçen
Zizek alıntısı ile birlikte, bu alıntı (Uyanık, Kevin Robins ile söyleşi, 2009)
Dr. Faik Uyanık’ın “Sosyal Medya: Kurgusallık ve Mahremiyet” başlıklı
makalesinden alınmıştır.
**“Özgür
Bolat/Sosyal Medya İnsanları Mutsuz mu Ediyor?”, Hürriyet, 09.03.2017