SİNEYE
çekilmiş bir ihanet gibi durur bazen bakışlar. Üstü açık, kıvrılıp uykuya
dalmış ve sırtına kar yağmış gibi durur günahlar. Örtülmek, sığınmak isterler, ama
nereye gitseler, hangi kapıyı çalsalar da sığınamazlar.
El ayak kaçmak ister o
bedenden; göz başka bir oyuğa yerleşmek, kalp göğüs kafesinden firarî atarken,
akıl bir başın içinde olmaktan azat edilmek ister. Günaha girmek bir anlık
karar; bir an için şaşalı bir parıltı, bir ayak çelmelik tatlı söz, güler yüze
kanıverir insan, gerisi kahreder işte, gerisi mahşer!
Pişmanlık insanın yakasını
öyle kolayca salıvermez de hem, gölgesi olur her nefesinin, huzurun gidişini
seyrederken kalp. Günahkâr olanlar bilirler, öyle rahat edemezler günahın
ardından, en masum anlarını ararlar ama çocukluğun kapısı önünde paspas olsalar
da arınamazlar.
Gerçek bir günahın affını
bilmek neyi halleder? Kendini affedemeyen bir suçluyu hangi ceza rahatlatır?
Azap vicdanın hükmüne boyun bükmüşken, neresi güzel günah işlemenin? Ama güzel
geliyor işte! Çünkü daha güzelini ne görmüş, ne düşlemiş insan. Güzele kapılmak,
insanın mayasında var. Günah çirkin görünmüyor ki insanın gözüne. Öyle tatlı,
öyle vazgeçilmez ki, sürüklüyor peşinden.
Sonrası yok ki zaten günahın,
sadece öncesi var ve bir yığın bahanesi. Ama insanın durduğu makamda melek
aranmaz ya, sonunda tövbe ediyorum. İlk cüretim için, günahıma ilk teşebbüs
ettiğim anki imanım için, işte tam da dünyanın içindeyim, şimdi, şuracıkta
aşkın sözünü edememişsem, yanamamışsam, cehennem bu eksiği tamamlamak için
yarın orada olacak -olması gerektiği gibi-. Ama cennet de öyle olacak, olması
gerektiği yerde, öylece duracak.
Masumiyet ne kadar geniş
duruyor gözde. İçinde huzur dolu, ferah bir ev gibi, cıvıl cıvıl çocuk sevinci
gibi, bahar gibi, yeni adım atmış gibi, ilk cümleyi kurmuş gibi, fırından yeni
çıkmış taptaze ekmek gibi… Bir günaha tövbe etmek mi, o günaha hiç girmemek mi?
Hangisi bu bütünün daha çok parçası? Cennetin varlığı günahsızlığın mı, yoksa
tövbenin mi sonucu? Yahut “Hatasız kul olmaz” dedikten sonra “Elde var cehennem”
mi? Hangisi en doğrusu?
Huzur, dalgasız denizlere
benzer hep, selamı verilmiş bir sabah namazı gibi sonsuz bir dinginliğe yaslanır
yürek.
Kiminin hata yapmadan önceki
sabrı değerlidir, kimininse tövbe ederken döktüğü gözyaşı. Kimi geçmişine baka
baka bulur yolunu, kimi geleceğine tutunarak yol alır. Kimi bir günahtan sonra
durulur, kimi sevapla başlar ama erkenden yorulur. Âdem’in kaderidir nihayet
kaderimiz; önce yasak meyveyi yeriz, sonra tövbe ederiz.
Hayalin gücü, zamanın
başladığı yerden alsa bizi, sırat köprüsünden geçmeye kalksak ve bazen yansak
ateşlerde, bazen cennette uyansak… Hayal
bu ya, bazen de arafta kalsak... O müthiş gücü bir de böyle kullansak... Dönsek
dünyaya sonra, bambaşka olsak… Bilmem, belki Peygamber aşkından bir kıvılcım
sıçrar kalbimize. Bilmem, belki Âdem’i kupkuru bir topraktan ayıran ruhu
yakalarız ellerimizle.
Şeytan kim ki, nefis ne ki,
aşkı bulana? O yücelere gönül vermişlere yol vermeyen kalır mı? Bu dünyada
yanmışları cehennem hiç alır mı? Adım “İnsan”, yeri gelir insan olduğumu
hatırlamam. Çok günahım var, kabul ediyorum, tamam! Tevvab ve Rahim diye adın
var... Ben Sensiz sadece acıdan ibaretim; ayrılık acısından ibaret... Seninle
sonsuz bir yolculuğun ilk adımlarını attım dünyada, yolumu yolundan ayırmam
hata. Tek bir şey için var bunca kâinat. Aşkına kul köle olamayıp da gözümü
izinden ayırmam hata.