Günah keçisi değil, şeytanın ta kendisi: İstanbul Sözleşmesi

Avustralya gibi eşcinselliği daha ilkokulda normalleştirmek, analarımızın evleri ve evlâtları üzerindeki sorumluluklarından vazgeçip -sözde- daha özgür bir hayatı tercih etmelerinin önünü açmak, kadını ve erkeği Allâh’ın yarattığı fıtrattan uzaklaştırmak, bir süre sonra eşcinsel evliliklerin önünü açmak ve bizi biz yapan özelliklerimizden kopmak istemiyorsak, hiç vakit kaybetmeden bu sözleşmedeki imzamızı geri çekmeliyiz.

10 yıldır cılız çıkan seslerin artık yükselmeye başladığı şu günlerde, İstanbul Sözleşmesi’nin yılmaz savunucusu KADEM, 16 maddelik bir bildiriyle sorunun içinde kalacağını açıkça ilân etti.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kızı Sümeyye Bayraktar’ın KADEM Başkan Yardımcısı olması, sözleşmenin iptal sürecinde epeyce zorlanılacağını gösteriyor. Ancak, özellikle muhafazakâr kesimde büyüyen tepkiler, dayatılmış bu sözleşmenin kalıcı olamayacağı umudumuzu da canlı tutuyor.

Kadın cinayetleri gerçekten dünya için bir sorun mu?

Birleşmiş Milletler Uyuşturucu ve Suç Ofisi (UNODC) 2019 Küresel Cinayet Raporu’na göre, 2017’de cinayete kurban giden 464 bin kişiden sadece 87 bini kadın. (“Sadece” ifadesini, sayıyı küçümsemekle alâkalı değil, toplam içerisindeki oranından dolayı kullandım.) Ve bu 87 binin yaklaşık 50 bini “kadın cinayeti” tanımına uygun kurbanlar.

Kalan 37 bin civarında kurbanın öldürülme sebeplerinin cinsiyetle alâkalı olmadığı geçmiş kayıtlara. 377 bin erkekten yaklaşık 28 bini “erkek cinayeti” kurbanı olurken, kadınların toplamda 38 bin erkeği öldürdüğü geçiyor aynı raporda.

Bu sayılar bize şunu açıkça gösteriyor ki, cinsiyetleri sebebiyle işlenmiş cinayetlerde kurbanların yaklaşık yüzde 36’sı erkek, yüzde 64’ü ise kadın. Toplamda ise cinayete kurban giden kişilerin yüzde 81’inden fazlasının erkek olduğunu görüyoruz. Buradan çok net anlayabiliyoruz ki, dünyadaki sorun, kadın cinayetleri değil, cinsiyetten bağımsız olarak işlenen cinayetlerdir.

Türkiye kadın cinayetlerinde dünyanın neresinde?

Dünya Sağlık Örgütü (WHO) kadın cinayetleri verilerine göre 2015’te Türkiye, en iyi dördüncü sırada bulunuyor. Aynı verilere göre 17 Avrupa ülkesi ve ABD, bizden daha kötü durumda bulunuyor. Bizimle aynı sırayı paylaşan 5 Avrupa ülkesi var.

Tabiî ki cinayetin iyisi kötüsü, azı çoğu olmaz ama sayılarla medeniyet ölçmeye alışık olan dünyada, Türkiye’nin bu konuda gayet iyi bir durumda olduğunu söylemek de abes olmamalı. Ancak Türkiye’de cinsiyet sebebiyle işlenmiş cinayetlerle sıradan cinayetler arasındaki farkı gözetmeden ya da intiharları da “intihar süsü verilmiş cinayetler” olarak sunan sivil toplum örgütlerinin verilerine göre kadın cinayetlerinde son 10 yılda gözle görülür bir artış var.

Ne tesadüftür ki, bu artış periyodu, 2011’de koşulsuz şerhsiz imzaladığımız İstanbul Sözleşmesi ile başlıyor!

İstanbul Sözleşmesi gerçekte kimi/neyi koruyor?

Tam adı, “Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye ilişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi” olduğu hâlde İstanbul’da imzaya açıldığı için İstanbul Sözleşmesi diye anılıyor malûm metin. Açık adı ile sınırlı kalması kaydı ile çok da sorunlu bir sözleşme olmaması gerektiğini düşünebiliriz aslında. Ancak ne sözleşme adına bağlı kalınmış içerikte, ne de sözde şiddetin önlenme yolları doğru.

Türkiye olarak, kadına karşı şiddette sayısal anlamda bir sorun yaşamadığımız dönemde böyle bir sorunumuz varmış gibi davranmış olmamamız ve bu sorunu çözmek için uluslararası destek almayı taahhüt eden (Sözleşmenin Amacı, d bendi) bir sözleşme imzalamamız çok anlamsızdı aslında. Ancak bunu daha da büyük bir soruna dönüştüren, imzaladığımız metnin hiçbir maddesine şerh koymamamız ve körü körüne sahiplendiğimiz bu sözleşme gereği hazırladığımız 6284 Sayılı Kanun…

İstanbul Sözleşmesi, toplumun kadın ve erkek için biçtiği rolü örf, âdet ve gelenekleri, dinî ve kültürel birikimleri “kadına yönelik şiddetin kaynağı” olarak görüyor (Genel Yükümlülükler, madde 1 ve 5).

Yani sözleşme ile bizden istenen; dinî bilgilerimizden kurtulmamız, hayatımızdaki töresel unsurlardan vazgeçmemiz, binlerce yıllık Türk geleneğini yok saymamızdan başka bir şey değil.

Bunu yaparken, bizim en çok değer verdiğimiz “kadın” figürünü kullanmalarını da dayatıcılar açısından çok akıllıca bulduğumu söylemek zorundayım.

Kadın, hem Türk, hem de İslâm kültürü açısından, toplumun incitmekten korktuğu, analık vasfından dolayı saygı duyduğu, evin direği olarak gördüğü vazgeçilmez bir figür.

Toplumsal cinsiyeti, “toplumun kadınlar ve erkekler için inşâ ettiği roller” olarak tarif ederken (Tanımlar, c bendi) doğuştan sahip olduğumuz değil, toplumun dayattığı cinsiyet rolünü üstlenmemizi teşvik ediyor.


Bunlar yetmiyormuş gibi, “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği” adı altında farklı cinsel tercihlerin korunması da sözleşme ile garanti altına alınıyor. “Mâlî Kaynaklar” bölümündeki, “Taraflar, sivil toplum ve sivil toplum kuruluşları tarafından yürütülenler de dâhil işbu sözleşme kapsamında yer alan her türlü şiddetle mücadele ve şiddeti önlemeye yönelik bütüncül politikaların, tedbirlerin ve programların uygun biçimde uygulanması için yeterli mâlî ve beşerî kaynak tahsis eder” maddesi, toplumsal kabûl görmeyen dernek ve kuruluşların da desteklenmesine hükmediyor.

Zira hepimiz biliyoruz ki, toplumsal cinsiyet eşitliğini savunanlar, din ve devlet düşmanları ile LGBTi savunucusu kurumlar!

Ve tabiî ki en can alıcı olan, “Eğitim” bölümünde yer alan, “Öğretim materyallerine, resmî müfredata ve eğitimin her seviyesine eklenmesi için gerekli adımları atar” maddesi…

Maalesef, Millî Eğitim Bakanlığı 2012’den bu yana sözleşme gereği değişiklikleri yaparak, kitaplarda genellikle cinsiyetsiz figürler kullanmaya başlamış ve eğitimcileri toplumsal cinsiyet eşitliği konusunda da eğitme gayretine girişmiş durumda. Çocukluktan başlayan bu eğitim sistemi ile yapılmaya çalışılanın tercihli cinsiyet olduğunu görmemek mümkün değil!

Görüldüğü gibi İstanbul Sözleşmesi, kadını korumak amacını aşmış, cinsel sapkınlıkları teşvik eden, aile yapımızı, dinî ve toplumsal öğretilerimizi değiştirme amacı güden bir hâl almıştır.

İstanbul Sözleşmesi, derhâl kurtulmak zorunda olduğumuz bir tuzaktır!

Bugün HDP ve CHP gibi siyâsî partilerin, feministlerin ve adının içinde “LGBTi” geçen onlarca derneğin İstanbul Sözleşmesi’nin devamı konusunda görüş bildirmesinden de açıkça anlaşılıyor ki, bu sözleşme Türkiye için hayırlı değildir. Aslında sözleşmenin TBMM’de kabulü sırasında muhalefetin verdiği akıl almaz destekten de bu anlaşılmalı ve bir kez daha “Nerede hatâ yapıyoruz?” diye düşünülmeliydi.

Her ne kadar savunucuları tarafından “toplumsal cinsiyet” ve “cinsel yönelim” ifadeleri sözleşmenin özüyle ilgili görülmüyor olsa da Türk toplumuna dayatılmaya çalışılan en ideolojik kavramların bu ikisi olduğunda şüphe yok. Bu iki kavramın çok sinsice metnin içine gizlenmiş olması biraz geç uyanmamıza sebep olsa da, bu yol geri dönülmez değildir.

Avustralya gibi eşcinselliği daha ilkokulda normalleştirmek, analarımızın evleri ve evlâtları üzerindeki sorumluluklarından vazgeçip -sözde- daha özgür bir hayatı tercih etmelerinin önünü açmak, kadını ve erkeği Allâh’ın yarattığı fıtrattan uzaklaştırmak, bir süre sonra eşcinsel evliliklerin önünü açmak ve bizi biz yapan özelliklerimizden kopmak istemiyorsak, hiç vakit kaybetmeden bu sözleşmedeki imzamızı geri çekmeliyiz.

Polonya Başbakanı’nın, hükûmetin sözleşmeden çekilme kararını açıkladığı şu sözleri, işin özeti ve çıkış yoludur: “İstanbul Sözleşmesi, kabullenemeyeceğimiz ideolojik dayatmalar içeriyor. Meselâ bunlardan biri, toplumsal cinsiyet düşüncesi… Buna göre cinsiyet doğuştan değil, sosyo-kültürel karara göre belirleniyor. Bu ideolojik varsayıma dayanan sözleşmeye göre sözleşmeyi imzalayan devletler genç nesillere bu değer ve düşünceleri öğretmek için eğitim sistemini değiştirmek zorunda. Doğduğunuz cinsiyetin önemsiz olduğunu, önemli olanın sosyo-kültürel tercihlerimize göre belirlediğimiz cinsiyet olduğunu söylüyor. Bunu yanlış buluyor ve reddediyoruz. Olan biten tek şey bu!”

Son söz: İstanbul Sözleşmesi, KADEM’in iddia ettiği gibi suçsuz bir günah keçisi değil, şeytanın ta kendisidir!