10
yıldır cılız çıkan seslerin artık yükselmeye başladığı şu günlerde, İstanbul
Sözleşmesi’nin yılmaz savunucusu KADEM, 16 maddelik bir bildiriyle sorunun
içinde kalacağını açıkça ilân etti.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kızı Sümeyye
Bayraktar’ın KADEM Başkan Yardımcısı olması, sözleşmenin iptal sürecinde epeyce
zorlanılacağını gösteriyor. Ancak, özellikle muhafazakâr kesimde büyüyen
tepkiler, dayatılmış bu sözleşmenin kalıcı olamayacağı umudumuzu da canlı
tutuyor.
Kadın
cinayetleri gerçekten dünya için bir sorun mu?
Birleşmiş Milletler Uyuşturucu ve Suç
Ofisi (UNODC) 2019 Küresel Cinayet Raporu’na göre, 2017’de cinayete kurban
giden 464 bin kişiden sadece 87 bini kadın. (“Sadece” ifadesini, sayıyı
küçümsemekle alâkalı değil, toplam içerisindeki oranından dolayı kullandım.) Ve
bu 87 binin yaklaşık 50 bini “kadın cinayeti” tanımına uygun kurbanlar.
Kalan 37 bin civarında kurbanın öldürülme
sebeplerinin cinsiyetle alâkalı olmadığı geçmiş kayıtlara. 377 bin erkekten
yaklaşık 28 bini “erkek cinayeti” kurbanı olurken, kadınların toplamda 38 bin
erkeği öldürdüğü geçiyor aynı raporda.
Bu sayılar bize şunu açıkça gösteriyor ki,
cinsiyetleri sebebiyle işlenmiş cinayetlerde kurbanların yaklaşık yüzde 36’sı
erkek, yüzde 64’ü ise kadın. Toplamda ise cinayete kurban giden kişilerin yüzde
81’inden fazlasının erkek olduğunu görüyoruz. Buradan çok net anlayabiliyoruz
ki, dünyadaki sorun, kadın cinayetleri değil, cinsiyetten bağımsız olarak
işlenen cinayetlerdir.
Türkiye
kadın cinayetlerinde dünyanın neresinde?
Dünya Sağlık Örgütü (WHO) kadın cinayetleri
verilerine göre 2015’te Türkiye, en iyi dördüncü sırada bulunuyor. Aynı
verilere göre 17 Avrupa ülkesi ve ABD, bizden daha kötü durumda bulunuyor. Bizimle
aynı sırayı paylaşan 5 Avrupa ülkesi var.
Tabiî ki cinayetin iyisi kötüsü, azı çoğu
olmaz ama sayılarla medeniyet ölçmeye alışık olan dünyada, Türkiye’nin bu
konuda gayet iyi bir durumda olduğunu söylemek de abes olmamalı. Ancak
Türkiye’de cinsiyet sebebiyle işlenmiş cinayetlerle sıradan cinayetler
arasındaki farkı gözetmeden ya da intiharları da “intihar süsü verilmiş
cinayetler” olarak sunan sivil toplum örgütlerinin verilerine göre kadın
cinayetlerinde son 10 yılda gözle görülür bir artış var.
Ne tesadüftür ki, bu artış periyodu,
2011’de koşulsuz şerhsiz imzaladığımız İstanbul Sözleşmesi ile başlıyor!
İstanbul
Sözleşmesi gerçekte kimi/neyi koruyor?
Tam adı, “Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile
İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye ilişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi”
olduğu hâlde İstanbul’da imzaya açıldığı için İstanbul Sözleşmesi diye anılıyor
malûm metin. Açık adı ile sınırlı kalması kaydı ile çok da sorunlu bir sözleşme
olmaması gerektiğini düşünebiliriz aslında. Ancak ne sözleşme adına bağlı
kalınmış içerikte, ne de sözde şiddetin önlenme yolları doğru.
Türkiye olarak, kadına karşı şiddette
sayısal anlamda bir sorun yaşamadığımız dönemde böyle bir sorunumuz varmış gibi
davranmış olmamamız ve bu sorunu çözmek için uluslararası destek almayı taahhüt
eden (Sözleşmenin Amacı, d bendi) bir sözleşme imzalamamız çok anlamsızdı
aslında. Ancak bunu daha da büyük bir soruna dönüştüren, imzaladığımız metnin
hiçbir maddesine şerh koymamamız ve körü körüne sahiplendiğimiz bu sözleşme gereği
hazırladığımız 6284 Sayılı Kanun…
İstanbul Sözleşmesi, toplumun kadın ve
erkek için biçtiği rolü örf, âdet ve gelenekleri, dinî ve kültürel birikimleri “kadına
yönelik şiddetin kaynağı” olarak görüyor (Genel Yükümlülükler, madde 1 ve 5).
Yani sözleşme ile bizden istenen; dinî
bilgilerimizden kurtulmamız, hayatımızdaki töresel unsurlardan vazgeçmemiz,
binlerce yıllık Türk geleneğini yok saymamızdan başka bir şey değil.
Bunu yaparken, bizim en çok değer
verdiğimiz “kadın” figürünü kullanmalarını da dayatıcılar açısından çok
akıllıca bulduğumu söylemek zorundayım.
Kadın, hem Türk, hem de İslâm kültürü
açısından, toplumun incitmekten korktuğu, analık vasfından dolayı saygı duyduğu,
evin direği olarak gördüğü vazgeçilmez bir figür.
Toplumsal cinsiyeti, “toplumun kadınlar ve erkekler için inşâ ettiği roller” olarak tarif ederken (Tanımlar, c bendi) doğuştan sahip olduğumuz değil, toplumun dayattığı cinsiyet rolünü üstlenmemizi teşvik ediyor.
Bunlar yetmiyormuş gibi, “Toplumsal
Cinsiyet Eşitliği” adı altında farklı cinsel tercihlerin korunması da sözleşme
ile garanti altına alınıyor. “Mâlî Kaynaklar” bölümündeki, “Taraflar, sivil toplum ve sivil toplum kuruluşları tarafından yürütülenler
de dâhil işbu sözleşme kapsamında yer alan her türlü şiddetle mücadele ve
şiddeti önlemeye yönelik bütüncül politikaların, tedbirlerin ve programların
uygun biçimde uygulanması için yeterli mâlî ve beşerî kaynak tahsis eder”
maddesi, toplumsal kabûl görmeyen dernek ve kuruluşların da desteklenmesine
hükmediyor.
Zira hepimiz biliyoruz ki, toplumsal
cinsiyet eşitliğini savunanlar, din ve devlet düşmanları ile LGBTi savunucusu
kurumlar!
Ve tabiî ki en can alıcı olan, “Eğitim”
bölümünde yer alan, “Öğretim
materyallerine, resmî müfredata ve eğitimin her seviyesine eklenmesi için
gerekli adımları atar” maddesi…
Maalesef, Millî Eğitim Bakanlığı 2012’den
bu yana sözleşme gereği değişiklikleri yaparak, kitaplarda genellikle
cinsiyetsiz figürler kullanmaya başlamış ve eğitimcileri toplumsal cinsiyet
eşitliği konusunda da eğitme gayretine girişmiş durumda. Çocukluktan başlayan
bu eğitim sistemi ile yapılmaya çalışılanın tercihli cinsiyet olduğunu görmemek
mümkün değil!
Görüldüğü gibi İstanbul Sözleşmesi, kadını
korumak amacını aşmış, cinsel sapkınlıkları teşvik eden, aile yapımızı, dinî ve
toplumsal öğretilerimizi değiştirme amacı güden bir hâl almıştır.
İstanbul Sözleşmesi, derhâl kurtulmak
zorunda olduğumuz bir tuzaktır!
Bugün HDP ve CHP gibi siyâsî partilerin,
feministlerin ve adının içinde “LGBTi” geçen onlarca derneğin İstanbul
Sözleşmesi’nin devamı konusunda görüş bildirmesinden de açıkça anlaşılıyor ki,
bu sözleşme Türkiye için hayırlı değildir. Aslında sözleşmenin TBMM’de kabulü
sırasında muhalefetin verdiği akıl almaz destekten de bu anlaşılmalı ve bir kez
daha “Nerede hatâ yapıyoruz?” diye
düşünülmeliydi.
Her ne kadar savunucuları tarafından
“toplumsal cinsiyet” ve “cinsel yönelim” ifadeleri sözleşmenin özüyle ilgili
görülmüyor olsa da Türk toplumuna dayatılmaya çalışılan en ideolojik
kavramların bu ikisi olduğunda şüphe yok. Bu iki kavramın çok sinsice metnin
içine gizlenmiş olması biraz geç uyanmamıza sebep olsa da, bu yol geri dönülmez
değildir.
Avustralya gibi eşcinselliği daha
ilkokulda normalleştirmek, analarımızın evleri ve evlâtları üzerindeki
sorumluluklarından vazgeçip -sözde- daha özgür bir hayatı tercih etmelerinin
önünü açmak, kadını ve erkeği Allâh’ın yarattığı fıtrattan uzaklaştırmak, bir
süre sonra eşcinsel evliliklerin önünü açmak ve bizi biz yapan
özelliklerimizden kopmak istemiyorsak, hiç vakit kaybetmeden bu sözleşmedeki
imzamızı geri çekmeliyiz.
Polonya Başbakanı’nın, hükûmetin
sözleşmeden çekilme kararını açıkladığı şu sözleri, işin özeti ve çıkış
yoludur: “İstanbul Sözleşmesi,
kabullenemeyeceğimiz ideolojik dayatmalar içeriyor. Meselâ bunlardan biri,
toplumsal cinsiyet düşüncesi… Buna göre cinsiyet doğuştan değil, sosyo-kültürel
karara göre belirleniyor. Bu ideolojik varsayıma dayanan sözleşmeye göre
sözleşmeyi imzalayan devletler genç nesillere bu değer ve düşünceleri öğretmek
için eğitim sistemini değiştirmek zorunda. Doğduğunuz cinsiyetin önemsiz
olduğunu, önemli olanın sosyo-kültürel tercihlerimize göre belirlediğimiz cinsiyet
olduğunu söylüyor. Bunu yanlış buluyor ve reddediyoruz. Olan biten tek şey bu!”
Son söz: İstanbul Sözleşmesi, KADEM’in
iddia ettiği gibi suçsuz bir günah keçisi değil, şeytanın ta kendisidir!