Gül sevgisi için İbrahim olmalı

“Ömrümün dersini aldım küçük bir kız çocuğundan. ‘Bilmiyor musun neden böyle?’ diye sordu ve devam etti: ‘O’nun adı erkeklerde Ahmet’tir, Mahmut’tur, Muhammed’dir, Mustafa’dır, Muhtar’dır, kız çocuklarında ise Gül’dür. Gül, Peygamberimizin ismidir. Biz bu gül ismine Gül’ün sevdiğini eklemiş ve Ayşegül yapmışız…’” (Nihat Sami Banarlı)

RAHMETLİ Sezai Karakoç, “Gelin gülle başlayalım -söze- atalara uyarak/ Baharı koklayarak girelim kelimeler ülkesine” diye yazar “Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine” isimli şiirinde. Öyleyse gelin, biz de gülle başlayalım…

Gül, zor yetiştirilen bir çiçektir. Nazlıdır, nezaket ister. Asidir, asalet ister. Gül şahtır, şah-ı ezhardır (çiçeklerin şahı). Üç boğum ve on sekiz yapraktan oluşur gül. Birinci boğumda 5 yaprak vardır, İslâm’ın şartını temsil eder. İkinci boğumda 6 yaprak vardır, imanın şartını temsil eder. Üçüncü boğumda 7 yaprak vardır, Fatiha Sûresi’nin yedi ayetini temsil eder. Toplam 18 yaprak, Fahr-i Kâinat’ın yüzü suyu hürmetine yaratılmış olan on sekiz bin âlemi temsil eder. Eski şiir ve nesrimizde, “gül-i gülzar-ı Rüsul”, “gül-i gülzar-ı Nübüvvet”, “gül-i gülzar-ı Risalet” gibi sıfatlarının kullanılması bundandır. Bizim kültürümüzde gül, bir çiçek olmanın çok ötesinde anlamlar taşır. 

Gül sevgilidir. Gül candır. Gül en çok sevilendir… 

Bizim kültürümüzde gül yüzlü güzel insanlara, Allah dostlarına çoğunlukla “Gül Baba” denir. Bilinen Gül Baba isimli üç kişi vardır; birisi şu an Galatasaray Lisesinin bahçesinde medfundur. İkincisi Budapeşte’de, Budin kal’asını ve Estergon’u kollamaktadır. Üçüncüsü, başşehrimizin muhafızıdır. 

Gül, bizim için, bunlardan ibaret değildir elbette. Gül, bizim için, “seccâdesi kumdan olana” duyduğumuz sevdanın adıdır. Bizde gül, kâinatın yüzü suyu hürmetine yaratılmış olanı temsil eder. Şair Nevres’in, “Berki gülle andelib-i zarı tekfin ettiler/ Bir gülistan beytini kabrinde telkin ettiler” demesi bundandır. Süleyman Çelebi’nin de, “Terlese güller olurdu her teri” diye yazması da… 

Bunu en güzel Yûnus açıklar: “Sordum sarı çiçeğe:/ ‘Sizde güle ne denir?’/ Çiçek der ki, ‘Derviş baba,/ Gül Muhammed teridir’.”

Evet, gül, Hazreti Muhammed’in terinin damlasından yaratılmıştır. Gül, Peygamberimizin sembolüdür. Ümmi Sinan’ın, “Seyrimde bir şehre vardım/ Gördüm sarayı güldür gül/ Sultanımın tacı tahtı/ Bağı divanı güldür gül/ Gül alırlar, gül satarlar/ Gülden terazi tutarlar/ Gülü gül ile tartarlar/ Çarşı pazarı güldür gül/ Toprağı güldür, taşı gül/ Kurusu güldür, yaşı gül/ Has bahçesinin içinde/ Selvi çınarı güldür gül” demesi bundandır. 

Nihat Sami Banarlı Hoca, hoş bir anekdot olarak anlatır Tokat’ın küçük bir kasabasında bir araya toplanmış kız çocuklarını gördüğünde yaşadıklarını. “Adlarını sordum” der Banarlı Hoca, “Gül, Güler, Gülizar, Güllü, Gülben, Gülümser, Gül, Gülbahar, Gülbeden, Gülistan, Gülhan, Gülşan, Gülcan, Gülten, Gülriz, Gülnur, Gülenaz, Gülay, Güler, Gülsever, Gülbey, Gülçin, Gülcihan… Hepsi güllü isimler. Merak ettim, sordum: ‘Burada gül çok mu yetiştirilir?’ Ömrümün dersini aldım küçük bir kız çocuğundan. ‘Bilmiyor musun neden böyle?’ diye sordu ve devam etti: ‘O’nun adı erkeklerde Ahmet’tir, Mahmut’tur, Muhammed’dir, Mustafa’dır, Muhtar’dır, kız çocuklarında ise Gül’dür. Gül, Peygamberimizin ismidir. Biz bu gül ismine Gül’ün sevdiğini eklemiş ve Ayşegül yapmışız…’” 

İşte bu sebeple olsa gerek, Necati, “Yılda bir kerre menâr-i sâhdan dîdâr gül,/ Gösterir nite ki nûr-i Ahmed-i Muhtâr gül” [1] demiştir. 

Gül ile Hazreti Peygamber sevgisi, sevginin en müşahhas hâli Sultan Birinci Ahmed’de tezahür etmiştir. O, Kutsal Emanetleri Mısır’a gönderdikten sonra, Hazreti Peygamber’in ayağı şeklinde bir sorguç yaptırıp, Cuma, bayram ve diğer günlerde teberrüken hilâfet sarığına takar, ayrıca içindeki duyguyu bir murabba ile dile getirir. Bir tahta üzerine resmedilen kadem-i şerifin kenarlarına yazdığı bu murabbayı, kendi hattıyla yazıp şeyhi Hudayî’ye gönderir, o da dergâhın duvarına asar. Bu murabba, devrinde çok beğenilir. Murabbaın Itrî tarafından bestelendiği rivayet edilmektedir. Murabba şöyledir: “N’ola tâcım gibi başımda götürsem daim/ Kademi nakşını o Hazret-i Şâh-ı Rusulün/ Gül-i gülzâr-ı Nübüvvet o kadem sahibidir/ Ahmedâ durma yüzün sür kademine o gülün.” [2]

Tasavvufî sembolizmde açılmamış gonca vahdeti, açılmış gül ise kesreti (çokluk âlemini) temsil eder. Yani gül hem kesrettir, hem vahdet. Ayrıca “gül-i rana” iç içe sevgilerin alâmeti, “gül-i sadberk” binbir alâkanın işareti, “kırmızı gül” ise İlâhî ihtişamın tezahürü sayılmıştır. Bir de “gül yalamak” vardır ki sayfalarca yazılması gerek.

Ayrıca Orta Asya’da Buhara halkı tarafından kutlanan “îd-i gül-i surh” yani “kırmızı gül bayramı” vardır. Bu bayram mühim bir gelenek ve bir türbe ziyaretidir. Nevruz Bayramı’ndan (21 Mart’tan) on gün sonra, kırmızı çiçeklerin ve güllerin açtığı zamana denk gelen gül-i surh bayramında türbeler ziyaret edilir ve özel törenler yapılır. Özellikle Buhara yakınındaki Hoca Bahâeddin Nakşibendî’nin türbesine gidilir, kurbanlar kesilir, bayram yemekleri pişirilip dağıtılır. Geleneklere uygun olarak gül şerbetleri yapılır ve altın ve de gümüşten özel kâselerle halka dağıtılır. Bu bayramda insanlar evliyaların mezarlarını ziyaret edip oraya çiçek koyar, Kur’ân okur ve ayrıca birbirlerine çiçek verirler. 

Bizim kültürümüzde, Erzurum’da medfun Ebû İshâk Kâzerûnî’nin türbesinde yetişen güllerin her derde devâ olduğuna inanılmıştır. Bu güllerin bir başka özelliği, kabaran ve coşan denizleri sakinleştirmesidir. Rivayete göre, denizciler fırtınaya tutulup gemileri batma tehlikesiyle karşılaşınca Kâzerûnî türbesinin güllerinden birkaç tanesini denize atmışlar. Böylece deniz sakinleşmiş ve kurtulmuşlar. 

Bizim kültürümüzde dört mevsimden birinin adı “gül mevsimi”dir. Gül, aynı zamanda şifadır. Başı ağrıyanın, o güllerden birazını ağzında çiğneyip alnına sürmesiyle şifa bulduğu söylenir.

Gül, edebiyatın da temel direğidir. Özellikle eski edebiyatımızın vazgeçilmez sembolüdür. Eski edebiyatımızda gül ve bülbül mesnevileri yazılmış, gazel ve kasidelerde gül konu edilmiş, gül ile bülbül eşleştirmesi yapılmıştır. Gül üzerine yazılanlar sayılamayacak kadar çoktur. “Gül ü Bülbül” (Florance and Nathingale), “Gül ü Hüsrev”, “Bülbülname” gibi eserlerin hepsi gül üzerinedir. 

Öte yandan halk edebiyatımızda da gülün apayrı bir yeri olmuştur. Halk hikâyelerinde kahramanların birçoğu güllü isimlerdir: Güllü Han ile Melikşah, Mahi Varaka ile Gülşah, Hüsrev ile Gülruh, Gül ile Sitemkâr…

Cumhuriyet döneminde Yahya Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar, Ahmet Muhip, Behçet Necatigil, Edip Cansever, Hilmi Yavuz ve Sezai Karakoç’un gül üzerine yazdıkları olağanüstüdür. Yahya Kemal, “Söz Meydanı” adlı gazelinde, “Zaman o gül gibi gül görmemiş zaman olalı/ Gülün güzelliği dillerde destan olalı” diye yazmaktadır. Beşir Ayvazoğlu’nun “Güller Kitabı” ise gerçek bir başyapıttır. 

Gülün engin anlamı bizim kültürümüzde olduğu gibi diğer kültürlerde de vardır. Umberto Eco’nun “Gülün Adı” romanı, gülün Orta Çağ Hıristiyan dünyasındaki gizemine büyük bir kapı aralamıştır. Bizde Şair Kara Fazli Gül ü Bülbül’ü yazarken, Fransız şiirinde Pierre de Ronsard da gül temalı şiirler yazmıştır. Keza Yahya Kemal ile Rainer Maria Rilke de birbirlerini bilmeden “gül” temalı şiirler yazmışlardır. 

Söze gülle başladık, “Gül şifadır” dedik. Sadece bunlar değil bizdeki gülün mahareti ve marifeti elbette. Allah dostu İbrahim’in (Halilullah) ateşe atıldığında, o ateş öbeğinin bir gül bahçesine dönüştüğünü de unutmayalım, gül sevgisi için İbrahim olmak gerektiğini de…


[1] Gül dalın minaresinden yılda bir kere, Hz. Muhammed’in nuru gibi yüz gösterir.

[2] O peygamberler sultanının ayağının nakşını, tacım gibi daima başımda taşısam ne olur? Zira bu ayağın sahibi, peygamberlik bahçesinin gülüdür. Ey Ahmet durma o gülün ayağına yüzünü sür.