Gül’le başlamak

Adı (Mehmet) Gül, Soyadı (Şeker) Şükker olan zamane evliyası can dostum Mehmet Şeker’in tavsiyesi ve ismiyle müsemma günümüzün Yavuz Selim (Han)’ın daveti üzerine, yazılarımızın ilkine, insanların “dilce susup bedence konuştuğu” bir çağda, çok kolay olmasa da Gül’le başlamak istedik. Onun şefaatını talep ederek Yaman Dede’nin dili ve yüreğiyle seslenelim: “Amân lafzı senin ism-i şerîfinle müsâvîdir/ Anınçün 'âşıkın zikri amândır yâ Resûlallâh”

 “GELİN gülle başlayalım -söze- atalara uyarak/ Baharı koklayarak girelim kelimeler ülkesine” diye yazar Şair Sezai Karakoç “Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine” isimi şiirinde…

Gülü bilirsiniz… Gül, bir çiçek olmanın çok ötesinde anlamlar taşır. Gül, sevgilidir. Gül, candır. Gül, en çok sevilendir. Üç boğum ve on sekiz yapraktan oluşur. Birinci boğumda beş yaprak vardır: İslâm’ın şartını temsil eder. İkinci boğumda altı yaprak vardır: İmanın şartını temsil eder. Üçüncü boğumda yedi yaprak vardır: Fatiha Suresi’nin yedi ayetini temsil eder. Toplam on sekiz yaprak, Fahr-i Kâinat’ın yüzü suyu hürmetine yaratılmış olan on sekiz bin âlemi temsil eder. Bizde, gül yüzlü güzel insanlara, Allah dostlarına çoğunlukla “Gül Baba” denir. “Gül Baba” isimli üç kişiden biri şu an Galatasaray Lisesi’nin bahçesinde, diğeri Macaristan Budapeşte’de, sonuncusu ise Ankara'da medfundur.

Gül, bizim için bunlardan ibaret değildir elbette. Gül bizim için, “Seccadesi kumdan olana” duyduğumuz sevdanın adıdır. Kerküklü Nevres’in, “Berki gülle andelib-i zarı tekfin ettiler/ Bir gülistan beytini kabrinde telkin ettiler” demesi bundandır.

Gül, bizde, kâinatın yüzü suyu hürmetine yaratılmış olanı temsil eder. Bunu en güzel Yunus açıklar: 

“Sordum sarı çiçeğe/ Sizde güle ne denir/ Çiçek der ki derviş baba/ Gül Muhammed teridir”

Evet, gül, Hz. Muhammed’in terinin damlasından yaratılmıştır. Gül, Hz. Peygamber’i temsil eder. Ümmi Sinan’ın;

“Seyrimde bir şehre vardı/ Gördüm sarayı güldür gül/ Sultanımın tacı tahtı/ Bağı divanı güldür gül…

Gül alırlar gül satarlar/ Gülden terazi tutarlar/ Gülü gül ile tartarlar/ Çarşı pazarı güldür gül…

Toprağı güldür, taşı gül/ Kurusu güldür, yaşı gül/ Has bahçesinin içinde/ Selvi çınarı güldür gül...

…..

Ummi Sinan gel vasfeyle/ Gül ile Bülbül devrini/ Meğer şu garip bülbülün/ Ahu figanı güldür gül…” demesi bundandır.

Rahmetli Nihad Sami Banarlı Hoca, bir anısını şöyle anlatır Tokat’ın küçük bir kasabasında bir arada toplanmış kız çocuklarını gördüğünde yaşadıklarını…

“Adlarını sordum” der Banarlı hoca… “Gül, Güler, Gülizar, Güllü, Gen, Gülümser, Gül, Gülbahar, Gülbeden, Gülistan, Gülhan, Gülşan, Gülcan, Gülten, Gülriz, Gülnur, Gülenaz, Gülay, Güler, Gülsever, Gülbey, Gülçin, Gülcihan… Hepsi güllü isimler. Merak ettim sordum; burada gül çok mu yetiştirilir? Ömrümün dersini aldım küçük bir kız çocuğundan: ‘Bilmiyor musun neden böyle?’ diye sordu ve devam etti: ‘O’nun adı erkeklerde Ahmet’tir, Mahmut’tur, Muhammed’dir, Mustafa’dır, Muhtar’dır; kız çocuklarında ise Gül’dür. Gül Peygamberimizin ismidir.’”

Biz bu gül ismine Gül’ün sevdiğini eklemiş ve Ayşegül yapmışız…Bu sebeple olsa gerek, Necati, “Yılda bir kerre menâr-i sâhdan dîdâr gül,/ Gösterir nite ki nûr-i Ahmed-i Muhtâr gül.”[i] demiştir.

Bizde O’na duyulan sevginin en müşahhas hâli, Sultan I. Ahmed’de tezahür etmiştir. O, içindeki duyguyu bir murabba ile dile getirmiştir. Kutsal emanetleri Mısır’a gönderdikten sonra, Hz. Peygamber'in ayağı şeklinde bir sorguç yaptırmış ve o sorgucu, Cuma, bayram ve diğer günlerde teberrüken hilâfet sarığına takmıştır. Ayrıca bir tahta üzerine resmedilen kadem-i şerifin kenarlarına bu murabbaını, kendi hattıyla yazmış ve Şeyhi Hudayî hazretlerine hediye etmiştir. XVII. asır bestekârlarından Hâfız Kumral Hüdâî ve/veya Buhurizade Mustafa Itrî tarafından bestelendiği rivayet edilen bu murabba şöyledir:

“N”ola tâcım gibi başımda götürsem daim/ Kademi nakşını o Hazret-i Şâh-ı Rusulün/ Gül-i gülzâr-ı nübüvvet o kadem sahibidir/ Ahmedâ durma yüzün sür kademine o Gülün”[ii]

Tasavvufî sembolizmde, açılmamış gonca vahdeti, açılmış gül ise kesreti (çokluk âlemini) temsil eder. Bir de Orta Asya’da Buhara halkı tarafından kutlanan “îd-i gül-i surh” yani “kırmızı gül bayramı” vardır. Bu bayram türbe ziyaretini de içeren mühim bir gelenektir. Nevruz Bayramı (21 Mart)’ndan on gün sonra, kırmızı çiçeklerin ve güllerin açtığı zamana denk gelen gül-i surh bayramında, türbeler ziyaret edilir ve özel törenler yapılır. Özellikle Buhara yakınındaki Hoca Bahâeddin Nakşibend’in türbesine gidilir, kurbanlar kesilir, bayram yemekleri pişirilip dağıtılır. Geleneklere uygun olarak gül şerbetleri yapılır ve altın ve gümüşten özel kâselerle halka dağıtılır. Bu bayramda insanlar evliyaların mezarlarını ziyaret edip oraya çiçek koyarlar, Kur’ân okurlar, ayrıca birbirlerine çiçek verirler. Bizim kültürümüzde, Ebû İshâk Kâzerûnî’nin türbesinde yetişen güllerin her derde devâ olduğuna inanılmıştır. Rivâyete göre, denizciler fırtınaya tutulup gemileri batma tehlikesiyle karşılaşınca, Kâzerûnî türbesinin güllerinden birkaç tanesini denize atarlar. O güllerle deniz sakinleşir ve denizciler kurtulurmuş. Gül, aynı zamanda şifadır. Başı ağrıyanlar o güllerden birazını ağzında çiğneyip alnına sürer ve şifâ bulduğu söylenir.

İşte bütün bu sebeplerden dolayı, adı (Mehmet) Gül, Soyadı (Şeker) Şükker olan zamane evliyası can dostum Mehmet Şeker’in tavsiyesi ve ismiyle müsemma günümüzün Yavuz Selim (Han)’ın daveti üzerine, yazılarımızın ilkine, insanların “dilce susup bedence konuştuğu” bir çağda, çok kolay olmasa da Gül’le başlamak istedik. Onun şefaatını talep ederek Yaman Dede’nin dili ve yüreğiyle seslenelim:

“Amân lafzı senin ism-i şerîfinle müsâvîdir/ Anınçün 'âşıkın zikri amândır yâ Resûlallâh”[iii]

 


[i]“Gül dalın minaresinden yılda bir kere, Hz. Muhammed’in nuru gibi yüz gösterir.”

[ii]“O Peygamberler Sultanı’nın ayağının nakşını, tacım gibi daima başımda taşısam ne olur? Zira bu ayağın sahibi, peygamberlik bahçesinin gülüdür. Ey Ahmet, durma o gülün ayağına yüzünü sür.”

[iii]Aman kelimesi senin şerefli isminle (ebcede) eşittir.

Onun için aşığın zikri amandır ey Allah’ın Elçisi!”