“GELİN gülle başlayalım -söze- atalara uyarak/ Baharı
koklayarak girelim kelimeler ülkesine” diye yazar Şair Sezai Karakoç “Sürgün
Ülkeden Başkentler Başkentine” isimi şiirinde…
Gülü
bilirsiniz… Gül, bir çiçek olmanın çok ötesinde anlamlar taşır. Gül,
sevgilidir. Gül, candır. Gül, en çok sevilendir. Üç boğum ve on sekiz yapraktan
oluşur. Birinci boğumda beş yaprak vardır: İslâm’ın şartını temsil eder. İkinci
boğumda altı yaprak vardır: İmanın şartını temsil eder. Üçüncü boğumda yedi
yaprak vardır: Fatiha Suresi’nin yedi ayetini temsil eder. Toplam on sekiz
yaprak, Fahr-i Kâinat’ın yüzü suyu hürmetine yaratılmış olan on sekiz bin âlemi
temsil eder. Bizde, gül yüzlü güzel insanlara, Allah dostlarına çoğunlukla “Gül
Baba” denir. “Gül Baba” isimli üç kişiden biri şu an Galatasaray Lisesi’nin
bahçesinde, diğeri Macaristan Budapeşte’de, sonuncusu ise Ankara'da medfundur.
Gül,
bizim için bunlardan ibaret değildir elbette. Gül bizim için, “Seccadesi kumdan
olana” duyduğumuz sevdanın adıdır. Kerküklü Nevres’in, “Berki gülle andelib-i zarı tekfin ettiler/ Bir gülistan beytini
kabrinde telkin ettiler” demesi bundandır.
Gül,
bizde, kâinatın yüzü suyu hürmetine yaratılmış olanı temsil eder. Bunu en güzel
Yunus açıklar:
“Sordum sarı
çiçeğe/ Sizde güle ne denir/ Çiçek der ki derviş baba/ Gül Muhammed teridir”
Evet,
gül, Hz. Muhammed’in terinin damlasından yaratılmıştır. Gül, Hz. Peygamber’i
temsil eder. Ümmi Sinan’ın;
“Seyrimde bir
şehre vardı/ Gördüm sarayı güldür gül/ Sultanımın tacı tahtı/ Bağı divanı
güldür gül…
Gül alırlar gül
satarlar/ Gülden terazi tutarlar/ Gülü gül ile tartarlar/ Çarşı pazarı güldür
gül…
Toprağı güldür,
taşı gül/ Kurusu güldür, yaşı gül/ Has bahçesinin içinde/ Selvi çınarı güldür
gül...
…..
Ummi Sinan gel
vasfeyle/ Gül ile Bülbül devrini/ Meğer şu garip bülbülün/ Ahu figanı güldür
gül…”
demesi bundandır.
Rahmetli
Nihad Sami Banarlı Hoca, bir anısını şöyle anlatır Tokat’ın küçük bir
kasabasında bir arada toplanmış kız çocuklarını gördüğünde yaşadıklarını…
“Adlarını
sordum” der Banarlı hoca… “Gül, Güler, Gülizar, Güllü, Gen, Gülümser, Gül,
Gülbahar, Gülbeden, Gülistan, Gülhan, Gülşan, Gülcan, Gülten, Gülriz, Gülnur,
Gülenaz, Gülay, Güler, Gülsever, Gülbey, Gülçin, Gülcihan… Hepsi güllü isimler.
Merak ettim sordum; burada gül çok mu yetiştirilir? Ömrümün dersini aldım küçük
bir kız çocuğundan: ‘Bilmiyor musun neden böyle?’ diye sordu ve devam etti: ‘O’nun
adı erkeklerde Ahmet’tir, Mahmut’tur, Muhammed’dir, Mustafa’dır, Muhtar’dır;
kız çocuklarında ise Gül’dür. Gül Peygamberimizin ismidir.’”
Biz bu gül ismine Gül’ün sevdiğini eklemiş ve Ayşegül yapmışız…Bu sebeple olsa gerek, Necati, “Yılda bir kerre menâr-i sâhdan dîdâr gül,/ Gösterir nite ki nûr-i Ahmed-i Muhtâr gül.”[i] demiştir.
Bizde
O’na duyulan sevginin en müşahhas hâli, Sultan I. Ahmed’de tezahür etmiştir. O,
içindeki duyguyu bir murabba ile dile getirmiştir. Kutsal emanetleri Mısır’a
gönderdikten sonra, Hz. Peygamber'in ayağı şeklinde bir sorguç yaptırmış ve o
sorgucu, Cuma, bayram ve diğer günlerde teberrüken hilâfet sarığına takmıştır.
Ayrıca bir tahta üzerine resmedilen kadem-i şerifin kenarlarına bu murabbaını,
kendi hattıyla yazmış ve Şeyhi Hudayî hazretlerine hediye etmiştir. XVII. asır bestekârlarından
Hâfız Kumral Hüdâî ve/veya Buhurizade Mustafa Itrî tarafından bestelendiği
rivayet edilen bu murabba şöyledir:
“N”ola tâcım gibi
başımda götürsem daim/ Kademi nakşını o Hazret-i Şâh-ı Rusulün/ Gül-i gülzâr-ı
nübüvvet o kadem sahibidir/ Ahmedâ durma yüzün sür kademine o Gülün”[ii]
Tasavvufî
sembolizmde, açılmamış gonca vahdeti, açılmış gül ise kesreti (çokluk âlemini)
temsil eder. Bir de Orta Asya’da Buhara halkı tarafından kutlanan “îd-i gül-i
surh” yani “kırmızı gül bayramı” vardır. Bu bayram türbe ziyaretini de içeren
mühim bir gelenektir. Nevruz Bayramı (21 Mart)’ndan on gün sonra, kırmızı
çiçeklerin ve güllerin açtığı zamana denk gelen gül-i surh bayramında, türbeler
ziyaret edilir ve özel törenler yapılır. Özellikle Buhara yakınındaki Hoca
Bahâeddin Nakşibend’in türbesine gidilir, kurbanlar kesilir, bayram yemekleri
pişirilip dağıtılır. Geleneklere uygun olarak gül şerbetleri yapılır ve altın
ve gümüşten özel kâselerle halka dağıtılır. Bu bayramda insanlar evliyaların
mezarlarını ziyaret edip oraya çiçek koyarlar, Kur’ân okurlar, ayrıca
birbirlerine çiçek verirler. Bizim kültürümüzde, Ebû İshâk Kâzerûnî’nin
türbesinde yetişen güllerin her derde devâ olduğuna inanılmıştır. Rivâyete
göre, denizciler fırtınaya tutulup gemileri batma tehlikesiyle karşılaşınca,
Kâzerûnî türbesinin güllerinden birkaç tanesini denize atarlar. O güllerle
deniz sakinleşir ve denizciler kurtulurmuş. Gül, aynı zamanda şifadır. Başı
ağrıyanlar o güllerden birazını ağzında çiğneyip alnına sürer ve şifâ bulduğu
söylenir.
İşte
bütün bu sebeplerden dolayı, adı (Mehmet) Gül, Soyadı (Şeker) Şükker olan zamane
evliyası can dostum Mehmet Şeker’in tavsiyesi ve ismiyle müsemma günümüzün
Yavuz Selim (Han)’ın daveti üzerine, yazılarımızın ilkine, insanların “dilce susup bedence konuştuğu” bir çağda, çok
kolay olmasa da Gül’le başlamak istedik. Onun şefaatını talep ederek
Yaman Dede’nin dili ve yüreğiyle seslenelim:
“Amân lafzı senin ism-i şerîfinle müsâvîdir/
Anınçün 'âşıkın zikri amândır yâ Resûlallâh”[iii]
[ii]“O Peygamberler Sultanı’nın
ayağının nakşını, tacım gibi daima başımda taşısam ne olur? Zira bu ayağın
sahibi, peygamberlik bahçesinin gülüdür. Ey Ahmet, durma o gülün ayağına yüzünü
sür.”
[iii] “Aman kelimesi senin şerefli isminle (ebcede)
eşittir.
Onun için aşığın zikri amandır ey Allah’ın Elçisi!”