Gül kokan duygu: Aşk

Gülden bir nefes alıp yine güle veremedik. Gülü ötelerde hayal edip uzaklara düştük hep. Koparılmış bir gülün başında oturup matemini çektik sadece. Aşk gülünün renk ve kokusunun farkına ancak mevsimi geçtikten sonra vardık. Bilemedik gülün renk, güzellik ve kokusundan kalplerimize sunulan lezzetleri.

AŞK, insanı halden hale sokan, gülerken ağlatan, ağlarken güldüren, çocuklaştıran, bazen anlamsızlaştıran, bazen de içine dürülüp kendi varlığında yok olmayı öğreten bir mefhum. Âşıksanız, nasıl bir karmaşa içinde olduğunuzu çokça zaman anlayamazsınız; aşkın coşkusu alır götürür sizi adı olmayan şehirlere. Uzaklıklar, kayboluşlar, zenginlikleriniz, gülmekle ağlamak arasında sıkışan duygularınızla dilinizden dökülenler, “Ağlatıcı sevinç,/ Güldüren ıstıraplar gördüm…/ Çevirip döndürdüm bir masal gibi,/ Kendimi gördüm…” oluverir.

Söyletir aşk, titretir aşk, ürkütür aşk; acıtır, incitir, kanatır, yorar ve bilinmez sonsuzluklara fırlatıverir yüreğinizi. Çağlar boyunca insanın insana, hayvana, doğal dünyaya, hatta kendine duyduğu sevgi, karşı konulmaz seviyelere gelince, ismi “aşk” olup çıkıverir karşınıza.

Ümitsiz âşıklar, efsaneler, aşkı için ölenler, öldürenler, bir prensesin aşkı için savaşan toplumlar, işgaller, yazılan şiirler, ağaçlara kazınan baş harfleri, her müsait görülen yere yazılan isimler, çizilen kalpler, balkon altı serenatlar, gönderilen çiçekler, parfümler, yemekler, platonik ve hayalî aşklar… Nasıl olursa olsun, aşk, yüreğimizdeki heyecanlı çırpınışları hissetmek, baktığımız yerde gördüklerimizden memnun olmak, huzura ulaşmaktır.

Peki, huzur duymak mıdır aşk? Elbette aşkın getirisi, sevdalandığımız gözlerde sükûnet ve dinginliğin serin sularında uykuya dalmak olsun isteriz, lakin geçmiş zaman hikâyelerinden öğrendiğimiz kadarıyla aşk, yanmak, ceza, eziyet veya bir bakışa meftun olup diyar diyar ıstırapla dolaşıp sevgiliye ulaşamamaktır; bu da huzur ve sükûndan uzaklaşmak demektir.

Elbette aşk, “Gel!” deyince gelip, “Git!” deyince sizi terk edecek bir duygu değil. Ne zaman, ne şekilde sizi bulur bilinmez. Şimdilerde günümüz insanı, sabah aşık olup ertesi günü ayrılıktan bahsetmeye başlıyor; ne ara sevdiğini hissedip, tanıyıp, yorum getirip karar veriyor anlaşılır değil. Bir bakıyorsunuz ki, aldığı elektrik çarpı vermiş âşıkları ve ters yönlere düşüyorlar.

Nedenin köklerine inerken…

Neden her şeyi basitleştirip hususiyetini yok eden canavarlara döndük ve yozlaştık bilmiyorum, aslında nenelerimizin mahcubiyetini, şefkatini ve dedelerimizin efendiliğini, sadakatini göz göre göre yitirdik ve yozlaşmayı medeniyet zannettik. Öyle ya, eskiden anneler, çocuklarının yanında kıyafetlerini değiştirmez, mahrem kabul eder, mutlaka odalarına çekilir ve öyle giyinirlerdi, şimdilerde ebeveynler acaba buna dikkat ediyorlar mı?

Yeğenim, bir 5. sınıf öğrencisi. Beden eğitimi dersini günün tam ortasına koydukları için eşofmanlarını okulda giymek zorunda. İlk gün beden eğitimi dersine girerken, yeğenim okul formasını çıkarıp eşofmanlarını giyememiş ve öğretmenine “Eşofmanlarımı evde unuttum” demiş. Öğretmen kardeşimi çağırıp beden dersinin olduğunu bildiği halde yeğenimin eşofmanlarını getirmemiş olduğunu söyleyince kardeşim şaşırmış ve kızına, “Kızım! Eşofmanın yanındaydı, neden giymedin?” diye sormuş. Yeğenim, “Hepimizi bir odaya doldurdular ve ‘Eşofmanlarınızı giyin!’ dediler; herkes birbirini görüyor, soyunma odaları yok. Ben soyunamadım ve ‘Evde unuttum’ dedim” şeklinde ibretlik bir cevap vermiş.

Biz yozlaşmaya, her şeyi mubah görmeye küçücük yaşlarda başlatılıyoruz. “Başlatılıyoruz” diyorum, zira buyurun, ufak bir yaşanmışlık işte bu!

“Hepiniz kızsınız, bir şey olmaz. Herkes birbirinin her yerini görebilir, siz daha küçüksünüz” gibi aciz bir cümlenin arkasına sığınarak çocukları edep duygularından uzak, utanmak ve hayâ etmekten adeta muaf tutmak nasıl bir yozlaşmadır?! Bunun getirisi, elbette ayıpsız, her şeye hakkı olan, kaçgöç bilmeyen bir neslin yetişmesi demektir. Ahlakî değerleri içimizde bir yerlere gömüp ruhumuzu karartarak medenileşip çağ atlıyoruz (!). Hayır, çağ atlamıyor, kararan gönüllerimiz hakikî sevmeleri, gerçek aşkları anlayamaz oluyor.

Bencilliği, adamsendeciliği, ayıpsız yaşamayı öğreniyor ve öğretiyoruz. “Kalbim temiz” cümlesinin içine komik bir şekilde sığınıp özümüzden, inancımızın güzelliğinden uzaklaşıyoruz.  Ruhumuz rahata alışıyor, nefsimiz zevk ve sefayı seviyor, bunların getirisi olarak yüzeysel bakışları aşk sanıyoruz. Veya “Bugün seni, yarın başkasını sevebilirim” tavırlarında gün kurtarıyoruz.

Hâlbuki aşk ve sevgi nasıl da başlı başına koca bir dünyadır. İçine düştüğünüzde hem çıkmak istemez, hem kaçıp kurtulmak istersiniz. Sıradan bakışmaları aşktan saymak yürekler için hüsrandır. Dünün aşklarını bugünün sevmeleriyle mukayese bile edemeyiz. Zira geçmişte, yüreklerde menfaatten önce fedakârlık, merhamet, sahiplenme, ahde vefa vardı. İnsanlar birbirine tahammül etmeyi, yutkunmayı, kırılsa da bir kez daha affetmeyi, kırmamak için susmayı bilirlerdi. Şimdilerde ise öyle bir nesil yetiştiriyoruz ki, insana karşı sevgisiz ve tahammülsüz, fedakârlık duygusunu yitirmiş ve kendini adamaktan kaçıyor.

Can feda kalpler ister aşk

Oysa fedakârlık ve adanmışlık varsa vardır aşk. Fedakârlık ve adanmışlığın yaşamadığı yerde yaşamaz aşk. Ne yazık ki, uğruna kendini adadığı bir ideali yok günümüz insanının. Bu yüzden aşklar yalan dolan ve bunun getirisi de hep gözyaşı, intikam, huzursuzluk ve güven yoksulluğuyla dolu günü yaşama, karşısındakinin canını acıtmaktan zevk alma duygularıyla dolu kalpler…

Nefret kelimesinden uzak, menfi düşüncelerden arınmış ve mahremiyet duygusunun hususiyetiyle yetişirse çocuklarımız, gerçek sevmelerin peşinden koşarken düşüp yüreklerini yaralasalar da aşkın lezzetiyle ruhları huzurlu olacaktır.

Biz bir ömrü tükettik ama aşka dair güzellikler içimizin odalarına uğramadı, tanımadık gül kokulu duyguları. Hep beyaz gecelerde, kış mehtabına karşı haykırdık acılarımızı, dondurucu zemherilerde yeşile, çiçeğe, güle, ağaca hasret büyüdük. Gül büyütemedik koynumuzda, gül suyu yürümedi damarlarımızda. Gül büyütmenin ne demek olduğunu bilemedik.

Gülden bir nefes alıp yine güle veremedik. Gülü ötelerde hayal edip uzaklara düştük hep. Koparılmış bir gülün başında oturup matemini çektik sadece. Aşk gülünün renk ve kokusunun farkına ancak mevsimi geçtikten sonra vardık. Bilemedik gülün renk, güzellik ve kokusundan kalplerimize sunulan lezzetleri. Ayıramadık aşkın sesini yüreğimizdeki diğer seslerden. Baskın çıktı gürültüler aşkın çağrısından. Hâsılı, geçti ömür bîhaber…

“Bülbül ol!”

Ama biz büyük ruhlu,  güneş gözlü, anlayışı gür en kıymetlilerimize, geleceğimiz canlarımıza gül ile bülbül olmayı öğretmeliyiz.

Aşk, Bir Yüce’nin rüzgârında gül kokmaktır. Aşk, dünyayı yakacak gücü bulup, kendinde sevgilinin sözüyle durgun göl olabilmektir. O’nsuz çöl olmaktır. Bir beyaz sayfadır yaşadıkça çizilen, ömür kitabının en nadide yaprağıdır. Aşk için ölmeyi cebinde taşımaktır aşk. Aşk açacak güllere bir Sultan-ı Yegâh şarkı yapmaktır. Kırk gün aç olup bir gün O’nsuz olamamaktır. O’nsuz doğan güneşle kavgadır aşk. Aşk, her gecenin sonunda ve her seher vakti dünyanın en güzel içtimaıdır.

Aşkta hayatın ötesine taşımaya çalışan "yürekli” bir çırpınış vardır. Söndürülmez bir ateş ve öpülesi gözyaşları vardır gül kokan. Anlatılmaz ve anlaşılmaz, "O’nda yok olmaya" sürükleyen bir hayranlık destanıdır aşk.

Velhâsıl, aşk güzeldir. Yanmak, pervane olmak, kırılıp dökülerek niyazda bulunmak, “Hû” demek, ermek, erimek ve Rabbimize vasıl etmektir yüreği… Bir bakışa vurulup uçuşan bir tutam saça şarkılar yazmak da güzeldir elbet, lakin Cenab-ı Hakk, aşk acılarında dertlenip demlenirken, dünyalık Aşkı Bize Tattırana âşık olup, yüreğimizi Rabbimize teslim etmeyi nasip etsin.