Gücü kaybetmek veya kaybederek güçlenmek

Kapıyı açan anahtar var ise güç de vardır. Elimiz anahtara gitmeden kapılar kendiliğinden açılıyorsa, darlıktan geçmeden her yer genişliyorsa, önümüze ardımıza bakmaya gerek var mı? Soruyla ve sorunla yüzleşmeden her şey kolaylaşıyorsa, “kolay” dediğimiz kelime “çözüm” yerine kullanılıyorsa, aczini nasıl anlayacak insan, değil mi?

GÜÇ... Konumuna göre avantaj sağlayan bir potansiyel. Belki bulunduğu yere göre etki etme kuvveti. Belki yönetsel anlamda bir otorite. Birlikte değerlendirildiği yapılarla durumu değişen bir kavram. İçinde bulunduğu algıya göre değişebilen unsur. O bakımdan bazen konuyu uzatır, bazen kısaltır. Bazen insanı rahatlatır. Bazen daraltarak hapseder. Kimi zaman vaktin üzerine çıkarır. Kimi dem vakte ram eder. Elinden her tuttuğunu abâd eder mi, bilinmez. Bu, gücün sermayesi ve karakteriyle de ilgilidir. Aynı şekilde elinden tutmadığını namurâd eder mi? O da içindeki koşullara bağlı olarak değişir.

Nihayette kısa-uzun vadeli neticeler doğurduğu söylenebilir. Zamanla ölçmek zor olsa da bir noktada başlar. Ancak nereye sürükleyeceğini bilmek zamanla zorlaşır. Evet, zamandan bağımsız da, zamana bağımlı da kavramak zordur. Elimizdeki bardak bile “bir an”da kayabiliyorken, gücümüzün somut hâlinden ne kadar bahsedebiliriz? Bahsedersek, küçük bir kayma için “hesapsızlık” mı diyeceğiz? Yoksa “Bu nasıl bir rahatlık!” mı? “Bu nasıl bir sakarlık!” mı? Her defasında bu bile değişebilir. Dış mânânın iç mânâyı sakladığı, sarmaladığı yerde… Cevap bile ne çok kendinden uzakta. Bu kadar kısalıkta değişen ne çok şey var.

Güç bir mukayese

Kısa hayat için “üç günlük dünya” deriz. Kısaltırız. Elbette kısadır, doğru. Ancak “üç günlük” diyerek içtenlik katmaya çalışırız. Ne ki hemen arkasından da ekleriz: “Bir günlük de olsa saltanat, saltanattır.” Birbiriyle ilgisiz görünen iki cümle de bize ait. Biz insanoğlunun karakterine ait. Bir tarafta “üç” deriz, sonra uygularken beğenmez ve “güce” meylederiz. Güce sürükleniriz. Oysa tek nefeslik gücü bile yoktur insanın. İnsanın nefes alacak kadar gücü olmaz mı? Su içmeye bile nefesi yetmez mi? Gücün var olmadan, var olduğu bir dünyada, bu da soru mu şimdi? Güç devşirmelere doyamadığımız bir dünyada, bu da soru mu?

Kapıyı açan anahtar var ise güç de vardır. Elimiz anahtara gitmeden kapılar kendiliğinden açılıyorsa, darlıktan geçmeden her yer genişliyorsa, önümüze ardımıza bakmaya gerek var mı? Soruyla ve sorunla yüzleşmeden her şey kolaylaşıyorsa, “kolay” dediğimiz kelime “çözüm” yerine kullanılıyorsa, aczini nasıl anlayacak insan, değil mi?

Anlamak bazen cesaret ister. Bu durumda hangisi bunu daha çok ister? Aciz olmak mı, güçlü olmak mı?

Gücün kullanımı

Güç mü cesaret verir? Cesaret mi güç verir? Ya da güçsüzken “Ne kadar cesurmuşum” dediğimiz olmuş mudur? Yaptığınız şeyin iyi veya kötülüğü şurada durabilir. İnsan en çok yapamadıklarını yaptığında mutlu olur. Yapabilmek için bazen bütün cesaretini toplar. Bazen bütün enerjisini… Var olan gücünü veya var olan güçsüzlüğünü…

Ne demek istiyor, ne demek istemiyoruz? Gücümüz nereye kadar? Aczimiz nereye kadar? Bunu kendimize sormaktan çoğu zaman kaçıyoruz. Nasıl bir bina kurmak istediğimizi bilmiyor muyuz? Öyle değilse de, bir yerde anlamın akışı bozuluyor. Bir ahenge işaret edecekse kurulmak istenen… Bir ahengin yakalanması ise sorun, nereden başlamalıyız? Elbette en temelde bir yerden… Ancak çoğu zaman temeli derinlikle karıştırıyoruz. Aynı şekilde yüzeyseli başarı addediyoruz. Hatlarda bir karışıklık var gibi. Anlama, kavrama, netleştirme süreçlerini karıştırıyoruz. Tıpkı konuşurken beynimizin muhatabımızdan uzaklaştırdığı gibi… Bir yerde kopukluk var efendim! Ama çözemiyoruz. Zira hamuru tavında yoğuramıyoruz. Dahası, tavından önce doğru kabında bile değerlendiremiyoruz.

Velhasıl, gücün yerinde kullanımı konusunda her yanımız dağınık. Güç varken kullanmak için bahaneler buluyoruz. Güçsüzken haklılık için çareler arıyoruz. Gücün ve güçsüzlüğün doğru bir kullanımı bir yana, gücü de, güçsüzlüğü de kendimize yontuyoruz. Çıkış noktası olarak başlangıcı kendimiz tayin ediyoruz. “Öyle de o ilk vakit, o ilk hareket… Benden değil, bizden değil. Göründüğü gibi de değil. Öyle değil.”

Evet, bir konuyu sağlam temellendiremediğimiz aşikâr. Bu, aşikâr bir durum. Öyleydi, ama bunu artık içselleştirdik. Yani başardık(!). Öyle ya, yeni başarılar lâzım bize. Baktığımızda onu da bulmuş gibiyiz. Zira hiçbir konunun evveli artık kimseyi ilgilendirmiyor. Hiçbir konunun başladığı yerde... Kim bilir, o dahi eski olarak telâkki ediliyor. Haklılık/güç duygusuyla her şey mubah olabilir mi? Kaybetmek her vakit haksızlık/güçsüzlük olabilir mi? Bir yönüyle bir kaybetmişlik her zaman olası. Kâğıt üstünde de olsa bir kaybetmişlik mümkün. Bu, her zaman mümkün. Ancak izah etmek istediğimiz, başka bir husus. Muhasebesiz bir şekilde yeniye kapı açmak... (“Yeni” derken, bulunduğumuz ahvale yarayacak bir yeni.) Eskiyi unutmak, temeli unutmak bir yana, eskinin vurduğu kapıyı dahi duymazdan gelmek… Oysa duyarsak kapı gıcırtısı bile neler anlatır. Eğer duyamazsak, her sesi zafer narası da sayabiliriz.

Üç günün gölgesinde

Üç günün gölgesinde ne çileler, üç gün için bile neler biriktirdik. Üç gün için bile neler ezberledik. Ezberletildik. Gücü ve güçsüzlüğü bile ezberleyerek hareket ettik. O yüzden güçsüzken mağlûp, güçlüyken galip tavrı takınıyoruz. Gücümüz olmadığında neyi biriktirdiğimizi bilmiyoruz. Gücümüz olmadığında neyi yük ettiğimizi de bilmiyoruz. Gücümüz olduğunda amacımızın mahiyetini bilmiyoruz. Gücümüz olduğunda neden arınmamız gerektiğini de… Her ikisinde de biçilmiş roller üzerinden hareket ediyoruz. Her ikisinde de tatbik ile tatbikatın yerini karıştırıyoruz. Hâliyle ikisinde de, odağı da, sermayeyi de kaybediyoruz. Hakikî bir arzumuzun olup derdimizin olmaması gibi… Etraflıca savaşa kuşanıp silahı unutmamız gibi… Okula kaydımızı yaptırsak da gitmemek gibi bir şey…

Güç günden/zamandan ayrıldığında

Gücün zamanla sözleşmesi nihayet bulduğunda; doğrusu, güç diye varsayılan zamandan ayrıldığında, gerçek “güç” tezahür edecektir. O vakit tüm bildiklerimizi unutmak isteyeceğiz. İstemesek de unutacağız. Zira gücün hakikati güneş gibi galip gelecek. Sîvâmızın üstüne -hükmünü icra için- istiva edecek. Üç günlük vaktimiz genişleyecek. Ezcümle, bütün güç gösterisi bitecek. O vakit, gücün “biricik” hakikati konuşacak. Kaybederken kazanan, kazanırken kaybeden netleşmiş olacak.