EVET, gözlerimizden vuruluyoruz
şimdilerde… Hoş, yeni bir şey değil bu vurgun, bu sinsi savaş…
Habil
görmeseydi Kabil’in Yaratıcısına kurban ettiği adağı kışkırmayacak, söylenen ne
ise ona muti olacaktı. Dünyayı kıyamete kadar kasıp kavuracak hırs ve hıncın
tohumlarını serpmeyecekti kardeş kanı bulanmış elleriyle toprağa. Kargayı görmeseydi
ölmüş cinsine mezar kazarken, gagasıyla bilemeyecekti bir ölünün toprakla
örtüleceğini.
Topraktan
sadece nebatın fışkırdığını zannededursun insanlık… İnsanoğlu, şeytanî ve
nefsanî kibri görmekle başlayan ve cinnet seviyesinde bir hırsla insanı
cinayete sürükleyeceğini işte o gün bilmişti! Eline bulaşan kanı görünce
irkilmeyeceğini bilecekti. Dahası, kardeşin kardeşe düşmanlığının toprağa
ekildiğini ve kıyamete kadar işlenecek cinayetleri, soykırımları, öldürmenin
güçten sayılacağını ve öldürdükçe tanrılaşacağını sanmanın hikâyesini hayatın
ta kendisinden okuyup, yanılgıyı ise “bilmek” zannedecekti.
Aslında
gözlerimizden vuruluyor oluşumuzun ilk nüvesi o gün düşmüştü toprağa. Ve
toprağın ölülerimizi sakladığı nispette arttı öldürme iştahı şirk ehlinin.
Bilincin
heveskârlıkla, bilgeliğin yalancılıkla, bilginin görsel tatminkârlıkla, aslî
vazifelerin bilâharelerle, gayretin tembellikle takas edilmesinde “Gözlerimiz
mi mesul, gözlerimizden biz mi mesulüz?” sorusu üzerine pek konuşulmadığında
mıdır bilmem, gözlerin/görmenin emrine amâde artık insanlık.
Evvelden
bu yana Hak/k ile bâtılın bitimsiz mücadelesinden hâsıl olan imtihanı bir
kambur gibi taşıyor, pek çok alanda sunan olamadığımız için sunulana mecbur
kalmanın yükü altında eziliyoruz. Bu yükten kurtulmanın formülü pek basit
aslında. Şöyle bir süreliğine gözlerimizi kapatıp dünya ile ilişkimizi,
tercihlerimizi, elimizin uzandığı nen/lerin, şeylerin hayatımızı nasıl
şekillendirdiğini düşündüğümüzde, ihtar mahiyetinde bir gerçeklikle
yüzleşebiliriz.
Evet,
görmekten azat ettiğimizde kendimizi, hep bildiğimiz, var saymaktan öte ispatlı
gerçekliğine inandığımız ve reddedilmez biçimde ihtiyaç duyduğumuz görmek
eylemimizin sadece gözlerimizi ilgilendiren bir nimet, bir imkân, bir fıtrî
cihaz, bir meleke olmadığına ikna olabiliyorsak, gözlerimizin kapalı kaldığı
süre, bizim için muazzam bir tedrisata dönüşecektir.
Yukarıda
belirttiğim niteliklere haiz gözlerimizi kapatmak, bir nevi körlük olarak
adlandırılabilir. Ancak, görmekle yetinmeyip insan olmaklığımızın dinamikleri
ruh, akıl ve gönle danıştığımızda, ruhumuzun nasıl dinlendiğini, nefsimizin
isterikliğinin nasıl islah hâline doğru meylettiğini, kalbimizin özlemek ve
istemek ile olan ilişkisinde nasıl bocaladığını ve aklımızın merak etme
yetisini nasıl tehir ettiğini hissettiğimizde, başka boyutlu bir görmek
melekesi geliştirmiş olduğumuzu fark edeceğimizden eminim.
İkram
edilmiş bir armağan hükmünde ve tefekküre kapı araladığı gibi hayra vesile
olduğu kadar günaha, idrak mekanizmamızı yanıltmaya muktedir olan gözlerimizi
yoka saymaktan söz ediyor değilim. Diyesim, gözlerimiz vasıtası ile eriştiğimiz
her bir şey, aklen (şüpheden arındırılmış bilgi), kalben (teslimiyete varan
inanç) ve ruhen (fıtratın fena ve beka ile bağı) yeterli donanıma sahip
olunmadığında, tüm melekelerimiz üzerinde yanılgı eksenli bir etki
oluşturabileceğidir. Hani göz göre göre “körlük” dediğimiz, bile isteye yanılgılara
düşüşümüz gibi…
Gözlerimiz
metrelerce öteyi görebiliyor olsa da insanoğlunun fıtratında temel dinamikleri
oluşturan akıl, kalp ve ruhta “ne için, neden ve nasıl” bakılacağı konusunda
yeterlilik tesis edilmediğinde, şeytanın ve nefsin işbirliği ile cereyan eden
olayları değerlendirmede sapmaların mümkün olma ihtimâlinden söz ediyorum.
Hak
ile mücadele etmekten bıkıp usanmayan bâtıl, işte bu sapmaların erkenden
farkına varmış olmanın imtiyazını sonuna kadar kullanıyor. Hâlbuki Bedir’den
başlayan ve daha pek çok mücadelede “nişanlı” melekler, imanlı kalpler, idrakli
akıllarla kazanılmış zaferlerimiz vardı bizim. Bâtılın idrak edemediği görünmez
ordularımızla kıtalar dolaşıyorduk. Gözlerimizi kapatıp şehirleri dinliyorduk. İçimizde
kurduğumuz şehirlerin kaldırımından geçiyordu sanal değil, gerçek hikâyelerin
kahramanları… Duyarlılığımızın yüksekliği, insan oluşumuzun ve hayatı
kurgularla değil, hakikate talip ruhlarımızla okuyuşumuzun izahıydı. Müslüman
olmanın imzasıydı.
Bâtılın
asırlar boyu süren mücadelesinde şimdi silahlar onlardan bize doğrultulmuyor,
bizim gözlerimizle vuruyorlar bizi. Ücretsiz sosyal medya ağları, televizyonda saatlerimizi
haczeden dizileri, kültürümüzü deforme eden filmleri, küfrün tellallığını yapan
uydu kanallarındaki programları servis etmeleri bundan!
Bizler,
küfürbaz senaryoları izlediğimiz kadar, kendi ruhumuzda cereyan eden
değişimleri seyretmeyi başardığımızda değişimin felâket değil, muvaffakiyet
eksenli olmasını sağlayabileceğimize inanıyoruz.
“Ne
izliyoruz, nasıl izliyoruz, kimlere aklımızı ve kalbimizi ve dahi genç
zihinlerimizi teslim ediyoruz?” sorularına cevap aradık bu ay. Ve dergimizi görsel
metinlerin kültürümüz üzerine etkilerini çözümlemek için filmleri, dizileri ve
gündüz kuşağı programlarını masaya yatırdık. İlgilisine ve yetkililere sözümüzü
iletmek için kaleme ve kelâma sarıldık ve sizlere sunduk.
Huzurlu
okumalar diliyoruz efendim.
Hoşnut
kalınız!