Gözlerimizden vuruluyoruz!

“Ne izliyoruz, nasıl izliyoruz, kimlere aklımızı ve kalbimizi ve dahi genç zihinlerimizi teslim ediyoruz?” sorularına cevap aradık bu ay. Ve dergimizi görsel metinlerin kültürümüz üzerine etkilerini çözümlemek için filmleri, dizileri ve gündüz kuşağı programlarını masaya yatırdık. İlgilisine ve yetkililere sözümüzü iletmek için kaleme ve kelâma sarıldık ve sizlere sunduk.

EVET, gözlerimizden vuruluyoruz şimdilerde… Hoş, yeni bir şey değil bu vurgun, bu sinsi savaş…

Habil görmeseydi Kabil’in Yaratıcısına kurban ettiği adağı kışkırmayacak, söylenen ne ise ona muti olacaktı. Dünyayı kıyamete kadar kasıp kavuracak hırs ve hıncın tohumlarını serpmeyecekti kardeş kanı bulanmış elleriyle toprağa. Kargayı görmeseydi ölmüş cinsine mezar kazarken, gagasıyla bilemeyecekti bir ölünün toprakla örtüleceğini.

Topraktan sadece nebatın fışkırdığını zannededursun insanlık… İnsanoğlu, şeytanî ve nefsanî kibri görmekle başlayan ve cinnet seviyesinde bir hırsla insanı cinayete sürükleyeceğini işte o gün bilmişti! Eline bulaşan kanı görünce irkilmeyeceğini bilecekti. Dahası, kardeşin kardeşe düşmanlığının toprağa ekildiğini ve kıyamete kadar işlenecek cinayetleri, soykırımları, öldürmenin güçten sayılacağını ve öldürdükçe tanrılaşacağını sanmanın hikâyesini hayatın ta kendisinden okuyup, yanılgıyı ise “bilmek” zannedecekti.

Aslında gözlerimizden vuruluyor oluşumuzun ilk nüvesi o gün düşmüştü toprağa. Ve toprağın ölülerimizi sakladığı nispette arttı öldürme iştahı şirk ehlinin.

Bilincin heveskârlıkla, bilgeliğin yalancılıkla, bilginin görsel tatminkârlıkla, aslî vazifelerin bilâharelerle, gayretin tembellikle takas edilmesinde “Gözlerimiz mi mesul, gözlerimizden biz mi mesulüz?” sorusu üzerine pek konuşulmadığında mıdır bilmem, gözlerin/görmenin emrine amâde artık insanlık.

Evvelden bu yana Hak/k ile bâtılın bitimsiz mücadelesinden hâsıl olan imtihanı bir kambur gibi taşıyor, pek çok alanda sunan olamadığımız için sunulana mecbur kalmanın yükü altında eziliyoruz. Bu yükten kurtulmanın formülü pek basit aslında. Şöyle bir süreliğine gözlerimizi kapatıp dünya ile ilişkimizi, tercihlerimizi, elimizin uzandığı nen/lerin, şeylerin hayatımızı nasıl şekillendirdiğini düşündüğümüzde, ihtar mahiyetinde bir gerçeklikle yüzleşebiliriz.

Evet, görmekten azat ettiğimizde kendimizi, hep bildiğimiz, var saymaktan öte ispatlı gerçekliğine inandığımız ve reddedilmez biçimde ihtiyaç duyduğumuz görmek eylemimizin sadece gözlerimizi ilgilendiren bir nimet, bir imkân, bir fıtrî cihaz, bir meleke olmadığına ikna olabiliyorsak, gözlerimizin kapalı kaldığı süre, bizim için muazzam bir tedrisata dönüşecektir.

Yukarıda belirttiğim niteliklere haiz gözlerimizi kapatmak, bir nevi körlük olarak adlandırılabilir. Ancak, görmekle yetinmeyip insan olmaklığımızın dinamikleri ruh, akıl ve gönle danıştığımızda, ruhumuzun nasıl dinlendiğini, nefsimizin isterikliğinin nasıl islah hâline doğru meylettiğini, kalbimizin özlemek ve istemek ile olan ilişkisinde nasıl bocaladığını ve aklımızın merak etme yetisini nasıl tehir ettiğini hissettiğimizde, başka boyutlu bir görmek melekesi geliştirmiş olduğumuzu fark edeceğimizden eminim.

İkram edilmiş bir armağan hükmünde ve tefekküre kapı araladığı gibi hayra vesile olduğu kadar günaha, idrak mekanizmamızı yanıltmaya muktedir olan gözlerimizi yoka saymaktan söz ediyor değilim. Diyesim, gözlerimiz vasıtası ile eriştiğimiz her bir şey, aklen (şüpheden arındırılmış bilgi), kalben (teslimiyete varan inanç) ve ruhen (fıtratın fena ve beka ile bağı) yeterli donanıma sahip olunmadığında, tüm melekelerimiz üzerinde yanılgı eksenli bir etki oluşturabileceğidir. Hani göz göre göre “körlük” dediğimiz, bile isteye yanılgılara düşüşümüz gibi…

Gözlerimiz metrelerce öteyi görebiliyor olsa da insanoğlunun fıtratında temel dinamikleri oluşturan akıl, kalp ve ruhta “ne için, neden ve nasıl” bakılacağı konusunda yeterlilik tesis edilmediğinde, şeytanın ve nefsin işbirliği ile cereyan eden olayları değerlendirmede sapmaların mümkün olma ihtimâlinden söz ediyorum.

Hak ile mücadele etmekten bıkıp usanmayan bâtıl, işte bu sapmaların erkenden farkına varmış olmanın imtiyazını sonuna kadar kullanıyor. Hâlbuki Bedir’den başlayan ve daha pek çok mücadelede “nişanlı” melekler, imanlı kalpler, idrakli akıllarla kazanılmış zaferlerimiz vardı bizim. Bâtılın idrak edemediği görünmez ordularımızla kıtalar dolaşıyorduk. Gözlerimizi kapatıp şehirleri dinliyorduk. İçimizde kurduğumuz şehirlerin kaldırımından geçiyordu sanal değil, gerçek hikâyelerin kahramanları… Duyarlılığımızın yüksekliği, insan oluşumuzun ve hayatı kurgularla değil, hakikate talip ruhlarımızla okuyuşumuzun izahıydı. Müslüman olmanın imzasıydı.

Bâtılın asırlar boyu süren mücadelesinde şimdi silahlar onlardan bize doğrultulmuyor, bizim gözlerimizle vuruyorlar bizi. Ücretsiz sosyal medya ağları, televizyonda saatlerimizi haczeden dizileri, kültürümüzü deforme eden filmleri, küfrün tellallığını yapan uydu kanallarındaki programları servis etmeleri bundan!

Bizler, küfürbaz senaryoları izlediğimiz kadar, kendi ruhumuzda cereyan eden değişimleri seyretmeyi başardığımızda değişimin felâket değil, muvaffakiyet eksenli olmasını sağlayabileceğimize inanıyoruz.

“Ne izliyoruz, nasıl izliyoruz, kimlere aklımızı ve kalbimizi ve dahi genç zihinlerimizi teslim ediyoruz?” sorularına cevap aradık bu ay. Ve dergimizi görsel metinlerin kültürümüz üzerine etkilerini çözümlemek için filmleri, dizileri ve gündüz kuşağı programlarını masaya yatırdık. İlgilisine ve yetkililere sözümüzü iletmek için kaleme ve kelâma sarıldık ve sizlere sunduk.

Huzurlu okumalar diliyoruz efendim.

Hoşnut kalınız!