KADIN, muayenesi bitince
üzerini toparladı, neredeyse üç tel kalmış saçını düzeltti ve ağır ağır
doktorun masasının yanındaki koltuğa doğru ilerledi. Uzun zamandır hızlı
hareket etmeyi unutmuştu, ağır aksak hareket ettiği hâlde her yerine cam
kırıkları batmışçasına yanıyordu canı…
Koltuğa
boş bir çuval gibi bıraktı kendini. Camın önünde, ayakta uzaklara dalan
doktoruna baktı gözleri hüzün kadın. Ve kısık bir sesle sordu: “Nasıl Doktor Bey,
bir değişiklik var mı?”
Doktor
duymazdan geldi hastasını, ne diyecekti, ne söylemeliydi? “Ölüyorsun Nazlı Hanım,
git, canın ne istiyorsa onu yap, bu hayat sana cömert davranmadı” mı demeliydi?
Veya “Bu illeti ameliyat esnâsında vücûdunuzdan tamamen temizlediğimizi
sanıyordum ama o sizi bırakmak istemiyor, bu sefer bütün ciğerinizi âdetâ ahtapot
gibi sarmış, ağrılarınızın artması ve ilaçların tesirini kaybetmesi bu yüzden”
mi?
Nazlı
Hanım’a bir başka üzülüyordu doktor, zira o diğer hastaları gibi ahlayıp
vahlamıyor, ağlayıp sızlanmıyordu. Hep gülümsemeye çalışıp “Geçecek, inanıyorum
geçecek!” diye tesellî veriyordu doktoruna. Onun yaşama sevincini, hayata
tutunuşunu, çocuklarına aşırı düşkünlüğünü seviyordu doktor.
Gözleri
hüzün kadın, “Doktorcuğum daldınız, çok mu vahim durumum?” diye sordu. Acısını
bir lokmada yutup gülümsedi doktor… Veya gülümsediğini zannetti… Masasına
otururken, “Ne vahameti, her şey yolunda! Sizi iyi gördüm, ağrılarınız elbette
olacak, ilaçlarımızın dozunu arttıracağız, iyi olacaksınız inşallah” dedi.
Nazlı’nın
yüzü aydınlandı, gözbebeklerinden bir çift gri kuş havalandı da yerine güneşin
âhengi oturdu: “Sevindim! Ali ve Ahmet de mutlu olacak!”
Ali
12, Ahmet 9 yaşındaydı. Anneleri onlar çok küçükken rahatsızlanmış ve Ali’yle
Ahmet, çocuk bahçesinden çok anneleriyle hastane koridorlarını arşınlamışlardı.
Nazlı ne kadar götürmek istemese de çocuklar fazla ısrar edince dayanamıyor ve
onları da yanında götürmek zorunda kalıyordu. Bir defasında büyük oğlu Ali, “Anne,
seni hastaneye asla yalnız bırakmam! Orada kalırsın filan ama ben yanında
olursam bana kıyamazsın, mecbûren eve dönersin” demişti ve Nazlı’yı farkında
olmadan kahretmişti.
Nazlı
eve geldiğinde, kayınvalidesi, “Nasıl geçti kontrol?” diye sordu. Nazlı, “İyi,
iyi anneciğim, ‘Geçecek!’ diyor doktor” dedi. “Aman sevindim” dedi kadın, sonra
akşam yemeğini hazırlamak için mutfağa geçti. 70 küsur yaşında olmasına rağmen
evin içinde fırıl fırıl dolanıyor, torunları için çalışıp duruyordu. Arada, “Rabbim,
Sen bize kolaylıklar ihsan et, torunlarımın yüzüne bak, onları annesiz bırakma,
oğluma da akıl fikir ver, evine, yuvasına sevgisini kaybettirme!” diye duâda
bulunuyordu.
Nazlı
o sabah da eşini işe uğurlamak için bütün enerjisini toparlayıp kapıya doğru
yürüdü. Eşi, “Gece geldiğimde uyumuştun, dün doktora gittin, değil mi?” dedi ve
nefes almadan ekledi: “Ne dedi?”
Nazlı
cevap verdi: “‘İyisin Nazlı Hanım, iyi gördüm seni’ dedi, çok sevindim Nuri…”
Nuri,
Nazlı’nın ağzından çıkanlar yanlış cümlelermiş gibi hiddetlenmişti, Nazlı’yı
kolundan tutup savurarak, “Ne zaman öleceksin be kadın?! İyiymiş… Hay iyiliğin
batsın!” diyerek yere düşen eşine bakmadan, sokak kapısından hızla çıkıp
gitmişti. Gürültüye uyanan çocuklar ve kayınvalidesi Nazlı’nın yanına gelmişler
ve onu elbirliği ile yatağına taşımışlardı.
Hiç
kimse tek kelâm etmemişti; herkes kendi odasına çekilmiş, evin içini bir ölüm
sessizliği sarmıştı.
Kahvaltı
için çayı ocağa koyduktan sonra Nazlı’ya seslendi yaşlı kadın: “Kızım! Uyumuyorsan
mutfağa gel istersen, çocuklar seni görünce mutlu oluyorlar, biliyorsun...” “Tamam
anne!” dedi Nazlı ve yavaş adımlarla, içi küskün, dışı bahar, kalbi bir tomar
acıyla kahvaltı masasına oturdu. Sonra, “Ali, Ahmet! Kahvaltı hazır ballarım,
gelin benim dünya yakışıklısı oğullarım, gelin de gözüm gönlüm açılsın,
yüzünüzü göreyim de günüm güzel geçsin!” diye seslendi oğulcuklarına.
Ali
hiç bekletmeden gelmişti bile mutfağa, gülerek “Abartma istersen annelerin en
güzeli, geldik işte!” dedi. Ahmet, Ali gibi değildi, annesinin olayını çok
anlamıyordu. Ali ise annesinin bir gün onları bırakıp Cennet’e gideceğini
biliyor ve annesine evin en kıymetli misafiri olarak davranıyordu.
O
gece Nuri eve gelmemiş, Nazlı meraktan uyumamıştı, ama sabaha karşı salonda
âdetâ sızıp kalmıştı. Sabah evin telefonu çaldı, yaşlı kadın “Hayırdır inşallah!”
diye yatağından en hızlı hâliyle kalkıp çocuklar ve Nazlı uyanmasın diye
koşturdu resmen. Ahizeyi kaldırıp “Alo!” demeden, karşıdan gelen sesi dinledi,
nefessiz kaldı, acıdı, kaskatı kesildi. “Hangi hastane?” dedi. Sesi buz
dağlarından daha soğuk ve anlamsızdı.
Mantosunu
aldı, usulca nereye gideceğini bilmeyen serseriler gibi evin kapısından çıktı,
kapıyı sessizce kapattı ve merdivenlerden sürünür, yuvarlanır gibi akıp gitti.
Hastaneye nasıl geldiğini, danışmadan nasıl bilgi aldığını bilmiyordu. Beyni
uyuşmuş gibiydi. Karşısında konuşan polisi duyup duymadığından bile emin
değildi.
Polis:
“Teyzeciğim, başınız sağ olsun! Gece dört sularında oğlunuzun Boğaz Köprüsü’nde
arabası arıza yapmış, o arızayı gidermek için arabasından inmek istemiş, arkasından
gelen kamyon, duran arabayı fark edip fren yapıncaya kadar maalesef arabayla
birlikte oğlunuzu da sürüklemiş ve oğlunuz hemen can vermiş. Oğlunuz hem kontrolsüz
yerde durmuş, hem de alkollüymüş. Kamyon şoförü hâlâ burada, görüşmek
isterseniz çağıralım kendisini. Ne dersiniz? Teyzeciğim, iyi misiniz? Hemşire
hanım!..”
Yaşlı
kadın kendine geldiğinde nerede olduğunu düşündü, sonra “Doğru olmasın, lütfen
Allah’ım, bir kâbus görmüş olayım!” diye mırıldanırken, hemşire “Nasılsınız?”
diye sordu. Yaşlı kadın boş gözlerle baktı hemşireye, “Evlâdını yitirmiş bir
anne gibiyim” dedi ve haykıra haykıra ağlamaya başladı. Biraz sonra küçük oğlunun
da odada olduğunu fark etti, sarıldı oğluna ve çâresizce ağlamaya devam etti;
ta ki yapılan sakinleştirici kendisine tesir edinceye kadar…
Nazlı
uyandığında kayınvalidesinin evde olmadığını görünce yine sabah sabah bitişik
komşuya kahve içmeye gittiğini düşünüp çocuklara kahvaltı hazırlamak için
mutfağa geçiyordu ki kapının zili çaldı, kapıyı açınca kayınının kolunda mecâlsiz,
yüzü olduğundan daha soluk ve gözlerine kan oturmuş olan kayınvalidesini gördü.
Hayret ve merakla, “Anne!” diyerek tepki verdi. Ali ve Ahmet de gelmişti
kapıya, yaşlı kadın torunlarını görünce ikisine birden sarılıp “Gitti
yavrularımın babası gitti! Artık bu eve hiç gelmeyecek!” diye ağlamaya başladı.
Şaşırıp
aptal aptal bakma sırası Nazlı’ya gelmişti. Kayınına baktı, “Ne oluyor Nejat?”
dedi. Nejat hıçkırıklarla konuştu, o konuştukça Nazlı’nın gözleri sel oldu,
boğazı düğümlendi, içinin odaları parçalandı.
Severek
evlenmişlerdi, deli gibi âşık olmuştu Nuri’sine. Hele çocukları dünyaya
geldiğinde nasıl bayram yaşamışlardı günlerce aylarca… Ta ki beş sene öncesine
kadar… Bu amansız hastalık teşhisi Nazlı’ya konulduğunda Nuri üzülmüş,
kahrolmuştu. “Her şeyi yapın, elinizden ne geliyorsa, en iyisini yapın!” demişti
doktorlara. Haftalık kontrollerde, ameliyatında, kemoterapi seanslarında hep
yanında olmuştu Nazlı’nın. Ama zaman içinde yorulmuş, belki umudunu yitirmiş,
alkole vermişti kendini. Çocuklara ve Nazlı’ya iyi davranamaz hâle gelmişti.
Nazlı
“Gitti ha?!” dedi kesik kesik hıçkırırken: “Gitti ha?!” Artık sarsıla sarsıla
ağlıyordu. Ahmet başı önünde öylece dururken, Ali amcasına baktı, haykırır gibi
“Sus!” dedi, “Sus, konuşma!”. Nazlı’ya dönerek daha güçlü bağırdı: “Ağlama sen
de! O daha dün sabah seni kolundan tutup fırlattı, ben gördüm nasıl acıyla yere
düştüğünü, bir de ‘Ne zaman öleceksin?’ dedi sana, ölmeni bekliyordu, Allah
izin vermedi!”
Yaşlı
kadın, Ali’nin ağzını kapatmak isteyerek “Asıl sen sus! Baban ölmüş, sen nasıl
konuşuyorsun?” dedi. Ali büyük adam edâsıyla, “Konuşurum babaanne!” dedi, “Son
yılları zehir etti anneciğime, ölmesini bekliyordu, iş yerindeki kadınla
evlenecekti, ben biliyorum. Kaç kere gör...”.
Amcası
çok şiddetli bir tokat aşk etti Ali’nin yüzüne ve “Odana git edepsiz!” diye
bağırdı. Ali annesine sarıldı, “O adamın arkasından ağlamayacaksın anne, sana
ben bakacağım, sen yaşayacaksın! O bize değer verseydi, sana eziyet etmeseydi,
Allah belki de senin hatırın, bizim hatırımız için babamın ömrünü uzatırdı. Ben
uzun zamandır senin hem hastalığının acısını çekerken, hem de babamın
eziyetlerinden kahrolduğunu bilmiyor muyum?” dedi.
O
gün Nuri evinin önüne getirildi, ailesinden ve mahalle komşularından helâllik
alındı, kabristana gitmek üzere arabalara binilirken Nazlı acıyla bağırıyordu: “Ah
Nuri’m, sen beni uğurlayıp yeni damat mı olacaktın? Ah Nuri’m, bak sen beni
uğurlayacaktın, ama ben seni uğurluyorum! Bu çok gücüme gidiyor, ne yaparsın ki
Rabbim böyle uygun gördü. Güle güle git!”
Ve
Nuri’nin cenazesi defnedilmek üzere kabristana götürüldü.
O
akşam Kur’ân-ı Kerîm okunurken, Ahmet, annesine sarılmış ağlıyordu; yaşlı kadın
hâlâ yerde mi, yeraltında mı dolandığını bilmiyordu, ona her yer karanlık
olmuştu. Nazlı’nın gözleri Ali’yi aradı, birden karşısında sırtını duvara
dayamış kaskatı, donuk gözlerle kendine baktığını gördü, gülümsemek istedi. Ali
bir damla gözyaşı akıtmamıştı babası için; peki, neden annesine böyle ürküten
gözlerle bakıyordu?
“Bakma”
demek istedi Nazlı, ağzından sadece “Ali, gel oğlum!” cümlesi döküldü. Ali
geldi, annesinin boynuna sarıldı, “Söz ver bana anne, sen bizi bırakıp
gitmeyeceksin, onun gibi yapmayacaksın! Söz ver, haydi söz ver!” derken boğulur
gibi ağlamaya başlamıştı.
Nazlı
aldığı her solukta daha çok duâ eder olmuştu Rabbine, “Güç ver Rabbim!”
diyordu, “Çocuklarım için güç ver bana”...
Ve
her gece yatarken çocuklarını önce Allah’a, sonra kayınvalidesiyle kayınına emânet
ediyordu. “İyi bakın yavrularıma, üzmeyin, yormayın, kırmayın, bizim yüzümüzden
yeterince hırpalanacaklar hayat içinde” diyordu.
İki
yıl sonra yaşlı kadın, gözünde yaşlar, dilinde “Gözleri hüzün kızım, Nazlı
çiçeğim, canım yavrum, bitti mi acıların? ‘Yatamıyorum artık anne! Bütün
kemiklerim birbirinin içine geçmiş gibi ağrıyor, çok canım yanıyor!’ diyordun, ruhun
erdi mi rahata? Rabbim kurtardı mı acılarından seni? Sen gittin, şimdi ben Ali
ve Ahmet’e nasıl anlatacağım bunu? Ah Nazlı’m, bu çok ağır oldu, çok ağır oldu
be kızım, çok ağır oldu!” ağıtlarıyla yüzlerce oku gövdesine yemiş gibi
yalpalaya yalpalaya, bin bir ıstırapla, beyninde soru içinde soruyla merdivenleri
yine küçük oğlunun kolunda çıkıyordu.
Gözleri
hüzün kadın ise, acılarından sıyrılıp hüzünleriyle Rabbine yürümüştü...