Gözleri hüzün kadın

O akşam Kur’ân-ı Kerîm okunurken, Ahmet, annesine sarılmış ağlıyordu; yaşlı kadın hâlâ yerde mi, yeraltında mı dolandığını bilmiyordu, ona her yer karanlık olmuştu. Nazlı’nın gözleri Ali’yi aradı, birden karşısında sırtını duvara dayamış kaskatı, donuk gözlerle kendine baktığını gördü, gülümsemek istedi.

KADIN, muayenesi bitince üzerini toparladı, neredeyse üç tel kalmış saçını düzeltti ve ağır ağır doktorun masasının yanındaki koltuğa doğru ilerledi. Uzun zamandır hızlı hareket etmeyi unutmuştu, ağır aksak hareket ettiği hâlde her yerine cam kırıkları batmışçasına yanıyordu canı…

Koltuğa boş bir çuval gibi bıraktı kendini. Camın önünde, ayakta uzaklara dalan doktoruna baktı gözleri hüzün kadın. Ve kısık bir sesle sordu: “Nasıl Doktor Bey, bir değişiklik var mı?”

Doktor duymazdan geldi hastasını, ne diyecekti, ne söylemeliydi? “Ölüyorsun Nazlı Hanım, git, canın ne istiyorsa onu yap, bu hayat sana cömert davranmadı” mı demeliydi? Veya “Bu illeti ameliyat esnâsında vücûdunuzdan tamamen temizlediğimizi sanıyordum ama o sizi bırakmak istemiyor, bu sefer bütün ciğerinizi âdetâ ahtapot gibi sarmış, ağrılarınızın artması ve ilaçların tesirini kaybetmesi bu yüzden” mi?

Nazlı Hanım’a bir başka üzülüyordu doktor, zira o diğer hastaları gibi ahlayıp vahlamıyor, ağlayıp sızlanmıyordu. Hep gülümsemeye çalışıp “Geçecek, inanıyorum geçecek!” diye tesellî veriyordu doktoruna. Onun yaşama sevincini, hayata tutunuşunu, çocuklarına aşırı düşkünlüğünü seviyordu doktor.

Gözleri hüzün kadın, “Doktorcuğum daldınız, çok mu vahim durumum?” diye sordu. Acısını bir lokmada yutup gülümsedi doktor… Veya gülümsediğini zannetti… Masasına otururken, “Ne vahameti, her şey yolunda! Sizi iyi gördüm, ağrılarınız elbette olacak, ilaçlarımızın dozunu arttıracağız, iyi olacaksınız inşallah” dedi.

Nazlı’nın yüzü aydınlandı, gözbebeklerinden bir çift gri kuş havalandı da yerine güneşin âhengi oturdu: “Sevindim! Ali ve Ahmet de mutlu olacak!”

Ali 12, Ahmet 9 yaşındaydı. Anneleri onlar çok küçükken rahatsızlanmış ve Ali’yle Ahmet, çocuk bahçesinden çok anneleriyle hastane koridorlarını arşınlamışlardı. Nazlı ne kadar götürmek istemese de çocuklar fazla ısrar edince dayanamıyor ve onları da yanında götürmek zorunda kalıyordu. Bir defasında büyük oğlu Ali, “Anne, seni hastaneye asla yalnız bırakmam! Orada kalırsın filan ama ben yanında olursam bana kıyamazsın, mecbûren eve dönersin” demişti ve Nazlı’yı farkında olmadan kahretmişti.

Nazlı eve geldiğinde, kayınvalidesi, “Nasıl geçti kontrol?” diye sordu. Nazlı, “İyi, iyi anneciğim, ‘Geçecek!’ diyor doktor” dedi. “Aman sevindim” dedi kadın, sonra akşam yemeğini hazırlamak için mutfağa geçti. 70 küsur yaşında olmasına rağmen evin içinde fırıl fırıl dolanıyor, torunları için çalışıp duruyordu. Arada, “Rabbim, Sen bize kolaylıklar ihsan et, torunlarımın yüzüne bak, onları annesiz bırakma, oğluma da akıl fikir ver, evine, yuvasına sevgisini kaybettirme!” diye duâda bulunuyordu.

Nazlı o sabah da eşini işe uğurlamak için bütün enerjisini toparlayıp kapıya doğru yürüdü. Eşi, “Gece geldiğimde uyumuştun, dün doktora gittin, değil mi?” dedi ve nefes almadan ekledi: “Ne dedi?”

Nazlı cevap verdi: “‘İyisin Nazlı Hanım, iyi gördüm seni’ dedi, çok sevindim Nuri…”

Nuri, Nazlı’nın ağzından çıkanlar yanlış cümlelermiş gibi hiddetlenmişti, Nazlı’yı kolundan tutup savurarak, “Ne zaman öleceksin be kadın?! İyiymiş… Hay iyiliğin batsın!” diyerek yere düşen eşine bakmadan, sokak kapısından hızla çıkıp gitmişti. Gürültüye uyanan çocuklar ve kayınvalidesi Nazlı’nın yanına gelmişler ve onu elbirliği ile yatağına taşımışlardı.

Hiç kimse tek kelâm etmemişti; herkes kendi odasına çekilmiş, evin içini bir ölüm sessizliği sarmıştı.

Kahvaltı için çayı ocağa koyduktan sonra Nazlı’ya seslendi yaşlı kadın: “Kızım! Uyumuyorsan mutfağa gel istersen, çocuklar seni görünce mutlu oluyorlar, biliyorsun...” “Tamam anne!” dedi Nazlı ve yavaş adımlarla, içi küskün, dışı bahar, kalbi bir tomar acıyla kahvaltı masasına oturdu. Sonra, “Ali, Ahmet! Kahvaltı hazır ballarım, gelin benim dünya yakışıklısı oğullarım, gelin de gözüm gönlüm açılsın, yüzünüzü göreyim de günüm güzel geçsin!” diye seslendi oğulcuklarına.

Ali hiç bekletmeden gelmişti bile mutfağa, gülerek “Abartma istersen annelerin en güzeli, geldik işte!” dedi. Ahmet, Ali gibi değildi, annesinin olayını çok anlamıyordu. Ali ise annesinin bir gün onları bırakıp Cennet’e gideceğini biliyor ve annesine evin en kıymetli misafiri olarak davranıyordu.

O gece Nuri eve gelmemiş, Nazlı meraktan uyumamıştı, ama sabaha karşı salonda âdetâ sızıp kalmıştı. Sabah evin telefonu çaldı, yaşlı kadın “Hayırdır inşallah!” diye yatağından en hızlı hâliyle kalkıp çocuklar ve Nazlı uyanmasın diye koşturdu resmen. Ahizeyi kaldırıp “Alo!” demeden, karşıdan gelen sesi dinledi, nefessiz kaldı, acıdı, kaskatı kesildi. “Hangi hastane?” dedi. Sesi buz dağlarından daha soğuk ve anlamsızdı.

Mantosunu aldı, usulca nereye gideceğini bilmeyen serseriler gibi evin kapısından çıktı, kapıyı sessizce kapattı ve merdivenlerden sürünür, yuvarlanır gibi akıp gitti. Hastaneye nasıl geldiğini, danışmadan nasıl bilgi aldığını bilmiyordu. Beyni uyuşmuş gibiydi. Karşısında konuşan polisi duyup duymadığından bile emin değildi.

Polis: “Teyzeciğim, başınız sağ olsun! Gece dört sularında oğlunuzun Boğaz Köprüsü’nde arabası arıza yapmış, o arızayı gidermek için arabasından inmek istemiş, arkasından gelen kamyon, duran arabayı fark edip fren yapıncaya kadar maalesef arabayla birlikte oğlunuzu da sürüklemiş ve oğlunuz hemen can vermiş. Oğlunuz hem kontrolsüz yerde durmuş, hem de alkollüymüş. Kamyon şoförü hâlâ burada, görüşmek isterseniz çağıralım kendisini. Ne dersiniz? Teyzeciğim, iyi misiniz? Hemşire hanım!..”

Yaşlı kadın kendine geldiğinde nerede olduğunu düşündü, sonra “Doğru olmasın, lütfen Allah’ım, bir kâbus görmüş olayım!” diye mırıldanırken, hemşire “Nasılsınız?” diye sordu. Yaşlı kadın boş gözlerle baktı hemşireye, “Evlâdını yitirmiş bir anne gibiyim” dedi ve haykıra haykıra ağlamaya başladı. Biraz sonra küçük oğlunun da odada olduğunu fark etti, sarıldı oğluna ve çâresizce ağlamaya devam etti; ta ki yapılan sakinleştirici kendisine tesir edinceye kadar…

Nazlı uyandığında kayınvalidesinin evde olmadığını görünce yine sabah sabah bitişik komşuya kahve içmeye gittiğini düşünüp çocuklara kahvaltı hazırlamak için mutfağa geçiyordu ki kapının zili çaldı, kapıyı açınca kayınının kolunda mecâlsiz, yüzü olduğundan daha soluk ve gözlerine kan oturmuş olan kayınvalidesini gördü. Hayret ve merakla, “Anne!” diyerek tepki verdi. Ali ve Ahmet de gelmişti kapıya, yaşlı kadın torunlarını görünce ikisine birden sarılıp “Gitti yavrularımın babası gitti! Artık bu eve hiç gelmeyecek!” diye ağlamaya başladı.

Şaşırıp aptal aptal bakma sırası Nazlı’ya gelmişti. Kayınına baktı, “Ne oluyor Nejat?” dedi. Nejat hıçkırıklarla konuştu, o konuştukça Nazlı’nın gözleri sel oldu, boğazı düğümlendi, içinin odaları parçalandı.

Severek evlenmişlerdi, deli gibi âşık olmuştu Nuri’sine. Hele çocukları dünyaya geldiğinde nasıl bayram yaşamışlardı günlerce aylarca… Ta ki beş sene öncesine kadar… Bu amansız hastalık teşhisi Nazlı’ya konulduğunda Nuri üzülmüş, kahrolmuştu. “Her şeyi yapın, elinizden ne geliyorsa, en iyisini yapın!” demişti doktorlara. Haftalık kontrollerde, ameliyatında, kemoterapi seanslarında hep yanında olmuştu Nazlı’nın. Ama zaman içinde yorulmuş, belki umudunu yitirmiş, alkole vermişti kendini. Çocuklara ve Nazlı’ya iyi davranamaz hâle gelmişti.

Nazlı “Gitti ha?!” dedi kesik kesik hıçkırırken: “Gitti ha?!” Artık sarsıla sarsıla ağlıyordu. Ahmet başı önünde öylece dururken, Ali amcasına baktı, haykırır gibi “Sus!” dedi, “Sus, konuşma!”. Nazlı’ya dönerek daha güçlü bağırdı: “Ağlama sen de! O daha dün sabah seni kolundan tutup fırlattı, ben gördüm nasıl acıyla yere düştüğünü, bir de ‘Ne zaman öleceksin?’ dedi sana, ölmeni bekliyordu, Allah izin vermedi!”

Yaşlı kadın, Ali’nin ağzını kapatmak isteyerek “Asıl sen sus! Baban ölmüş, sen nasıl konuşuyorsun?” dedi. Ali büyük adam edâsıyla, “Konuşurum babaanne!” dedi, “Son yılları zehir etti anneciğime, ölmesini bekliyordu, iş yerindeki kadınla evlenecekti, ben biliyorum. Kaç kere gör...”.

Amcası çok şiddetli bir tokat aşk etti Ali’nin yüzüne ve “Odana git edepsiz!” diye bağırdı. Ali annesine sarıldı, “O adamın arkasından ağlamayacaksın anne, sana ben bakacağım, sen yaşayacaksın! O bize değer verseydi, sana eziyet etmeseydi, Allah belki de senin hatırın, bizim hatırımız için babamın ömrünü uzatırdı. Ben uzun zamandır senin hem hastalığının acısını çekerken, hem de babamın eziyetlerinden kahrolduğunu bilmiyor muyum?” dedi.

O gün Nuri evinin önüne getirildi, ailesinden ve mahalle komşularından helâllik alındı, kabristana gitmek üzere arabalara binilirken Nazlı acıyla bağırıyordu: “Ah Nuri’m, sen beni uğurlayıp yeni damat mı olacaktın? Ah Nuri’m, bak sen beni uğurlayacaktın, ama ben seni uğurluyorum! Bu çok gücüme gidiyor, ne yaparsın ki Rabbim böyle uygun gördü. Güle güle git!”

Ve Nuri’nin cenazesi defnedilmek üzere kabristana götürüldü.

O akşam Kur’ân-ı Kerîm okunurken, Ahmet, annesine sarılmış ağlıyordu; yaşlı kadın hâlâ yerde mi, yeraltında mı dolandığını bilmiyordu, ona her yer karanlık olmuştu. Nazlı’nın gözleri Ali’yi aradı, birden karşısında sırtını duvara dayamış kaskatı, donuk gözlerle kendine baktığını gördü, gülümsemek istedi. Ali bir damla gözyaşı akıtmamıştı babası için; peki, neden annesine böyle ürküten gözlerle bakıyordu?

“Bakma” demek istedi Nazlı, ağzından sadece “Ali, gel oğlum!” cümlesi döküldü. Ali geldi, annesinin boynuna sarıldı, “Söz ver bana anne, sen bizi bırakıp gitmeyeceksin, onun gibi yapmayacaksın! Söz ver, haydi söz ver!” derken boğulur gibi ağlamaya başlamıştı.

Nazlı aldığı her solukta daha çok duâ eder olmuştu Rabbine, “Güç ver Rabbim!” diyordu, “Çocuklarım için güç ver bana”...

Ve her gece yatarken çocuklarını önce Allah’a, sonra kayınvalidesiyle kayınına emânet ediyordu. “İyi bakın yavrularıma, üzmeyin, yormayın, kırmayın, bizim yüzümüzden yeterince hırpalanacaklar hayat içinde” diyordu.

İki yıl sonra yaşlı kadın, gözünde yaşlar, dilinde “Gözleri hüzün kızım, Nazlı çiçeğim, canım yavrum, bitti mi acıların? ‘Yatamıyorum artık anne! Bütün kemiklerim birbirinin içine geçmiş gibi ağrıyor, çok canım yanıyor!’ diyordun, ruhun erdi mi rahata? Rabbim kurtardı mı acılarından seni? Sen gittin, şimdi ben Ali ve Ahmet’e nasıl anlatacağım bunu? Ah Nazlı’m, bu çok ağır oldu, çok ağır oldu be kızım, çok ağır oldu!” ağıtlarıyla yüzlerce oku gövdesine yemiş gibi yalpalaya yalpalaya, bin bir ıstırapla, beyninde soru içinde soruyla merdivenleri yine küçük oğlunun kolunda çıkıyordu.

Gözleri hüzün kadın ise, acılarından sıyrılıp hüzünleriyle Rabbine yürümüştü...