Göz sözleri

İki kederli yüreğin eriyen dağları yerine açılan çiçekler şimdi rengârenk bir bahçeye dönüşüyordu. Yalnız, uzanıp tutulası ve bir daha bırakılmaması gereken eller, demini almış çay misâli buluştular. Zorluğun yoğurduğu ve çaresizliğin terbiye ettiği insan, artık pişmiştir ve gerçeğe yelken açmaya hazırdır.


DÜŞLER sokağında sessizce yürüyorum. Zalim bakışların nehrine kapılmış, boğulurcasına yuvarlanıyorum. İçseslerin haykırışları kulaklarımı sağır ediyor; çünkü hiçbir perde hakikati gizleyemez. Şehrin sokaklarında taşların içine yuvalanmış tozlar gibi süpürülüp gidiyorum yüreklerden. Zahmet vermeden, öylesine, sessizce… Sabahı görür müyüm şafakla gelecek günü, bekliyor muyum, bilmiyorum.

Umudumun kırıldığı, nefesin zehrolduğu suratların arasından çıkıp kaçtım bu hiçliğe. Yok, olmaktan değil ama o duygusuz yok oluşlardan kaçmak istedim. Tek mimik oynamadan bakan acımasız suretler kemiriyor beynimi. Unutmak istedikçe yeniden başlayan sancı gibi hatırlatıyor sensizliği. Gidişinden beri gözlerim şafaklara küskün. Senden haber gelmeyen her gün biraz daha eriyen bedenim gıdaya küskün. Sesini duymadan geçirdiğim her saate ruhum küskün. Küskünüm işte sensizliğe, kırgınım seni benden götüren kıvrımlı yollara.

“Gitme” diyememek ne zor, “Kal ne olur” diyememek ne ağır. Gurur sandığımız duvarları aşmak ne mümkün. Benden uzağa attığın her adımda biraz daha gömüldüm karanlıklara. Ruhumun mumlarını teker teker söndürdüm. Bir dertli saz eşliğinde asıldı yüzüm, ince ince yüreğime işleyen nağmelerle kapandı gözüm. Şimdi, evvelce kimlerin geçtiği belirsiz bu serseri sokaklarda adım atamayacak hâldeyim. Senden uzak olan her taşa, zerre toprağa ve suya ve güneşe isyandayım. Adım adım gittin yüreğimden ve ben “Gitme” diyemedim.    

Cılız sokak lâmbası altında delice esen soğuk rüzgâra kapılmış bedenim. Soğuk kemiriyor iliklerimi ama asıl gidişindeki esrar bitiriyor yüreğimi. Bu soğuk beni hasta edecek lâkin umurumda değil, gidişinle amansız bir hastalığa zaten tutulmuşum ben…   

Ansızın yere düşüverdi genç adam. Dalgın hâlde yürüdüğü az ışıklı sokakta dikkatsiz davranmış ve karşıdan gelen genç hanımefendiyi görememişti. Kız, yere düşmemiş, sadece sendelemişti; çünkü genç adam, adım atmak için ayağını hareket ettirmiş ve çarpışmaya dengesiz yakalanmıştı. İki çift göz birbirine baktı. İkisinin de yüzünden kederler sarkıyor, buzdan daha soğuk ifadeler bir an evvel yoluna gitmek ve yalnızlığın dünyasına gömülmek istiyordu. Lâkin gözler buluşunca ne olduğunu hemen anladı. İkisi de dertli, ikisi de çaresizdi. Kısık seslerle dilenen özür, rüzgârın uğultusunda kaybolup gitti. Gözlerin birbirine anlattığı sözler alıp başını yürüdü.  

Ne amansız bir bakış, ne yaman kederdir bu. Çözülmez sanılan ne büyük düğümdür. Göz sözleri iki dertli yüreği birbirine kısacık bakışla nasıl da yaklaştırdı. Sokak lâmbasının altında yan yana duran bir çift yürek öylece sustu. Sessizliğin içinde aslında bağıra bağıra konuşuyorlardı. Kız bir an için geri dönüp yürümek istedi ama yüreği ona, “Nereye? Nereye gidebilirsin ki? Kaçabilir misin?” dedi. Sessiz bekleyiş, genç adamın attığı adımla bozuldu. Karşı konulamaz bir istekle ama nedensizce dört ayak, uyumlu adımlarla ilerledi. Buz gibi soğuktu hava ama dağılmış kederden sonra ısınan yürekler gözlere umut ve ışık getirdi. Adımlar birlikte durdu, birlikte yürüdü.  

Karanlığın içinde tenha sokakta birbirinden başka çaresi olmayan iki kişiymişçesine ilerlediler. Sokaklar dolaştı ayaklarına, kaldırımlar eşlik etti. Elbiselerini uçuşturan rüzgâr dinledi yüreklerden akanları. Neden sonra, gerçekten üşümenin ve yorgunluğun etkisi görünür oldu. İşte o vakit dünyaya yeniden baktılar. Kaç sokak gezmiş oldukları belirsizdi.   

Hafif yükselen sokağın sonunda parlak camlı ama nostaljik döşemeleriyle bir çayhane onları bekliyordu. Sessizce sıcaklığa adım attılar. Sevdaların yorgunluğu taşınmaz yüktü lâkin bu çayhane nedense onlara başka göründü. İçinde abartı yoktu. Sakin ve huzurlu mekânı kısık sesle çalan eski türküler süslüyordu. Oturup yalnızca göz göze baktılar. Gelen çaylar içlerini ısıtırken onların yürekleri çoktan büyük buzdağlarını eritmiş, yeni ve yemyeşil çiçek tomurcuklarına yol vermişti. Karanlığın içinde yanan minicik ışık misâli büyüyen umutla gitgide dağılan bulutlar gökyüzünü ayaklarına serdi. Dağılan karanlık, yerini sıcacık güneşe, soğuk rüzgârsa ılık bir melteme dönüştü. Bir bakışla onları buluşturan Allah’a şükrettiler.

Anlaşılmak, birbirini anlamak kadar değerli ne olabilirdi? Konuşmadan dertleşmek ve gergin yüz çizgilerine, çökük gözlere veda ederek kabuğundan çıkan tomurcuklara dönüşmek ne büyük bir nasipti. Herkesin rengi başkadır, hisler ise aynı. Kırmızı herkese başka duyguları anlatabilir ama gülmek her dilde, her renkte birdir. Aynı hislerde buluşmak ne güzel nimettir.   

Genç adam, içinden, “Ama nasıl olur? Nasıl olur da bu sonu gelmez çaresizliğin içinde böyle bir çare, böyle bir mucize gelir?” diyorken, genç kız ise, “Nasıl olur da çaresizliğin son raddesinde, bir uçurumda bitirmeyi plânladığım son gecemde bir çare çıkıp gelir?” diye düşünüyordu. Bir ses yükselir bilinmezden, duyulmazdan, görülmezden: “Siz, sizi yalnız mı sanırsınız?” 

İki kederli yüreğin eriyen dağları yerine açılan çiçekler şimdi rengârenk bir bahçeye dönüşüyordu. Yalnız, uzanıp tutulası ve bir daha bırakılmaması gereken eller, demini almış çay misâli buluştular. Zorluğun yoğurduğu ve çaresizliğin terbiye ettiği insan, artık pişmiştir ve gerçeğe yelken açmaya hazırdır. Yeter ki yardım ölümlülerden değil, varlığın Sahibinden dilensin!