İLK başta ruhumuzun
estetiği kayboldu ve o arayış içerisinde asırlardır kıvranıyoruz âdeta.
Karakterli binalar, karakterli şehirler, şahsiyetli yüksek ve asaleti olan
evler, bizi de kendileri gibi karakterli ve şahsiyetli kılarlardı.
Evvelde
özetle bahsettiğim bir hususa bu yazımda ehemmiyetle değinme gayreti içerisinde
olacağım. Çürütücü taklitçilik, yanlış taklit edişimizden yahut nefsimizin
isteğine göre işleri, olayları, tavırları döndürüp durduğumuzdandır. “Hayat”
dediğimiz tiyatroyu geriye doğru izleyelim bir de, bizim bîtaraf dağınık hâlimizi.
Leylâ’sına vurgun Mecnun gibi âdeta ne yaptığımızın farkında olmadan mecnunca
şehrin plânına, estetiğine aykırı şekilde gökdelenler, kuleler inşâ ettik, ettirdik.
Katilimize âşık olduk ve gözlerimiz dahi bu kirliliğe alıştı bir süre sonra.
Gelişen
ve farklılaşan dünyaya ayak uydurmaya çalıştık. Bazılarımız ayakta kaldı,
bazılarımız ise yıkıldı, tarih sahnesinden silindi ve tozlu raftakiler arasında
yerini aldı. Devlet-i Âl-i Osmanî, fethedip hâkimiyeti altına aldığı yerleri
imar ederek ve oraya sanatı İslâm ile müşerref kılarak iç huzura sürükleyen
camiler inşâ etti. Yapılan çeşmeler dahi ince işçiliklerle ruhu ve karakteri
olan imarlardı.
“Şehri
imar ederken nesli ihyâ etmeyi ihmâl edersiniz; ihmâl ettiğiniz nesil, imar
ettiğiniz şehri imha eder.” Son zamanlarda okuduğum en güzel sözlerden… İnsanların
çoğu şehir estetiğini, benim de yazımın ilk paragraflarında belirttiğim hususla
kısıtlıyor. Demiştim ya “Şehirlerin de ruhu vardır” diye, her insan gibi
şehirlerin de özünde adalet, iyilik, sevgi, kulluk bilinci vardır. Metropoller
inşâ etmek istiyorsak, buralardaki estetiğin temel taşları, binalardan önce o şehirde
aç insanların olmamasıdır. Hırsızların, kapkaççıların, tecavüzcülerin, bebek
katillerinin, dolandırıcıların, sosyopatların ve psikopatların olmamasıdır. Aç
olsalar bile açlıklarından dolayı hırsızlık yapmamaları fildişi kuledir.
Şehirdeki
sevgi, refah ve huzur ortamı, su kadar, hava kadar önemli bir ihtiyaçtır. Lâkin
artık ihtiyaçlarımız da değişti, hislerimiz de. Hassasiyetlerimiz vatan ve
ümmet gibi, benmerkezci değil, biz merkezli şeylerdi. Şimdi ise “Benim
telefonum”, “Benim param”, “Benim, ben benim”… Hâlbuki hiçbir şey bizim değil!
“Bir saniyesine bile hâkim olamadığımız dünyada”, ahiret bilinci olmadan
hareket ediyor ve maalesef, “Acaba komşum aç mıdır, bu gece sokaktaki köpekler
için ne yapabilirim?” sualini fikretmekten aciz bir şekilde yaşıyoruz.
Şu
an yapmamız gerekenlerden biri de, ne kadar hastalık varsa tedavisinin ve ne
kadar cennet hayâli varsa hakikatinin İslâm’da olduğunu görebilmek, göstermek ve
bu hakikati insanlığa duyurmaktır. Temelinde İslâm olmayan (tahrif olmamak
şartıyla) yahut İslâm ile bağdaşmayan her şey hastalıklıdır. İslâm odur ki,
yaşayışı Kur’ân’ın fiiliyatı olan Allah Resulü’nün (sav) hayatı, onun ta
kendisidir. Ve İslâm odur ki, hayatın her zerresine nüfuz eder: Tüm olaylara,
mekânlara ve zamana…
Gayr-ı
İslâmî bir hareket olarak bu dünyada cennet yaşama hayâli, bizi öz
estetiğimizden kopardı. Müslüman için hakikat şudur ki, dünya tarladır
Müslümana, sevgi tohumlarını ekeceğiz toprağa; biz asıl yurda göçtükten sonra,
geride kalanlar o sevgiden nasiplenecek. Biz ise asıl yurtta ecrini alacağız
onun. Dünya onların, ahiret ise bizim olacak…