Görülmek

Sarıp sarmalayarak sevdayı, yok olmak için yürek koruna bırakmaktır görülmek. Bir ölüm değil, bir ölüyü diriltmektir. O durumda üzülmek fuzulidir.

KARANLIĞIN kendimizi yanılttığı dönemlerden geleli çok oldu ama hâlâ gündüzlerin karanlıklarında debelenmekteyiz. Karanlıklarda kovduğumuz baykuşlar gündüz ufkumuzu kirletmeye devam etmekte. Bazen karanlıkta hareket eder gibi görünenlerin çok “muhkem” olduklarını anladığımızda ise sırtımız çoktan yere gelmiştir.

Gündüzleri ise, durması gerekenlerin hareketliliklerinden dolayı sokaklarımız panayıra döner. Ellerimizle gözlerimizin çapağını silip gecenin o harikulâde güzelliğine teslim olmak için karanlıktan korkmaya gerek yoktur artık. Korkuları yenip gözlerimizi açtığımızda ruhumuza yürek aydınlığı ilhamı olacak ve hilâl de ilk akşamdan görülecektir. Şayet yüreğimize gelen aydınlığı gözlerimizle itersek, belki de batma arefesindeki son hilâli ancak görebiliriz. Görülemeyen ise sadece uğruna Fatihalar okunan hilâl değil, aynı zamanda kutup yıldızı, halkalı gezegen, Samanyolu ve daha nice gök harikası olacaktır.

Değil mi ki sevgisiz yüreğin gözlerine alışmıştır gözler, karanlık, gözlerine de bulaşmıştır. Evet. Sevgi dolu bir yürek ama görülemeyen bir yürek… Zira acısını yutamadığı için salınan şerbetin tadını anlayacak kıvamda hiç değil.

Aslında zor değildir yürekli birinin yapıp edecekleriyle yüreksiz birinin göremediklerini fark edememek. Bunun için ne gerek? Akıl mı, sabır mı? Yoksa esrarını korumak istediğiniz söylemin açığa çıkması mı?

Gören kalp, gözü ne bekler? Gönlü gibi bazen ak, bazen kor bir cümle mi? Lekesiz, içten, bembeyaz ve özlem dolu olan… Alnı kadar ak, yürek kadar pak olsun istemez misiniz? Ya karanlığın rengi? Günahkâr yüreklere mi yakışır sadece? Kaç kişi vardır ki çocuk masumiyetinde sevgi sunulmuştur ona? Sanki birbirimizin yüreklerinin kaçar hokka olduğunu biliyor muyuz? Bundan mı görüneni görmek istememe inadımız? Yoksa, “Kaldıramayacağım yükü görmem, yüke ağırlık verir” mi diyorsunuz? Anlaşılan, bazı sıfatların ölüler kadar ağır olduğu biliniyor ve taşınamamasından korkuluyor.

Görün birinin, “Ben buradayım, sana günah işleyen gözlerinden daha yakınım” dediğini. Ama ona, “Sen karasın, kara ise günahkârların rengi, ondan seni göremiyorum” demeyin. Bir de, karanın her lekeyi sakladığını ve sizin ak bakışlarınızı da rahatlıkla saklayabileceğini düşünün. Kimse kendi karasını görmez, zira kişinin kendine uzaklığı bile söz konusu değildir. Ama bazen hayâl görerek kendinden uzaklaştırdığı sanal bir kişilik oluşturur ki bu hâl, kimse tarafından asla görülemez ve fark edilemez. O zaman gerçeğe dönen kişi yüreğine sığınacak ve tüm günahlarıyla saklanacaktır.

Bu günahların kefareti ise sadece yürekten sevmek olacaktır. Gören olmasa da… Ant içilecektir belki ölene kadar sevmeye; asla görülme endişesi taşımadan. İşte o zaman, nemli ve puslu gözler deniz gibi titreyen gözlerinize tıpkı bir sabah sisi gibi çökecektir. Şükür zamanıdır görülmen. Şükür görenedir. Şükür, görünmek isteyeni gösterenedir. “Ölmediğime göre yaşamamışım” diye düşünmesin kimse. Çünkü beklediğin her an, bin ölüme bedeldir. Diriltense beklediğin görülme olabilir ancak.

“Görülmenin farkıyla rahat düşünmenin hazzını yaşarken, seven biri asla yalan söyleyemez” kuramını telkin edersin. İlâve edersin; belki unutmuş gibi davranır sadece, o kadar! Öyle ki, her şeyini unutabilir. En sevdiği kutup yıldızının yerini bile… Artık düşünmesin sadece dert ehli olanların sevda köprüsünden geçtiklerini, sevenlerin ise unutkan olduklarını. Tâ ki görününceye kadar...

Yürek azabı, sevenlere mahsus bir acıdır. Ne ağırlıktır bu hafifleyince anlaşılan. Sevgiyi yaşamayanların bu acıdan haberi olamaz asla. Onlar bilmezler bu acının insanî bir gereklilik olduğunu. Hele günahsız olarak görülmeyi beklemişsen!

Bu öyle bir acıdır ki, cennette olsan da hissedersin. Cennette olman ise görülmene bağlıdır. Yoksa cehennemini yaşar durursun. Hani kertenkelenin kuyruğu kesilince yeniden çıkar ya, bu görülememe acısı da aynıdır. Her bir görülememek, bir başka acı olarak yüreğe iner. Yürekle oyun oynanmamalı. Zira en sıkıcı satranç oyununda kaleyi bırakıp fille oynamak kadar risklidir bu.

Bir sevgi sarrafı bir âşığın ruhunu okşarsa, yüreğinde titreyip duran kabarcığın tutku değil sevgi olduğunu kolaylıkla anlar. Görür onun karakaşlar altındaki elâ gözlere sevgisini ve o gözler tarafından gözlerinin görülmek istenmesini. O öyle bir sevgi ki, gözlerinin keskinliği yakıcı, sedef tırnakları yüreği parçalayıcı ve inci gibi dişleri de avını kolayca yakalayan bir aslan gibidir. Bundan dolayı görünmekten korktuğu da olur ara sıra. Nasılsa görüldü ya, artık serenatlar dizer görene.

Cennet hurilerinin sevgi terennüm eden dudaklarını, kahve gözlü cananının o buğulu, o mahzun bakışlarını, yüreğini yüreği ile ısıtan sevdalısını… Uzun çay sohbetinde kaderlerini paylaştıklarında ağlamaklı, harap olan; sevinçlerini paylaştıklarında ise gözleri parlayan dostluklarını, ilkbaharda yeşile boyanıp sonbaharda dertli yüreklere dökülen hazan yapraklarını, ufukta doğduğunda yüreklere ferahlık veren güneşi, karanlık gecelerin bulutları arasından toprağa sızan ayın o muhteşem ışığını görülmenin hazzıyla belki bir daha göremeyecek.

Belki de umut yolculuğuna bir daha çıkamayacak, o güne kadar binbir emekle beslediği sevdasını yaşayamayacak, Saba makamında Üsküdar’ın üzerinden Marmara’ya yayılan ezanı duyamayacak, medeniyetle özleştirdiği sanat müziğinden eserler dinlemeyecek, memleket havalarına ritim katamayacak, bir şiirin mısraları arasında kaybolup bir ressamın fırça seslerinde uyanamayacak ve tenhalığını bu görülme ile sonlandıracak.

Bir görülmenin bedeli bu kadar ağır olmalı mı, onu hiç düşünmeyecek. Çünkü hayata ve hayatın nimetlerine karşı duyduğu sevgi bu görülmede saklı. Bundan dolayı bu görülme, bir yaşama illeti değil, özlenen geç kalmışlıktır.

Bu görülme, yüreğinin yelkenlerine kırmızıyla işlenmiş beyaz bir flama ile rüzgâra teslim edilir. Her seven bu tarz bir görülme ile ölüme çoktan hazırdır.

Sarıp sarmalayarak sevdayı, yok olmak için yürek koruna bırakmaktır görülmek. Bir ölüm değil, bir ölüyü diriltmektir. O durumda üzülmek fuzulidir. Ondan sonraya kalan sürenin hazzını da yaşamak hoş olsa gerek. Bu anda eller, her şeyi göze alan bir fânînin titreyen elleri gibi “yasak aşka” uzanır. Tuttuğu eli koklar. Ardından besmele çekerek öper. Bu bir cellâdın hançerini kınından çıkarmasıdır. Tutuşan eller yeteneklerine değil, sözlere güven ile yeniden titrer. Hangi yeteneğin hangi yetenekten önce geldiğinin önemi yoktur ama sözün hep bir önemi vardır. Kızgın yağa dönen yürekler denizi tutuşturacaklarını sanırlar yağmur ve rüzgârdan habersiz. “Görüldük ama yok olmadık; görüldük, hayat bulduk” diyen dilleri ve dudakları da eller gibi titreyecek.

Artık biliyorlar ki, yüreklerinin üstünde ve altındaki her şey, sözlerin şirazelerini parçalayan meltemlere, derinliği kendinde saklı dış etkilere, karanlık bulutlara, yağmur sonrası revnaklara dayanıklı ve her bedel görülmeye değerdir artık.