“MASUM bir aldanıştı
hayat pencerelerde” der Nurullah Genç “Heyecan ve Fırtına” şiirinde.
Her
şeyin çok güzel olması mümkün olmayan bir yer olduğu hâlde dünya, bu “masum
aldanış”a kapılmayanımız yoktur sanırım. Umudumuz vardır hep ve umut, zaman
zaman hayâl kırıklığı getirse bile diri tutar insanı.
“Esaretin
Bedeli” filminde umutla ilgili iki tane, birbirinin tersi, bana kalırsa ikisi
de doğru tespit vardır. “Umut iyi bir şeydir, belki de en iyisi. İyi şeyler
asla ölmez” der Andy (Tim Robbins). Red (Morgan Freeman) ise, “Umut
tehlikelidir. Umut, bir insanı deli edebilir. Bu iyi değildir” der.
Sokrates,
tersi de doğru olabilecek ifadelere şüpheyle yaklaşır. “Tersini ispat edemeyeceğimiz
ifadeler doğrudur; tabiî eğer insanoğlunun böyle bir doğruya ulaşması mümkünse.
İnsan ancak bir şeyin ne olmadığını anlamak suretiyle onun tam olarak ne olduğu
bilgisine yaklaşabilir” der.
Bu
ifadeye göre, tersi de doğru olabilecek tespitleri hayatımızdan çıkardığımızda,
kelimelerimizin hayli azaldığını görebiliriz. Bu azıcık kelimeyle üst bir dil
dünyası kurmak mümkün olduğu gibi, bunları çeşitlilik olarak görüp bakış
açısına katkı sağlamasına izin de verilebilir.
Doğrunun değişmez olduğu temel ilkeler dışında, hayatın her alanında farklı düşüncelere açık olmak, bakış açısını genişletecektir. Elbette bunları belirlemede ölçü, bize göre “güzel” olması değildir fikrin.
Bir
şeyin güzel olması doğru olduğunu göstermeyeceği gibi, yanlış olduğunu da göstermez.
Güzel ama doğru olmama durumu söz konusuysa, doğruyu değiştirmek de bir yoldur.
Bu sebeple John Berger’in bir kitabına adını verdiği ifadeyle “Görme Biçimleri”
üzerinde çalışmak daha anlamlı ve ileriye götüren bir tercih olacaktır.
***
Farklı
bakış açılarının nasıl oluşacağı konusunda Nietzsche’nin sıradışı yaklaşımına
kulak verelim: “Bir çağ, bir halk, bir birey ne denli büyük, ne denli korkunç
tutkuların kendisini yönetmesine izin verirse ve bu tutkuları bir araç olarak
kullanma yetisine ne denli sahipse, onun kültürü o denli yüksek bir düzeye
ulaşacaktır.”
Kültürel
gelişim için çok yönlü olmanın katkısının büyük olduğunu düşünen Nietzsche,
ahlâk konusundaki sınırsızlık algısında yanlışa düşüyor olsa bile, kötü ve
şüpheli şeyleri yok etmeye uğraşmak yerine, bunları denetim altına alarak makul
olana yönlendirmenin önemine dikkat çekiyor.
Allain
de Botton’un ifadesiyle, aslında insan manevî tatmine ancak kendisini kolaylıkla
perişan edebilecek zorlukların bilgece üstesinden gelerek ulaşabilir. Bu da
kanımca geniş bir bakış açısı gerektirir.
***
Calvino’nun
“Görünmez Kentler”indeki spritualist yaklaşımlar, söylenenleri havada bırakan,
yaşantıya aktarılamaz bir ütopya oluştursa da, Marco Polo’nun gözünden kendinden
çıkamama durumunu incelemekte yarar var: “Sözlerim senin etrafında hangi ülkeyi
kurarsa kursun, bu sarayın yerinde kazıklar üzerine kurulmuş bir köy de olsa,
meltem sana çamur dolu bir nehir ağzının kokusunu da getirse, sen hep kendi
durduğun yere benzer bir yerden göreceksin onu.”
Bu
cümleler, bakış açılarının hepsini insanın kendisine yöneltiyor, insanla
sınırlandırıyormuş gibi görünse de, Mevlâna’nın deyimiyle “Kendini okyanusta
bir damla sayma. Bir damlanın içinde kocaman bir okyanussun” diye düşündüğümüz
zaman insanı, hiç de küçümsenecek bir bakış açısı olmadığını görürüz.
***
Oscar
Wilde, Whistler çizmeden önce Londra’da sis diye bir şey olmadığını söylemiş. Londra
sisli bir şehir olduğu hâlde, insanların bunu daha önce fark etmemiş olmasıyla
ilgili bir tespit Wilde’nin tespiti.
Buna
benzer pek çok örnek verilebilir. Gözlük gözündeyken gözlük arama hâli
olabileceği gibi, bu, gözlüğün kıymetini bilememekle de ilgili bir durum
aslında. Bakmak ile görmek arasındaki fark bu olsa gerek.
“Görme,
sözcüklerden önce gelir” diyor John Berger bir fotoğrafçı gözüyle. Görselliğe
çok önem veren, şair ve yazar kimliğinin yanında resim sanatıyla da hemhâl olan
Goethe, “Göz her şeyin başında geliyordu. Dünyayı algıladığım organdı o”
diyerek görmenin idrakteki önemine dikkat çeker.
Sanatın
iç içeliği, oluşturulan metaforların benzerliği fark edildiğinde, tüm sanat
dalları için görmenin varyantları denebilir.
Yazar
ve ressam Hermann Hesse, “Resimlerim ve yazdıklarım arasında bir farklılık
olmadığını göreceksiniz; resimlerimde de natüralist olanın değil, şiirsel
olanın peşindeyim” demiştir.
Bunların
yanında, sanatçıların ruh benzerlikleri de farklı sahalarda çalışıyor olsalar
bile görme biçimlerinde, dolayısıyla eserlerinde birbirlerine yakınlık
oluşturur. “Chopin bir yazar olsa, Goethe gibi yazardı” (ya da tam tersi) demek
mümkün söz gelimi.
Günümüz
ressamlarından Vladimir Kush’un çizimleri her ne kadar Salvador Dali’nin
resimlerine benzetilse de, kendisi resimlerinin “metaforik realizm” ürünü
olduğunu söylüyor. Bu türün öyküde de yer bulduğunu düşünürsek, daha somut bir
şekilde Chopin-Goethe benzerliği örneği zihnimizde şekillenecektir.
***
“Görmek”
görüş alanıyla sınırlandırıldığında, görmek ile bakmak arasında çok bir fark
olmaz. Ancak görme biçimleri üzerinde ne kadar aktif bir şekilde çalışılır,
farklı bakış açıları ne kadar çok dikkate alınır ve incelenirse, o ölçüde görüş
alanı genişleyecektir.
Göz
görür, ancak nasıl gördüğünü gönle sormak gerekir. Bülbülün güle baktığı gibi
bakabilir mi herkes güle? Gönlü güzel tutmalı ki göz güzel görsün. Gönlü geniş
tutmalı ki göz, görebileceğinden fazlasını görsün. Ne diyordu Exupery? “Aslolan,
göze görünmez!”