
İNSANIN yaratılışı ile başlayan hak ile bâtıl
mücadelesi, Hazreti Âdem’in yeryüzüne indirilmesiyle dünya sahnesinde devam
etti ve kıyamete kadar da sürecek. Bu hak ile bâtıl mücadelesinin her dönemde taraftarları
olagelmiştir. Hak dâvâsının savunucuları kadar bâtılın savunucuları da kendilerini
haklı görmekte ve dâvâlarının devamı için canla başla mücadele etmektedirler.
Dâvâ, aslında Yaratıcı’nın
hayata hâkimiyeti dâvâsıdır. Ondan başka tapılacak bir ilâhın olmadığının
fikre, zikre ve fiile işlenmesidir. Yeryüzünde Yaratıcı’nın halîfesi sıfatı ile
bulunan insanoğlu, bu vazifesini bir sorumluluk bilinciyle yerine getirmek
durumundadır. İşte bu dâvâyı yüklenenler bu ideal uğruna yeryüzünde büyük
mücadelelere giriştiler. Büyük dâvâların kayıp vermeden kazanılmadığı gerçeği
gereği bu yolda yârden ve serden geçenler zaman zaman idealleri uğruna kıymetli
canlarını seve seve verdiler. Zira biliyorlardı ki, bunun ucunda ebedî bir
mükâfat ve şehadet gibi dünyadaki hiçbir mâkâmla kıyaslanamayacak bir ödül var.
İnsanların bir
kısmı yaratılış esnasında Rablerine verdikleri sözü unutup kendi heva ve
heveslerini toplumsal hayata tatbike kalkınca buna itiraz edenlerle aralarında bir
mücadele başlamıştır. Bu mücadeleler tarih kitaplarının sayfalarını doldurur. Hak
da olsa, bâtıl da olsa, yüreğinde bir dâvânın yükünü taşımaya muktedir olamayan
kimseler, zaman zaman suret-i haktan görünerek hakkın müdafilerinin arasına
girerler. Hak olan dâvâyı yolundan, menzilinden, kıblesinden şaşırtmak için
gizli gizli çalışırlar yani bir nevi münafıklık ederler. Bunlar erkekçe çıkıp
hakkın karşısında mücadele edemezler ama her fırsatta diğer tarafın ileri
gelenlerine “Biz sizdeniz” demekten de geri durmazlar. Bu durum Bakara Sûresi’nin
14’üncü ayetinde çok güzel anlatılmıştır: “Ama
(münafıklar/ Müslümanlıktan geçinenler) mü’minlere rastlayınca, ‘Biz de (sizin
gibi) iman ettik’ derler. Fakat kendi şeytan (gibi olan yandaş)larıyla baş başa
kaldıklarında, ‘Şüphe yok ki biz (fikir ve ideolojide) sizinle beraberiz, biz sadece
onlarla alay etmekteyiz’ derler.”
Büyük dâvâlar, başlarında
büyük adamlar isterler. Buradaki büyüklük dünyevî her şeyi elinin tersiyle
itebilen, yalancı iltifatlara rağbet etmeyen, dâvânın merkezine kendini değil de
ideallerini, ülküsünü koyan insanlardır. Onlar feraset ehlidir. Ak sütten ak
kılı ayırt edecek bir ferasete sahiptirler. Yola sağlam adamlarla çıkarlar ve
dere geçerken at değiştirilmeyeceğini bilirler. Yola çıktıklarını yolda
bulduklarıyla değiştirmezler.
Maalesef büyük dâvâların
düşmanları da büyük olur. Çoğu zaman sinsi, kurnaz ama acımasız bir şekilde
sızdıkları bünyeleri bir kurt gibi kemirerek onu işlevsiz hâle getirmek için
mücadele ederler bu tipler. Bunların bir kısmı ferdî hareket eder. Ancak “hacı
hacıyı Mekke’de bulur” sözü mucibince, kendileri gibi adamları bulup hemen
organize olurlar. Dâvâ hareketi içinde klikler, lobiler, gruplar
oluşturuverirler. Bunların bazıları da uluslararası bazı mihrakların
yönlendirdiği örgütlerin adamlarıdır. Mesele bunları zamanında fark edip
bünyeden uzaklaştırmaktır. Dedik ya, suret-i haktan görünmeleri, onların
zamanında tespitini de, tardını da güçleştirmekte.
Bu yapılmazsa ne
olur?
Bunlar farkına
varılıp derhâl uzaklaştırılmazlarsa, dâvâların istikameti değişir. İlây-ı Kelîmetullah
olan dâvâ, bir anda birilerinin isimlerinin yüceltildiği bir yola evrilir. Bu
da o dâvânın iflâsı demektir. Amacı hakkın rızasını kazanmak olan dâvâ, bir
anda birilerini memnun etmek, mâkâm mevki dağıtmak dâvâsına döner. Bakışlar şaşılaşır,
ölçüler değişir. Emanet, ehliyet ve liyakat gibi kavramların içi boşalır ve yalakalık
bir anda en büyük meziyet hâline gelir. Zaaflar gözleri kör eder. Zaaflar
zaafları doğurur. Sonuçta dâvâ dâvâlıktan çıktığı için büyük bir hezimet
yaşanır.
Dâvâları
omuzlayanlar ise hep ona sadakatle bağlı gönüllüler ordusudur. Onlar
kendilerini, dâvâlarına karşılıksız olarak adamışlardır. Bir beklenti içinde
olmadıklarından, itilseler de, kakılsalar da, adam yerine konulmasalar da dâvâlarından
asla taviz vermezler. Ancak dâvânın başındakiler onların gayret ve
sadakatlerini görmezden geldiklerinde artık saflar yavaş yavaş seyrekleşir.
Zira şilepeye üşüşen sinekler gibi bir anda itiş kakış öne geçen nevzuhur
menfaatçiler, dâvânın gönüllülerini yaka paça ederek safların gerisine doğru
iteler, hatta ötelerler. Bu durum öyle bir hâl alır ki gönüllüler bunların
arasında zenci durumuna düşerler. Onlar artık ayak bağıdırlar. Eski çamlar
çoktan bardak olmuştur. Köprünün altından çok sular geçmiştir. “Bu devirde
böyle şeylerin modası geçti” diye başlayan nutukları, “Ağlamayan çocuğa şeker
yok” diye biter. Değişim ve dönüşüm adına kurban edilir gönüllülerin ilkeleri,
ülküleri…
Dâvâları
omuzlarına yapışmış bu gönüllüler sırtlarındaki dâvânın yükü ile gerilerden
yürürken, omuzlarında sadece dâvânın başlarını omuzlayanlar ise artık kendi
istikametlerini çizerek işi rayından çıkarırlar. Bu tipler bir anda her yerde
görünmeye başlarlar. Astığı astık, kestiği kestik tavırlarıyla dönüp dâvâlarını
sırtlayan gönüllülere efelenirler. Her aksaklığı onlara fatura ederler. Hiçbir
şeyden memnun olmazlar. Kırarlar, dökerler… İlk önceleri her emeline nail olan
bu türediler, başarılıymış gibi ittihaz edilirler. Zira yine Sünnetullah iktiza
etmiştir: “Allah da onların alaylarına
mukâbele eder (hak ettikleri karşılığı verir) ve onlara azgınlıkları/isyanları
için de (bir müddet) mühlet verir; onlar da (bir ceza olarak) şaşkınca
bocalayıp dururlar.” (Bakara, 15)
Allah onlara bir
müddet daha mühlet vermiştir ki istediklerini yapsınlar.
Bir anda köşe
başlarını tutuverirler. Mâkâmlar, mevkiler, kurumlar ve kuruluşlar istisnasız
onlar veya yandaşları tarafından temsil edilir. Keyfilikler alır başını gider. İnanılan
değerler ayaklar altına alınmıştır. Menfaatler her şeyin anahtarı oluvermiştir.
Kılık kıyafet modanın emrine amadedir. Sıradan arabalar lüks ötesidir. Mütevazı
meskenler rezidanslara dönüşüvermiştir. İsraf ve lüksün önü alınamadığı için,
tüketim de bir çılgınlık hâlini almıştır.
Ancak bu yalancı
bahar bir anda hazana dönüşür. Bir yaprak dökümü başlamıştır. İşler artık
eskisi gibi değildir. Denizin suyu tükenmek üzeredir. Gemi yeterince su
almıştır ve artık gemiyi terk etme zamanı gelmiştir. Gemi su alınca ilk önce
farelerin terk ettiği gibi… Artık işleri bitmiş, menfaatleri kesilmeye yüz
tutmuştur. Hemen ilk fırsatta omuzladıkları liderlerini sırtlarından atarak
karşı tarafa geçiverirler. Hem de bir sürü dedikodu ve iftira ile… Tıpkı akdini
fesheden eski evliler gibi birbirlerinin saklı gizli neleri varsa ortaya
dökerler.
Ne acı değil mi?
Tarih sahnesinde
bu tip olaylar hep yaşandı. Nice devletler bu şekilde yıkıldı gitti. Nice dâvâlar
akim kaldı. Yanlış adamların tercih edilmesi yüzünden nice gönüllü insan
küstürüldü. Parsayı toplayanlar kaçıp gittiklerinde dâvânın çilekeşleri boyunlarını
büküp onların açtığı yaraları sarmak ile meşguldürler. Ancak ortada hedefe
varamadan batan bir gemi ve sönen umutlar vardır. Yeniden başlamak, yeniden bir
mesafe almak için yeni nesillere ihtiyaç vardır.
Tarih, ders alınırsa tekerrür etmezmiş. Umarız tekerrür etmez!