Gönülsüzler arasındaki ötekiler: Gönüllüler

Yanlış adamların tercih edilmesi yüzünden nice gönüllü insan küstürüldü. Parsayı toplayanlar kaçıp gittiklerinde dâvânın çilekeşleri boyunlarını büküp onların açtığı yaraları sarmak ile meşguldürler. Yeniden başlamak, yeniden bir mesafe almak için yeni nesillere ihtiyaç vardır. Tarih, ders alınırsa tekerrür etmezmiş. Umarız tekerrür etmez!

İNSANIN yaratılışı ile başlayan hak ile bâtıl mücadelesi, Hazreti Âdem’in yeryüzüne indirilmesiyle dünya sahnesinde devam etti ve kıyamete kadar da sürecek. Bu hak ile bâtıl mücadelesinin her dönemde taraftarları olagelmiştir. Hak dâvâsının savunucuları kadar bâtılın savunucuları da kendilerini haklı görmekte ve dâvâlarının devamı için canla başla mücadele etmektedirler.

Dâvâ, aslında Yaratıcı’nın hayata hâkimiyeti dâvâsıdır. Ondan başka tapılacak bir ilâhın olmadığının fikre, zikre ve fiile işlenmesidir. Yeryüzünde Yaratıcı’nın halîfesi sıfatı ile bulunan insanoğlu, bu vazifesini bir sorumluluk bilinciyle yerine getirmek durumundadır. İşte bu dâvâyı yüklenenler bu ideal uğruna yeryüzünde büyük mücadelelere giriştiler. Büyük dâvâların kayıp vermeden kazanılmadığı gerçeği gereği bu yolda yârden ve serden geçenler zaman zaman idealleri uğruna kıymetli canlarını seve seve verdiler. Zira biliyorlardı ki, bunun ucunda ebedî bir mükâfat ve şehadet gibi dünyadaki hiçbir mâkâmla kıyaslanamayacak bir ödül var.

İnsanların bir kısmı yaratılış esnasında Rablerine verdikleri sözü unutup kendi heva ve heveslerini toplumsal hayata tatbike kalkınca buna itiraz edenlerle aralarında bir mücadele başlamıştır. Bu mücadeleler tarih kitaplarının sayfalarını doldurur. Hak da olsa, bâtıl da olsa, yüreğinde bir dâvânın yükünü taşımaya muktedir olamayan kimseler, zaman zaman suret-i haktan görünerek hakkın müdafilerinin arasına girerler. Hak olan dâvâyı yolundan, menzilinden, kıblesinden şaşırtmak için gizli gizli çalışırlar yani bir nevi münafıklık ederler. Bunlar erkekçe çıkıp hakkın karşısında mücadele edemezler ama her fırsatta diğer tarafın ileri gelenlerine “Biz sizdeniz” demekten de geri durmazlar. Bu durum Bakara Sûresi’nin 14’üncü ayetinde çok güzel anlatılmıştır: “Ama (münafıklar/ Müslümanlıktan geçinenler) mü’minlere rastlayınca, ‘Biz de (sizin gibi) iman ettik’ derler. Fakat kendi şeytan (gibi olan yandaş)larıyla baş başa kaldıklarında, ‘Şüphe yok ki biz (fikir ve ideolojide) sizinle beraberiz, biz sadece onlarla alay etmekteyiz’ derler.”

Büyük dâvâlar, başlarında büyük adamlar isterler. Buradaki büyüklük dünyevî her şeyi elinin tersiyle itebilen, yalancı iltifatlara rağbet etmeyen, dâvânın merkezine kendini değil de ideallerini, ülküsünü koyan insanlardır. Onlar feraset ehlidir. Ak sütten ak kılı ayırt edecek bir ferasete sahiptirler. Yola sağlam adamlarla çıkarlar ve dere geçerken at değiştirilmeyeceğini bilirler. Yola çıktıklarını yolda bulduklarıyla değiştirmezler.

Maalesef büyük dâvâların düşmanları da büyük olur. Çoğu zaman sinsi, kurnaz ama acımasız bir şekilde sızdıkları bünyeleri bir kurt gibi kemirerek onu işlevsiz hâle getirmek için mücadele ederler bu tipler. Bunların bir kısmı ferdî hareket eder. Ancak “hacı hacıyı Mekke’de bulur” sözü mucibince, kendileri gibi adamları bulup hemen organize olurlar. Dâvâ hareketi içinde klikler, lobiler, gruplar oluşturuverirler. Bunların bazıları da uluslararası bazı mihrakların yönlendirdiği örgütlerin adamlarıdır. Mesele bunları zamanında fark edip bünyeden uzaklaştırmaktır. Dedik ya, suret-i haktan görünmeleri, onların zamanında tespitini de, tardını da güçleştirmekte.

Bu yapılmazsa ne olur?

Bunlar farkına varılıp derhâl uzaklaştırılmazlarsa, dâvâların istikameti değişir. İlây-ı Kelîmetullah olan dâvâ, bir anda birilerinin isimlerinin yüceltildiği bir yola evrilir. Bu da o dâvânın iflâsı demektir. Amacı hakkın rızasını kazanmak olan dâvâ, bir anda birilerini memnun etmek, mâkâm mevki dağıtmak dâvâsına döner. Bakışlar şaşılaşır, ölçüler değişir. Emanet, ehliyet ve liyakat gibi kavramların içi boşalır ve yalakalık bir anda en büyük meziyet hâline gelir. Zaaflar gözleri kör eder. Zaaflar zaafları doğurur. Sonuçta dâvâ dâvâlıktan çıktığı için büyük bir hezimet yaşanır.

Dâvâları omuzlayanlar ise hep ona sadakatle bağlı gönüllüler ordusudur. Onlar kendilerini, dâvâlarına karşılıksız olarak adamışlardır. Bir beklenti içinde olmadıklarından, itilseler de, kakılsalar da, adam yerine konulmasalar da dâvâlarından asla taviz vermezler. Ancak dâvânın başındakiler onların gayret ve sadakatlerini görmezden geldiklerinde artık saflar yavaş yavaş seyrekleşir. Zira şilepeye üşüşen sinekler gibi bir anda itiş kakış öne geçen nevzuhur menfaatçiler, dâvânın gönüllülerini yaka paça ederek safların gerisine doğru iteler, hatta ötelerler. Bu durum öyle bir hâl alır ki gönüllüler bunların arasında zenci durumuna düşerler. Onlar artık ayak bağıdırlar. Eski çamlar çoktan bardak olmuştur. Köprünün altından çok sular geçmiştir. “Bu devirde böyle şeylerin modası geçti” diye başlayan nutukları, “Ağlamayan çocuğa şeker yok” diye biter. Değişim ve dönüşüm adına kurban edilir gönüllülerin ilkeleri, ülküleri…

Dâvâları omuzlarına yapışmış bu gönüllüler sırtlarındaki dâvânın yükü ile gerilerden yürürken, omuzlarında sadece dâvânın başlarını omuzlayanlar ise artık kendi istikametlerini çizerek işi rayından çıkarırlar. Bu tipler bir anda her yerde görünmeye başlarlar. Astığı astık, kestiği kestik tavırlarıyla dönüp dâvâlarını sırtlayan gönüllülere efelenirler. Her aksaklığı onlara fatura ederler. Hiçbir şeyden memnun olmazlar. Kırarlar, dökerler… İlk önceleri her emeline nail olan bu türediler, başarılıymış gibi ittihaz edilirler. Zira yine Sünnetullah iktiza etmiştir: “Allah da onların alaylarına mukâbele eder (hak ettikleri karşılığı verir) ve onlara azgınlıkları/isyanları için de (bir müddet) mühlet verir; onlar da (bir ceza olarak) şaşkınca bocalayıp dururlar.” (Bakara, 15)

Allah onlara bir müddet daha mühlet vermiştir ki istediklerini yapsınlar.

Bir anda köşe başlarını tutuverirler. Mâkâmlar, mevkiler, kurumlar ve kuruluşlar istisnasız onlar veya yandaşları tarafından temsil edilir. Keyfilikler alır başını gider. İnanılan değerler ayaklar altına alınmıştır. Menfaatler her şeyin anahtarı oluvermiştir. Kılık kıyafet modanın emrine amadedir. Sıradan arabalar lüks ötesidir. Mütevazı meskenler rezidanslara dönüşüvermiştir. İsraf ve lüksün önü alınamadığı için, tüketim de bir çılgınlık hâlini almıştır.

Ancak bu yalancı bahar bir anda hazana dönüşür. Bir yaprak dökümü başlamıştır. İşler artık eskisi gibi değildir. Denizin suyu tükenmek üzeredir. Gemi yeterince su almıştır ve artık gemiyi terk etme zamanı gelmiştir. Gemi su alınca ilk önce farelerin terk ettiği gibi… Artık işleri bitmiş, menfaatleri kesilmeye yüz tutmuştur. Hemen ilk fırsatta omuzladıkları liderlerini sırtlarından atarak karşı tarafa geçiverirler. Hem de bir sürü dedikodu ve iftira ile… Tıpkı akdini fesheden eski evliler gibi birbirlerinin saklı gizli neleri varsa ortaya dökerler.

Ne acı değil mi?

Tarih sahnesinde bu tip olaylar hep yaşandı. Nice devletler bu şekilde yıkıldı gitti. Nice dâvâlar akim kaldı. Yanlış adamların tercih edilmesi yüzünden nice gönüllü insan küstürüldü. Parsayı toplayanlar kaçıp gittiklerinde dâvânın çilekeşleri boyunlarını büküp onların açtığı yaraları sarmak ile meşguldürler. Ancak ortada hedefe varamadan batan bir gemi ve sönen umutlar vardır. Yeniden başlamak, yeniden bir mesafe almak için yeni nesillere ihtiyaç vardır.

Tarih, ders alınırsa tekerrür etmezmiş. Umarız tekerrür etmez!