İSTANBUL... İstanbul…
“Gecesi sümbül kokan/ Türkçesi bülbül kokan/ İstanbul…/ İstanbul…” (N. F.
Kısakürek)
Vatan,
millet, iman, aşk gibi yüce duygularla insanları coşturan, hakkında çok güzel
dizeler yazılan eşsiz şehir İstanbul… Hangi şehre bu kadar yakışır aldığı isim,
hangi şehre yüklenmiştir ona yüklenen anlam? Hangi şehir için methiyeler
dizilmiştir, hangi şehre âşık olunmuştur onun kadar? Hangi şehrin insanları,
Necip Fazıl’ın dediği gibi, “Güleni şöyle dursun, ağlayanı bahtiyar”?
Yoktur,
eşi benzeri yoktur. Hiçbir şehir, yaşayanı kendine bu kadar bağlayamamıştır.
Vatan, millet sevgisi girmeyen, kudsiyet girmeyen şehir, gönüllere de giremez.
Müjdeli bir şehirdir, asırlarca Fatih’in ayak seslerini gözlemiştir.
İstanbul’da
ötelerin kokusu vardır. Hak aşkına yananların, gönül ehli olanların, gerçek
mutluluğu bulanların, mânevî hazzı doruklarda yaşayıp asırlarca o kokuyu
yayanların ayak izleri vardır her köşe başında. Bu kokuyu, gözlerini kapayıp
gönül gözünü açanlar, varlık âleminde hiçliğe ulaşıp rûhun ve bedenin
ağırlığından sıyrılarak gönül dünyasına inenler duyabilir.
“Tarihin
gözleri var, surlarda delik delik/ Servi, endamlı servi ahrete perdelik/
Bulutta şaha kalkmış Fatih’ten kalma kır at/ Pırlantadan kubbeler belki bir
milyar kırat/ Şehadet parmağıdır göğe doğru minare/ Her nakışta o mânâ:
Öleceğiz, ne çâre?” diyen Necip Fazıl’ın dizelerinde bu kokuyu hissetmek ne
güzel!
İstanbul’un
gönlü yücedir, herkese kucak açar, kendinden ne istenirse vermeye çalışır;
nimet isteyene nimet, mihnet isteyene mihnet, himmet isteyene himmet… Boşuna
dememiştir Üstad Necip Fazıl, “Beyoğlu tepinirken, ağlar Karacaahmet”…
Sadece
görenler sevmez, görmeyenler de sever bu büyülü şehri. Belki de gönül gözü açık
olduğundandır, anlar ve görür ondaki etkiyi. İstanbul’u gözlerimiz kapalı
dinlerken şair Orhan Veli’yi hatırlar; “Sevgisi içimde yaşayıp duran/ Nazlı
güzellerin şirin İstanbul/ Hayâli kafamda hükümler süren/ Görmez gözlerime
görün İstanbul” dizeleriyle dinleriz büyük Âşık Veysel’i.
Yolculuk,
İstanbul ile anlam kazanmıştır. Sirkeci, Haydarpaşa, Topkapı kaç ürkek bakışı
ağırlamış, kaç fakirin ekmeğini taşımıştır. Buralarda kaç sevgili ayrılmış, kaç
sevgili barışmıştır. Kaç umut burada başlamış, kaç umut başlamadan bitmiştir, bilinmez.
Kendine has dokusu, kendine has kokusu vardır. Güzele ne giyse yakışır ya, her
mevsim ayrı bir kıyafet giyer; ilkbaharda gelin gibi süslenir. Erguvan, mor
salkım, lâle, çiğdem en sevdiği elbisedir, salınır her dem. En sevmediği
elbisedir hüzün ve matem. Hüzün mevsiminde korularda ağırlar hazan yapraklarını,
sarıyı, kahve ve kızılı. Gizemli bir hava katar, gizler kasırları, konakları,
yalıları, yaşanmışlıklarla anıları…
Yazarları,
şairleri çağırır esrarlı hayatları gün ışığına çıkarması için. Her bir sokağı,
her kıvrımlı yolu, her yıkık çeşmesi, her mezar taşı bir hikâye saklar.
İstanbul,
tekâmül sürecinden geçirir her geleni. Rûh tekâmülünü üst perdeye taşıyabilen
kişiler, şairlerin ve yazarların hayâl dünyasından görmeye başlar İstanbul’u. Bazen
sahaflarda alır soluğu, bazen dar sokaklarda, ıssız mezar taşlarında, bazen
endamlı servilerle minare gölgelerinde. Bazen Eyüp, bazen Üsküdar’da Aziz
Mahmut Hüdayî dokunur gönül teline. Tan yeri ağarırken, yedi tepeden yayılan
ezanla selâlar, gönül sarhoşluğunu taşır zirveye.
Bazen,
yaşarken anlaşılamaz bize kattığı değer. Çoğu zaman ayrılınca anlarız bu
duyguları. Sırtımızı dönüp de terk-i diyar ettiğimiz zaman ilmek ilmek
ördüğümüz anılarımız zihnimize hücûm ederken, pişmanlık rûhumuzu kemirir durur.
Boğazı süsleyen asma köprüler, Altın Boynuz’un endamı, Sarayburnu’nun zarâfeti,
kendine hayran ederken başka âlemlere çağırır. Kendine has bir tılsımı vardır. Tütsülerle
gezer sanki tarihî dokuda büyücüler. Martıların kanatlarından dökülür mânevî
hazlar, Boğaz’ın serin sularından balıkçıların ağlarına takılır inciler,
mercanlar, türlü hazîneler...
Bir
sevgili şehir
Sevgilidir,
yâr olmuştur, ne yapsak ayrılamayız. Eğer bir gaflet ânımızda ayrılık kararı
almışsak, bir ömür pişmanlıkla dolar kalbimiz. Zira her zaman terk edenin yükü daha
fazladır, kalan sevgiliden; gurbet ellerde dolaşırken, yıldızlara sorar bazen, bazen
de dolunaya anlatır derdini. Her baktığı pencerenin camında, yangın çıkan Üsküdar’ı arar gözleri. Baktığı hiçbir
pencerede akşam yangını çıkmayınca, gönlünün yangınını tekrar Necip Fazıl Üstad’ın
dizelerinde giderir.
Müzik,
İstanbul’da başka dinlenir. Notaların verdiği ritim hayatın ve nabzın ahengiyle
karışırken, Üstad’ın dizelerini en derinden terennüm eder: “Bir ses, bilemem
tanbur gibi mi, ud gibi mi?/ Cumbalı odalarda inletir Kâtibim’i…”
Hiçbir
günbatımında Galata Kulesi’ne Salacak’tan bakarken aldığımız lezzeti alamayız.
Kız Kulesi’nin yanından güneşi uğurlarken, “Neden daha fazla kalmadım?” diye
hayıflanır dururuz. Gönlü İstanbul için atmış, verdiği eserlerle birçok okurun
hislerine tercüman olmuş şair ve yazarların izlerini takip ederken, yolumuz
Bebek ve Rumeli Hisarı sırtlarına düşer. Bu yazarlara, şairlere ebedî
istirahatgâh olan Aşiyan Mezarlığı’nda kalır gönlümüz.
İstanbul’un
havasını yazarların ve şairlerin cümlelerinde koklamak kadar güzeli yoktur. Kâh
şiir, kâh roman, kâh hikâye… Hayatı onların kelimelerinde tanımak, ince ince
dokunmuş ilmeklerde keşfetmektir asıl gâye. Hepsi de ayrı bir semt, ayrı bir
sokağa taşır, ayrı bir doku ve ayrı bir duyguyla doldurur gönülleri. İstanbul’da
ya şair olunur, ya yazar. Eğer hiçbirini
olamazsak iyi bir okur oluruz. Başka çâremiz yoktur.
Yedi
göğün incisi, gönüllerin birincisi yedi tepeden bakar, zirvededir gözü. Çünkü
yakışır ona hayata tepeden bakmak, yakışır ona kibirlenmek. İstanbul şairi
Yahya Kemal’e imreniriz. O ufukta görmüştür İstanbul’u, sanatının en zirve eserlerini
vermiştir, şiiri ve İstanbul’u bizlere sevdirmiştir. Çok sevmiştir; onda
yaşamış ve “Artık demir alma vakti gelmiş zamandan/ Meçhule giden bir gemi
kalkar limandan” dizelerini bize bırakıp, onun koynunda ölmüştür.
Sonra
radyodan bir istek şarkı çalınır, daha da buruk olur içimiz. Koşmak isteriz
kollarımızı açarak efsunlu şehre. Zira o eşsiz sevgili affedicidir; nâdim olmuş,
kapısına gelmiş sevgiliyi geri döndürmez asla: “Sana dün bir tepeden baktım
aziz İstanbul!/ Görmedim gezmediğim, sevmediğim hiçbir yer,/ Ömrüm oldukça
gönül tahtına keyfince kurul!/ Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer.”
İstanbul
hep güllük gülistanlık mı olmuştur? Hep gelecekten umutlu, güven duygusu içinde
midir? Elbette hayır! Meydanlarında nice sarsıntılar yaşamış, nice ağaçlara
insan ömrünün kısacık vadesi asılmıştır. O ağaçlar bir dile gelse, hangi insan
gölgesi sallanır dallarında anlatır. Hem ağaçlar, hem de nârin ve nâzenin olan
İstanbul çok yara almıştır. Ona övülmek, âşıkların seranatları arasında,
endamlı servilerle yarışan minareler gölgesinde gönülleri mest etmek yaraşır.
Fıtratına ters düşen her işgal ve kaos onu yıpratır, ömründen ömür çalar…
Sonra
Yahya Kemal’in dizeleri aklımıza gelir: “Bağrımda bir akis gibi kalmış uğultulu…/
Mağlupken ordu, yaslı dururken bütün vatan…”
Vatan
yaslıyken İstanbul güler mi?
Bedri
Rahmi Eyüboğlu’nun dizeleriyle, “İstanbul deyince aklımıza martılar gelir,
masal gelir, Gülcemal gelir, toprak damlarıyla Anadolu gelir”. Çünkü Anadolu
sevgisidir İstanbul sevgisi, vatan sevgisi, millet sevgisi. Vatan neyse,
İstanbul odur. Vatan aşkını İstanbul aşkıyla bir tuttuk, bir tutarız. Nâmus ve
iman şuuru da İstanbul ile denktir.
Peygamber
müjdesini asırlarca bekleyen mübarek şehirdir bizim gözümüzde İstanbul. Vatan
yoksa, İstanbul da yoktur. İstanbul işgal edildiğinde kenetlenen halk, kurtuluş
destanını yazmıştır. İstanbul, heybetli camileri ve minareleriyle imandır,
sevgidir, barış ve kardeşliktir.
Şair Nedim’in dizeleri okunmazsa duygular yarım kalır: “Bu şehr-i Stanbûl ki bî-misl ü bahâdır/ Bir sengine yek-pâre Acem mülkü fedâdır.” (Bu İstanbul şehri öyle eşsiz bir değerdedir ki paha biçilmez, bir taşına bütün bir Acem mülkü fedâ olsun.)