
“DU” Arapça
bir kelime olup “seslenme, yardıma çağırma, Allah’a yakarma ve O’ndan dilekte
bulunma” anlamındadır. Duâ, ibadetin en yücesidir. Peygamberimiz de şu sözlerle
duânın ehemmiyetine vurgu yapmıştır: “Duâ ibadetin ta kendisidir; Allah
nazarında duâdan daha üstün başka bir şey yoktur. Allah’a, duânızın kabul
edileceğine kesinlikle inanmış olarak duâ edin. Şunu da bilin ki, Allah
kendisinden gafil ve başka işlerle meşgul bir kalbin duâsını kabul etmez.”
Başımıza gelen kazâ veya belâlarda
hep duâlara sığınırız. İmam-ı Rabbânî Hazretleri, “Duâ kazâyı, belâyı def eder”
der. Hadîs-i şerifte de, “Kazâ ancak ve yalnızca duâ ile durdurulur” diye
geçmektedir. Yani kazâ ve belâya karşı en büyük güvencemiz, şüphesiz gönülden
ve samîmi duâlarımız olacaktır. Peki duâya nasıl başlamalı ve usûl olarak nasıl
bir yol izlenmeli?
Duâya hamd ve senâ ile
başlayıp Peygamberimize salât getirerek, sonrasında da dilediğimizi gönülden
sunarak devam etmemiz en doğru olanıdır. Duâ etme şekliyle ilgili Peygamberimiz,
“Allah’tan avuçlarınızın içiyle isteyin, sırtlarıyla istemeyin” diye buyurup, duâ
tamamlanınca da avuçlarımızı yüzümüze sürmemizi, sonunda da “Âmin” dememizi
tavsiye etmişlerdir. Tabiî duâ ederken, gönülden ve yürekten bir bağlılık da
esas olanıdır.
“Duâ, aynı duâ; ağız, aynı
ağız değil”
Konu açılmışken, Hazreti Ali
ile bir fakirin hikâyesine de burada yer vermek anlamlı olacaktır.
Günlerden bir gün bir fakir,
bir ağaç dibinde gölgelenen Hazreti Ali’nin yanına gelir, “Çoluk çocuk ihtiyaç
hâlindeyim, ne olur bana biraz yardımda bulun” der. Hazreti Ali hemen yerden
avuç içine biraz kum alır, üzerini okumaya başlar, sonra da avucunu açar ki kum
tanecikleri altın külçeleri hâline gelmiştir. “Al” der fakire, “İhtiyaçlarını
karşıla”. Fakirin gözleri yerlerinden çıkacak gibi olur. “Allah aşkına Ali, ne
okudun da böyle oldu?” diye soramadan edemez.
Hazreti Ali, “Kur’ân-ı Kerîm,
Fâtiha Sûresi’ne gizlenmiştir. Ben de Kur’ân-ı Kerîm’i yani Fatiha Sûresi’ni
okudum bu kum taneciklerine” der. Bunu öğrenen fakir durur mu, hemen o da kum
taneciklerini alır ve okumaya başlar. Okur, okur, okur… Bakar ki hiçbir
değişiklik yok. Döner, tekrar gelir Hazreti Ali’nin yanına ve “Ben de okudum,
ama bir şey değişmiyor. Kumlar altın olmuyor” der. Hazreti Ali mahcûb bir şekilde
boynunu büker ve şunları söyler: “Ne yapayım, duâ aynı duâ ama okuyan ağız aynı
değil. Duâ tamam, lâkin okuyanın ihlâsı ve teveccühü tamam değildir.”
Duâ ile ilgili ayrıca iki
önemli kıssaya da yer vereceğiz. İlki, Hazreti Mevlâna’nın eseri Mesnevî’den
olacak…
Rivâyete göre, yıllar önce Nasuh
adında bir adam varmış. Nasuh, hamamlarda tellaklık eder ve böylece kadınları
kolaylıkla avlayarak baştan çıkarırmış. Yüzü, kadın yüzü gibi tüysüz; sesi,
kadın sesi gibiymiş. Erkekliğini bu yüzden rahatlıkla gizlermiş. Nasuh yıllarca
tellaklık etmiş, kimse onun tellak ve bir erkek olduğunun farkına varamamış. Çarşaf
giyer, peçe takarmış. Fakat şehveti azgın bir gençmiş. Bu yüzden padişahın
kızlarını bile hamamda keseleyip yıkarmış. Aradan zaman geçince Nasuh pişman
olmuş ve tövbe etmiş. Fakat tövbesini tutamamış. Bir gün Allah dostuna giderek,
“Bana duâ et” diye ricada bulunmuş. Velî de ona duâ etmiş.
Nasuh bir gün yine hamamda
tası doldururken, padişahın kızının küpesindeki incilerden biri kaybolmuş. Bütün
kadınlar onu aramaya koyulmuş. Herkesin eşyasını aramak için önce hamamın
kapısını kapamışlar, sonra da başlamışlar aramaya. İnci bir türlü bulunamamış. Bunun
üzerine herkesin ağzını ve her yerini aramaya başlamışlar. “İhtiyar, genç, herkes
anadan doğma soyunsun” diye bağırmışlar. Nasuh korkusundan bir kenara çekilmiş.
Yüzü korkuyla dolmuş, sararmış dudakları titremiş. Ölüm korkusu her yanını
sarmış. Kendi kendine, “Ya Rabbi, birçok defa tövbe ettim fakat tövbemi
tutamadım. Eğer beni bu belâdan rezil rüsva olmaktan kurtarırsan bütün
yaptıklarımdan tövbe edeceğim” demiş. Hamamdakiler herkesi aradıktan sonra, “Ey
Nasuh, herkesi aradık, şimdi sıra sende, gel seni de arayalım!” demişler. Nasuh
için kurtuluş yokmuş. Tam o an, onu arayacakları sırada, “İnci bulundu!” diye
bir ses gelmiş. Nasuh’u aramaktan vazgeçmişler.
Nasuh rezil olmaktan, ölümden
kurtulmuş. Tabiî incinin bulunmasıyla da herkes bayram etmiş. Bu sevinç dalgası
geçtikten sonra Nasuh’u çağırmışlar: “Ey güzel tellak, gel, padişahın kızı seni
çağırıyor, onu kesele!” demişler. Nasuh bunu reddederek hamamdan çıkıp gitmiş. Bir
daha da tövbesini bozmamış.
İkinci kıssamız da Hazreti
Mûsâ Peygamber’in başından geçen bir olayla ilgili...
Hazreti Mûsâ bir gün, tek
başına dağları dolaşırken, uzaktan yoksul ve yalnız bir çoban görmüş. Çoban dizüstü
çökmüş hâlde ellerini semâya açıp duâ etmekteymiş. Bu durum Hazreti Mûsâ’nın
çok hoşuna gitmiş ama çobanın yanına yaklaşıp duâsını duyunca şaşırmış. Çoban
Rabbine şöyle yalvarıyormuş: “Kurban olduğum Allah’ım! Seni ne kadar severim
bir bilsen… Ne istersen yaparım, yeter ki Sen iste! ‘Sürüdeki en yağlı koyununu
kes’ desen, gözümü kırpmadan keserim Senin için. Koyun kavurması güzeldir Allah’ım,
kuyruk yağını da alır, pilavına katarsın, tadından yenmez olur…”
Hazreti Mûsâ duâya kulak
kabartıp çobanın yanına daha da yaklaşmış. Çoban duâsına devam ediyormuş: “Yeter
ki Sen dile, ayaklarını yıkarım, kulaklarını temizler, bitlerini ayıklarım. Ne
kadar çok severim ben Seni, Sana çok hayranım…”
Duydukları karşısında öfkeden
küplere binen Hazreti Mûsâ, bağıra çağıra çobanın duâsını kesmiş ve “Sus seni
cahil adam, ne yaptığını sanırsın?! Allah pilav yer mi? Allah’ın ayakları mı var
yıkayasın? Böyle duâ olur mu? Külliyen günaha giriyorsun. Derhâl tövbe et!” demiş.
Çoban, Hazreti Mûsâ’dan azarı işitince kulaklarına kadar kızarmış. Utancından
yerin dibine girmiş. Bir daha böyle duâlar etmeyeceğine gözyaşları içinde yeminler
etmiş. O gün akşama kadar Hazreti Mûsâ, çobanın yanında durup ona temel duâları
ezberletmiş. Sonra, “Allah benden râzı olur artık” diyerek yoluna devam etmiş.
Fakat o gece bir ses işitmiş. Seslenen, Rabbi imiş: “Ey Mûsâ, sen bugün ne
yaptın? Sen ayırmaya mı geldin, buluşturmaya mı? Şu garip çobanı azarladın,
onun bana ne kadar yakın olduğunu anlayamadın. Ağzından çıkan lâfı bilmese de o
çoban, inancında samîmi idi; kalbi temiz, niyeti halisti. Biz kelimelere
bakmayız, niyete bakarız. Kelâmlara bakacak olsak yeryüzünde insan kalmazdı!
Biz çobandan râzıydık. Başkasına medih olan söz, sana zemdir. Ona bal olan,
sana zehirdir. Sen işittiklerini inkâr ve küfür saydın ama bilsen ki bir
kabahati varsa bile ne tatlı kabahattir onunki!”
Hazreti Mûsâ hatâsını anlamış
ve ertesi gün çobanın yanına gitmiş. Çoban duâya durmuş yine ama dünkü
heyecanından, samîmiyetinden eser yokmuş. Öğretildiği gibi yakarmaya gayret
gösterdiğinden, “Aman bir yanlış etmeyeyim” diye takılıyor, kekeliyor,
terliyormuş. Hazreti Mûsâ, çobana ettiğinden pişman olup onun sırtını okşamış
ve şöyle demiş: “Ey dost, ben hatâlıyım, ne olur affet! Bildiğin gibi duâ et, Allah
nazarında böylesi daha kıymetlidir.”