Gönülden bir duâ

Çoban Rabbine şöyle yalvarıyormuş: “Kurban olduğum Allah’ım! Seni ne kadar severim bir bilsen… Ne istersen yaparım, yeter ki Sen iste! ‘Sürüdeki en yağlı koyununu kes’ desen, gözümü kırpmadan keserim Senin için. Koyun kavurması güzeldir Allah’ım, kuyruk yağını da alır, pilavına katarsın, tadından yenmez olur…”

“DU” Arapça bir kelime olup “seslenme, yardıma çağırma, Allah’a yakarma ve O’ndan dilekte bulunma” anlamındadır. Duâ, ibadetin en yücesidir. Peygamberimiz de şu sözlerle duânın ehemmiyetine vurgu yapmıştır: “Duâ ibadetin ta kendisidir; Allah nazarında duâdan daha üstün başka bir şey yoktur. Allah’a, duânızın kabul edileceğine kesinlikle inanmış olarak duâ edin. Şunu da bilin ki, Allah kendisinden gafil ve başka işlerle meşgul bir kalbin duâsını kabul etmez.”

Başımıza gelen kazâ veya belâlarda hep duâlara sığınırız. İmam-ı Rabbânî Hazretleri, “Duâ kazâyı, belâyı def eder” der. Hadîs-i şerifte de, “Kazâ ancak ve yalnızca duâ ile durdurulur” diye geçmektedir. Yani kazâ ve belâya karşı en büyük güvencemiz, şüphesiz gönülden ve samîmi duâlarımız olacaktır. Peki duâya nasıl başlamalı ve usûl olarak nasıl bir yol izlenmeli?

Duâya hamd ve senâ ile başlayıp Peygamberimize salât getirerek, sonrasında da dilediğimizi gönülden sunarak devam etmemiz en doğru olanıdır. Duâ etme şekliyle ilgili Peygamberimiz, “Allah’tan avuçlarınızın içiyle isteyin, sırtlarıyla istemeyin” diye buyurup, duâ tamamlanınca da avuçlarımızı yüzümüze sürmemizi, sonunda da “Âmin” dememizi tavsiye etmişlerdir. Tabiî duâ ederken, gönülden ve yürekten bir bağlılık da esas olanıdır.

“Duâ, aynı duâ; ağız, aynı ağız değil”

Konu açılmışken, Hazreti Ali ile bir fakirin hikâyesine de burada yer vermek anlamlı olacaktır.

Günlerden bir gün bir fakir, bir ağaç dibinde gölgelenen Hazreti Ali’nin yanına gelir, “Çoluk çocuk ihtiyaç hâlindeyim, ne olur bana biraz yardımda bulun” der. Hazreti Ali hemen yerden avuç içine biraz kum alır, üzerini okumaya başlar, sonra da avucunu açar ki kum tanecikleri altın külçeleri hâline gelmiştir. “Al” der fakire, “İhtiyaçlarını karşıla”. Fakirin gözleri yerlerinden çıkacak gibi olur. “Allah aşkına Ali, ne okudun da böyle oldu?” diye soramadan edemez.

Hazreti Ali, “Kur’ân-ı Kerîm, Fâtiha Sûresi’ne gizlenmiştir. Ben de Kur’ân-ı Kerîm’i yani Fatiha Sûresi’ni okudum bu kum taneciklerine” der. Bunu öğrenen fakir durur mu, hemen o da kum taneciklerini alır ve okumaya başlar. Okur, okur, okur… Bakar ki hiçbir değişiklik yok. Döner, tekrar gelir Hazreti Ali’nin yanına ve “Ben de okudum, ama bir şey değişmiyor. Kumlar altın olmuyor” der. Hazreti Ali mahcûb bir şekilde boynunu büker ve şunları söyler: “Ne yapayım, duâ aynı duâ ama okuyan ağız aynı değil. Duâ tamam, lâkin okuyanın ihlâsı ve teveccühü tamam değildir.”

Duâ ile ilgili ayrıca iki önemli kıssaya da yer vereceğiz. İlki, Hazreti Mevlâna’nın eseri Mesnevî’den olacak…

Rivâyete göre, yıllar önce Nasuh adında bir adam varmış. Nasuh, hamamlarda tellaklık eder ve böylece kadınları kolaylıkla avlayarak baştan çıkarırmış. Yüzü, kadın yüzü gibi tüysüz; sesi, kadın sesi gibiymiş. Erkekliğini bu yüzden rahatlıkla gizlermiş. Nasuh yıllarca tellaklık etmiş, kimse onun tellak ve bir erkek olduğunun farkına varamamış. Çarşaf giyer, peçe takarmış. Fakat şehveti azgın bir gençmiş. Bu yüzden padişahın kızlarını bile hamamda keseleyip yıkarmış. Aradan zaman geçince Nasuh pişman olmuş ve tövbe etmiş. Fakat tövbesini tutamamış. Bir gün Allah dostuna giderek, “Bana duâ et” diye ricada bulunmuş. Velî de ona duâ etmiş.

Nasuh bir gün yine hamamda tası doldururken, padişahın kızının küpesindeki incilerden biri kaybolmuş. Bütün kadınlar onu aramaya koyulmuş. Herkesin eşyasını aramak için önce hamamın kapısını kapamışlar, sonra da başlamışlar aramaya. İnci bir türlü bulunamamış. Bunun üzerine herkesin ağzını ve her yerini aramaya başlamışlar. “İhtiyar, genç, herkes anadan doğma soyunsun” diye bağırmışlar. Nasuh korkusundan bir kenara çekilmiş. Yüzü korkuyla dolmuş, sararmış dudakları titremiş. Ölüm korkusu her yanını sarmış. Kendi kendine, “Ya Rabbi, birçok defa tövbe ettim fakat tövbemi tutamadım. Eğer beni bu belâdan rezil rüsva olmaktan kurtarırsan bütün yaptıklarımdan tövbe edeceğim” demiş. Hamamdakiler herkesi aradıktan sonra, “Ey Nasuh, herkesi aradık, şimdi sıra sende, gel seni de arayalım!” demişler. Nasuh için kurtuluş yokmuş. Tam o an, onu arayacakları sırada, “İnci bulundu!” diye bir ses gelmiş. Nasuh’u aramaktan vazgeçmişler.

Nasuh rezil olmaktan, ölümden kurtulmuş. Tabiî incinin bulunmasıyla da herkes bayram etmiş. Bu sevinç dalgası geçtikten sonra Nasuh’u çağırmışlar: “Ey güzel tellak, gel, padişahın kızı seni çağırıyor, onu kesele!” demişler. Nasuh bunu reddederek hamamdan çıkıp gitmiş. Bir daha da tövbesini bozmamış.

İkinci kıssamız da Hazreti Mûsâ Peygamber’in başından geçen bir olayla ilgili...

Hazreti Mûsâ bir gün, tek başına dağları dolaşırken, uzaktan yoksul ve yalnız bir çoban görmüş. Çoban dizüstü çökmüş hâlde ellerini semâya açıp duâ etmekteymiş. Bu durum Hazreti Mûsâ’nın çok hoşuna gitmiş ama çobanın yanına yaklaşıp duâsını duyunca şaşırmış. Çoban Rabbine şöyle yalvarıyormuş: “Kurban olduğum Allah’ım! Seni ne kadar severim bir bilsen… Ne istersen yaparım, yeter ki Sen iste! ‘Sürüdeki en yağlı koyununu kes’ desen, gözümü kırpmadan keserim Senin için. Koyun kavurması güzeldir Allah’ım, kuyruk yağını da alır, pilavına katarsın, tadından yenmez olur…”

Hazreti Mûsâ duâya kulak kabartıp çobanın yanına daha da yaklaşmış. Çoban duâsına devam ediyormuş: “Yeter ki Sen dile, ayaklarını yıkarım, kulaklarını temizler, bitlerini ayıklarım. Ne kadar çok severim ben Seni, Sana çok hayranım…”

Duydukları karşısında öfkeden küplere binen Hazreti Mûsâ, bağıra çağıra çobanın duâsını kesmiş ve “Sus seni cahil adam, ne yaptığını sanırsın?! Allah pilav yer mi? Allah’ın ayakları mı var yıkayasın? Böyle duâ olur mu? Külliyen günaha giriyorsun. Derhâl tövbe et!” demiş. Çoban, Hazreti Mûsâ’dan azarı işitince kulaklarına kadar kızarmış. Utancından yerin dibine girmiş. Bir daha böyle duâlar etmeyeceğine gözyaşları içinde yeminler etmiş. O gün akşama kadar Hazreti Mûsâ, çobanın yanında durup ona temel duâları ezberletmiş. Sonra, “Allah benden râzı olur artık” diyerek yoluna devam etmiş. Fakat o gece bir ses işitmiş. Seslenen, Rabbi imiş: “Ey Mûsâ, sen bugün ne yaptın? Sen ayırmaya mı geldin, buluşturmaya mı? Şu garip çobanı azarladın, onun bana ne kadar yakın olduğunu anlayamadın. Ağzından çıkan lâfı bilmese de o çoban, inancında samîmi idi; kalbi temiz, niyeti halisti. Biz kelimelere bakmayız, niyete bakarız. Kelâmlara bakacak olsak yeryüzünde insan kalmazdı! Biz çobandan râzıydık. Başkasına medih olan söz, sana zemdir. Ona bal olan, sana zehirdir. Sen işittiklerini inkâr ve küfür saydın ama bilsen ki bir kabahati varsa bile ne tatlı kabahattir onunki!”

Hazreti Mûsâ hatâsını anlamış ve ertesi gün çobanın yanına gitmiş. Çoban duâya durmuş yine ama dünkü heyecanından, samîmiyetinden eser yokmuş. Öğretildiği gibi yakarmaya gayret gösterdiğinden, “Aman bir yanlış etmeyeyim” diye takılıyor, kekeliyor, terliyormuş. Hazreti Mûsâ, çobana ettiğinden pişman olup onun sırtını okşamış ve şöyle demiş: “Ey dost, ben hatâlıyım, ne olur affet! Bildiğin gibi duâ et, Allah nazarında böylesi daha kıymetlidir.”