Gönülden bir dâvâ adamı olabilmek

Herkesin sıfırı bitirdiği anda ayağa kalkıp “Ben varım!” diyebilen, “Zerreyim ama arşa gebeyim” deyip fikren, rûhen, kalben gecesi ve gündüzü ile dâvâsını ayakta tutandır dâvâ adamı.

DÂVÂ adamı dâvâsına tüm inancı ile bağlı olan, dâvâsını kendi hayat görüşü yapan, gücü ve kudretince başkasına dâvâsını haykıran kimsedir. Ki bu dâvâ adamı, dâvâsını insanlara kabul ettirmek için bizzat amelleriyle onlara bir nevi kefil olandır. Allah yolunda olan, kendi hayatını Peygamberimizin getirdiği nizama tâbi kılmaya çalışan ve sâlih amellerle bu yolda yürüyen bir erendir.

Dünyasında yeis ve mazeret olmayan, önce Allah hakkı, sonra da Kur’ân, Peygamber ve evliyalar hakkı ile yol alan, ardından anne ve baba haklarına ehemmiyet verendir. Tıpkı Hazreti Ubeyde gibi, müşriklerin tarafında olup, onu Efendimizin yanından almaya gelen babasına, “Git baba! Sen değil misin ki Allah ve Resûlüne karşısısın, git baba! Ben Allah Resûlü ile beraberim” diyebilendir.

Herkesin sıfırı bitirdiği anda ayağa kalkıp “Ben varım!” diyebilen, “Zerreyim ama arşa gebeyim” deyip fikren, rûhen, kalben gecesi ve gündüzü ile dâvâsını ayakta tutandır dâvâ adamı. “Biz dâvâmıza sahip çıkarsak Allah da ikram eder, lütfeder. Gayret edelim, Allah da Hadi isminin cilvesiyle bizleri mazhar kılar” diyebilendir dâvâ adamı.

Dâvâ adamı olmak, nefsini teslim edip mutmain kılmak, mal ve canından vazgeçip “Haydi infakta yarışalım” diyen Efendimize, Hazreti Ömer ve Hazreti Ebubekir gibi her şeyini fedâ edebilmek, “Anam babam sana fedâ olsun Ya Resûlullah” diyebilmektir aslında. Samîmiyet ve ahde vefâyla dâvâsına için sarılmak, bir an bile yılmadan Hira dağındaki gibi Efendimizin o mübarek canına zerre acı gelmesin diye çıplak ayağı ile yılanın çıkmaya çalıştığı deliği kapatıp zehirli ısırıklarına katlanmaktır.

Ömrü Kur’ân hizmetiyle geçen, zindanlardan zindana sürülen ama dâvâsından bir an vazgeçmeyip “Kur’ânımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cennet’i de istemem, orası da bana zindan olur. Milletimizin imanını selâmetle görürsem Cehennem’in alevleri içinde yanmaya râzıyım. Çünkü vücûdum yanarken gönlüm gül-gülistan olur” diyebilen Bediüzzaman gibi dâvâsıyla dertlenen olabilmektir. “Ya Rabbi, Cehennem’de vücûdum büyüsün, tâ ehl-i imana yer kalmasın” diyen Hazreti Ebubekir gibi ümmeti düşünebilmektir dâvâ adamı olabilmek.

Tıpkı Efendimizin, “Sağ elime güneşi, sol elime ayı verseler, yine bu dâvâdan vazgeçmem” dediği gibi, dâvâsında dimdik ayakta duran, baskı ve şiddet karşısında kendi dâvâsını her bir zerresiyle besleyen, kalbi Allah korkusuyla titreyen, Allah’ın âyetleriyle imanı kuvvetlenen kimsedir dâvâ adamı. Enfâl Sûresi’nde de bu hakikat şöyle yer alır: “Gerçek müminler yalnız o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman kalpleri korkarak ürperir, onlara Allah’ın âyetleri okunduğu zaman onların imanlarını arttırır. Onlar yalnız Rablerine güvenip dayanırlar.”

Bir mektup

Son olarak dâvâsı uğruna her türlü sıkıntıya maruz kalan ama asla dâvâsından yılmayan, ömrü Kur’ân ve İslâm hizmetiyle geçen Zübeyir Gündüzalp’in “Dâvâ Adamına Mektup” yazısına yer vereceğiz. O kadar gönülden yazılmış ki bu hakikatler, her bir kelâmına yürekten imzamızı atmamak elde değil:

“Aziz ve muhterem kardeşim, İslâm’ın her derdine râzı olduğunu söylüyorsun. Bu müjdenle bize aşk ve şevk veriyorsun. O hâlde dinle! 

Vazîfen, dikenler arasında güller toplayacaksın. Ayağın çıplaktır, batacak; elin çıplaktır, kanayacak. Buna sevineceksin… Firavun kucağında büyüyen çocuk Mûsâları safına alacaksın. Aldığın için dövecekler, konuştuğun için zindana atacaklar. Sevineceksin… Çöllere sürülsen, kanınla ağaç yetiştireceksin. Kutuplara sürülsen, ısınla sebze yetiştireceksin. Yeşilliği sevmeyen olacak, yakacaklar, yıkacaklar. Sen bunu sabırla seyredeceksin… 

Karanlık zindanlara sokarlarsa ışık, paslı vicdanları görürsen ümit, imkânsız kalplere rastlarsan nur vereceksin. Sen verdiğin için suç, sen getirdiği için ceza, sen konuştuğun için mahkûm olacaksın. Ve buna şükredeceksin. Anadan, yârden, serden ayrılacaksın. Candan gönül Kur’ân’a sarılacaksın. Damla iken deniz, nefes iken tayfun olacaksın. Derdini yazmak için derini kâğıt, kanını mürekkep edeceksin. Kimse ile görüştürmezlerse Mecnûn olup çöllere düşeceksin. Leylâ arar gibi nur arayanları bulacaksın. Bulamazsan üzülmeyeceksin… 

Mâkâmlar, servetler verilse de nefsini unutmayacaksın. Yalan, iftira, çamur, fırtınaya tutulursan hissiyatını terk edeceksin. Önüne demirlerden sert koyarlarsa dişinle deleceksin. Dağları toptan oymak gerekirse iğne ile oyacaksın.
Unutma! Nerede olursan ol, küfrün ve cehlin ta temelini çürüteceksin. Bir gün Kur’ân etrafındaki surların yıkıldığını görürsen hemen kemiklerini taş, etlerini harç, kanını su edeceksin. Etrafına ilimden, irfandan, fazîletten, ahlâktan, kaleler dikeceksin, kalelere fedâi olacaksın. 

Bu mektubu okuyana Mesnevî’yi okuyan Yunus Emre gibi ‘Uzun olmuş’ diyeceksin. Onun ‘Ete kemiğe büründüm, Yunus Emre göründüm’ değişi gibi, sen de ‘Ne lüzumu vardı uzun uzun saymaya, kısaca Kur’ân talebesi olacaksın deseydin yeterdi’ diyeceksin. Haklısın, zira İslâm yoluna giren bilir ki, bu yol kıldan ince, kılıçtan keskindir! Her kişinin değil, er kişinin yoludur. 

Seni bütün rûh u canımla kucaklar, gözlerinden öper, duâlarına mukabele eder, Allah’ın rızâsı dairesinde buluşmak üzere mektubuma son verirken, dalâlete düşen din kardeşlerimin kısa bir zamanda sizin gibi hidayete ermelerini Cenab-ı Vacibü’l-Vücûd Hazreti Allah’tan niyaz ederim.”