OTOBÜSTEYİM… Etrafıma bakıyorum.
Farkına varıyorum, kalabalığız ve bir o kadar da yabancılaşmışız birbirimize.
Yüzler asık. Hâlbuki yeni bir sabaha uyanmışız. Ne heyecan var gözlerde, ne de
bir parça duygu. Aradığım bir şey var otobüs sakinlerinin yüzlerinde. Anlamaya
çalışıyorum.
Sırt
çantalı bir genç kızın aceleyle toplanmış saçlarına bakarak, bu sabah
kahvaltısını yapıp yapmadığını düşünüyorum.
Bir
teyzenin pazar çantasıyla bu saatte otobüse binmesinin altında nedenler
arıyorum. Akşama misafir var, belli…
Elinde
tespihiyle oturan emekli amcanın bir sonraki durakta inip kahvehanede bütün bir
gününü dostlarla muhabbet ederek geçireceğini tahmin ediyorum.
Endişeli
biri takılıyor gözlerime, sorasım geliyor “Neyin var?” diye ama susuyorum. Saçma
olur, değil mi?
Bir
“samimiyet” arıyorum, anladım. Bir hikâye dinlemek istiyorum. Yorgun ve
yabancılaşmış yüzlerde bir miktar tükenmişlik buluyorum. Bu, birbirimizi görmemizi
engelleyen bir tükenmişlik…
Anlıyorum…
Kendimi susturuyorum fakat yolum uzun. Otobüsün camından dışarıyı seyrediyorum.
Büyüklerimden aldığım nasihatlere göre, dışarıdayken
insanları görmeli ve duymalıymışım; ancak elbette bu duyarlılığın sınırları
olduğunu bilerek…
Bir
keresinde, çarşıda hiç tanımadığımız bir kimseye annem gülümseyerek selâm
vermişti. Çocuk aklımla, selâm vermenin güzel bir şey olduğunu bilirdim de
annemin o kişiyi tanıyıp tanımadığını merak etmiş ve sormuştum. Gülümsemiş ve
ardından tanımadığını söyleyince, “Tanımadığımız insanlara neden selâm
veriyoruz ki?” diye geçirmiştim içimden. Şimdi anlıyorum; kalplerimizin
birbirine ısınmaya ihtiyacı vardı muhakkak. Gülümsemeliydik. Hâlimizi
hatırımızı sormalı, birbirimizi bilmeli ve gözetmeliydik.
Ben
camdan dışarıyı seyrederken, bir hareketlilik oldu otobüste. Arka taraflarda oturuyordum.
Yanımda oturan kişiye, “Ne oldu?” diye sordum, söyledi: Bir amca, otobüsten
inerken poşetini düşürmüş, herkes görmüş fakat kimse “Amca poşetin düştü!” diye
seslenmemiş. Üzüldüm, içimde bir kavga boy atıyordu.
Derken
son durağa geldik, kapıya yöneldim, baktım ki poşet hâlâ düştüğü yerde! Otobüsten
inenler ayaklarıyla iteliyorlardı.
“Ben
de poşetin üstünden atlayıp geçebilirim. Nedir ki bir poşet?” diye düşünürken
durdum. Doğru olduğunu bildiğim ve yapmadığım her eylem, doğrusunu söylemediğim
her söz, bir haksızlık karşısında sustuğum her an, kalbimde bana bir yük
olacaktı, hatırladım. Belki o poşetin içinde onun için önemli bir şey vardı,
şoföre emanet edilmesi gerekiyordu. Ânî bir kararla aldım poşeti yerden, içine
baktım. İki tane poğaçaymış yere düşen. Yani tekmelere maruz kalan poşetin
içindeki, bir öğünlük rızıkmış! Eğilip yerden alınmasa olmazmış!
Amca
için üzüldüm elbette, poğaçalarını bu sabah yiyemeyecekti, fakat daha çok
üzüldüğüm şey, şu bizim tahammülü aşan duyarsızlığımızdı. Yere düşen poğaçaya
duyarlılık göstermemek yine de bir şekilde açıklanabilirdi, fakat bizler
birbirimize, canlılara, dünyaya karşı duyarsızlıklarımızı nasıl izah edecektik?
Gündeme
bir sızı gibi oturan işgaller, dünyadaki sayısız katliamlar, milyonlarla ifade edilen
insan kayıpları, hayvanlara verilen zararlar, “Niye baktın?” ile başlayan sokak
kavgaları ve tüm bunlara şahit olup “susmak”...
Peygamber
Efendimiz hadîsinde der ki, “Sizden herhangi biriniz, bir kötülük gördüğünde
onu eliyle değiştirsin. Eğer buna güç yetiremezse dili ile değiştirsin. Buna da
güç yetiremez ise, kalbi ile buğz etsin. Bu ise, imanın en zayıf mertebesidir”
(Müslim, Kitabu'l-İman). O hâlde bize eylem, aksiyon gerek!
Bir de son olarak bir şey eklemek isterim.
Kültür Ajanda'dan poğaçasını otobüste düşüren amcaya sesleniyorum!
İçin
rahat olsun, üzülme amca! Poğaçanı kuşlara verdim, afiyetle yediler. Kimin
poğaçasını yediklerini de biliyorlar üstelik, söyledim onlara.
Haydi
selâmetle!