
“BAĞLANMAK” kelimesi görüş
alanıma giriverdi ve bir anda peşine düşesim geldi. Sonra da Abdurrahim
Karakoç’un meşhur Mihriban’ı takıldı dilime.
“Sarı
saçlarına deli gönlümü/ Bağlamışlar, çözülmüyor Mihriban” dizeleri ruhumun derinlerinde
bir tütsü dumanı gibi kıvrılırken, aklıma Neşet Ertaş’ın “Leyla”sı da düştü
birden. Zamanmış, ayrılıkmış, cefaymış fark eder mi sevene? Deli gönle bağlanan
o saçlar var ya, o deli gönül var ya abdal olup gezen, “Elif” diye diye tozan…
Bir
İlâhî kucak olsun hayalimde, bir kolu kâinatın ilk tozlarını birleştirip “Kimi
yıldız olsun, kimi dünya” diyen, “Bir kolu da kıyamet olsun” diyen… Bir kolu
ezel, bir kolu da ebed olsun o kucağın. Ve dev bir kalp olsun iki kolun tam
ortasında. O mutlak kalbe tutunamamak, ana rahmine tutunamamak gibi, hayatı hiç
yaşamamak gibi bir şey olmalı herhalde.
Ayrılığın
büyük sevgilere ateş körüğü olduğunu biliyor onlar. Sevdiğinin en acı sözlerinin
bal olduğunu biliyor onlar. Bir kördüğüm gibi çözülmeden kaldığını aşkın ve
ellerin başka şey yazmadığını, dilin başka söze dönmediğini, ayağın başka yöne
gitmediğini biliyorlar onlar. Şairin “Bağlamışlar, çözülmüyor” demesi bir
feryat gibi gelmiyor kulağıma; sanki hoşnutluk ve serenat karışımı bir şeylere benziyor
bu söz. Hani özgürlük tutkusu, hani tutsaklığa uzanan diller? Sevdiğinin bir
kaş eğmesiyle kolu kanadı kırılan kuşa dönüyor âşık. Hani dilediği yöne uçmak,
hani engin mavilikler?
Nerede
mi? İşte orada gönül! Bağlanıp kaldığı yerde duruyor öylece… Şikâyet de etmiyor
halinden. Ciğerin havayı sevmemesi mümkün mü? O Allah ki, yerleri ve gökleri birbirine
bağlamış bir kere. Çözmek ne mümkün?! Gönül niye bağlanmasın ki bir ahu göze bütün
varlık aşk uğruna var olmuşken? O deli gönül sarı saçlara bağlanmaya görsün, kalem
de elden düşer, lambada titreyen alev de üşür, akıl da ne edeceğini şaşırır.
Bir
vefasıza da gönül veriyor, çürüyüp gidecek olan mala mülke de bağlanıyor insan.
Aşağılık bir arzunun peşinden de gidiyor, hem de koşa koşa, hatta kopamıyor.
Elimde
bir halat olsa, kendimi bağlayacak olsam, bütün hürriyetimi feda edecek olsam, hiç
düşünmez miydim acaba “Kim için, ne için buna değer?” diye? Mesela biri çekiştirse
kolumdan, kumarı tatlı tatlı anlatsa... “Ya kazanırsam…” ümidine bel bağlar
mıydım acaba? Ama alışmadan, kapılmadan önce, ben beni bilirken, her şey benim
elimdeyken…
Bağlanma
ihtiyacını yok saymak yerine, “Kime/neye bağlansam?” diye mi sormalıyım önce kendime
olmadık ve umulmadık yerde çözülmesin diye?
Tutunacak
dal aramayan birine rastlamadım. Kimi geçmişine bağlanıp güç buluyor kendinde,
kimi umuduna tutunup gününü kurtarıyor. Güzel güzelliğine, zengin zenginliğine,
güçlü gücüne tutunuyor. Ama bunların hiçbiri yetmiyor bana. Benim yaslandığım
koltuk, hani şu Yasin’de geçen koltuklardan olsun istiyorum, o gölgeliklerin
altında sonsuza kadar yaslanayım istiyorum. “Bir varmış, bir yokmuş” olmasın
sırtımı yasladığım. Değer mi yoksa kol kanat kırmaya, bitip gidecekse, yarı
yolda terk edecekse?
Hep
derler ya “Hayata tutun!”, bir ayrık otu da tutunuyor hayata, ama bakımlı bir
bahçede, domates fidesinin tam da yanında. “Olmaz ayrık otu! Sen domatese zarar
verirsin, kökünden sökmeli seni!” diyor bahçenin sahibi. “Ne olurdu dursaydı
orada kendi kuruyana kadar?” diyorum ama bahçe sahibi haklı, domates olacaksa
ayrık otu olmamalı yakınlarda. Benim ottan farkım var ama seçebiliyorum nerede
olacağımı ve kime ne diyeceğimi, ne yapacağımı.
Pervanelere
hayranım, onların ışık tutkusuna… Nihayetinde ışığa sunulmuş bir can… Hem de
bile bile… “İnsan bağlandığının kulu olmayı göze almalı” diyorum. O hürriyet
tutkusu ilk seçimi yapana kadar anlamlı. Bir katil için fedai olmayı seçtikten sonra
özgürlük bitmiştir zaten. Bir ayyaş için içmek seçim değil, zorunluluktur zaten.
İsteme gücü kadar özgürdür insan. İki yol ayrımının başındayken, gönül nereye
bağlanacağını aklına sorar, gerisi kölelik zaten…
İsterim
ki güzele, kıymet bilene kapılıp gitsin. İsterim ki o dilber ölümsüz olsun,
sonsuz olsun.
Her
şeyin itirazsız ve sessizce insana yol açtığı bu yarışta bir köpek kadar sadık
olamamaktan sakınır, bir karınca kadar tedbirli ve çalışkan olamamaktan
utanırım. Her kuş yavrusuna yuva kurup doyururken rızkımı aramamaktan utanırım.
Ve bağlanmaya en layık olan O varken, O’ndan gayrısına hem gönül, hem bel
bağlamaktan utanırım.