Gönül sultanlarının dilinden

Merhamet, vicdan, empati gömleğini giymeliyiz. Mânevî giyimimize çok özen göstermeliyiz ki Müslümanlık bunu gerektirir. Her an bakımlı, temiz ve özenli olmalı giysilerimiz. Aman ha, Allah aşkı kumaşımız, iman nuru dikişimiz, merhamet de düğmemiz olmalı! Bunlar olmazsa, kıyafetimiz çabuk eskir.

GÖNÜL ehli olanların, gönül diliyle konuşanların mesajları asırlar öncesinden günümüze ulaşabilmiş, gönül hastalıklarımıza şifâ olmuştur. Şekilcilik ve yüzeysellik bir sarmal olmuş hâlde bizi içine çekerken, daha çok ihtiyaç duyuyoruz mânevî hazlara. Sanal umutlarla, yalancı teselliler arasında, ne çok muhtacız Yûnuslara, Mevlânalara. Onlar gibi sevmeye, sevilmeye, coşmaya...

Bir süre gözlerimizi kapamalı, alıcıları devre dışı bırakıp, varlık âleminde yokluğa ulaşıp gönül gözümüzü açmalıyız. Bunu tam anlamıyla başaramasak da, başaranların bıraktığı eserleri okuyup gönül dillerini anlamaya çalışmalıyız.

Etrafımızdaki sayısız uyaranlar arasında, gönüllerin ihtiyaçları hep arka plâna atılıyor, öteleniyor. Hayatımıza belli kurallarla nizam getiren dinimize bakış açımızda değişmeler yaşanıyor. Hızlı hızlı, ruh katılmadan yapılan eylemlere dönüşen ibadet ve duâlarımız, huzursuzluğumuza çâre olamıyor.

Yolculukların en önemlisi olan içsel yolculuğa, gönül yolculuğuna değer vermez olduk. Kendimizle başbaşa kalmakla başlayabiliriz. Âşık Yûnus, Gönüller Sultanı Mevlâna ne demiş, nasıl demiş, nasıl ermiş, bu yolda anlamaya çalışabiliriz. Asırlar sonra bile gönüllere dokunabildiler, kendilerini bize vecd hâlinde, gönülden gelen İlâhî aşk şiirleriyle anlattılar. Âşık Yûnus’un “Beni bende demen, bende değilem/ Bir ben vardır bende benden içeri” dizelerinde söz ettiği duyguyu anlayıp benliğimizi bulmayı umut ederek kirlerimizden arınabiliriz.

Aynı zamanda Yûnus, şiirlerinde aşktan, gönülden, vicdan ve merhametten dem vurur. Şekilciliğe karşı durur: “Yûnus Emre der, ‘Hoca/ Gerekse bin var hacca/ Hepisinden iyice/ Bir gönüle girmektir’.” O, Allah aşkını zirvelerde yaşar. İlâhî aşkla söylediği şiirleri ruhlarımıza şifâ verir. “Ne varlığa sevinirim, ne yokluğa yerinirim/ Aşkın ile avunurum, bana Seni gerek Seni” derken, her türlü dünya nimetine sırtını döner. En bunalımlı, hastalıklı çağda hem söyler, hem gezer; umutsuz, garip kalmış insanlara mânevî güç olur. Zira onun yaşadığı çağ, bugünkü buhranlarımızdan hem farklı, hem de çok benzerdir. Moğol istilaları Anadolu’nun dört bir yanını kuşatmış, her türlü zararlı akımlar ve getirdiği isyanlar halkı bezdirmişti. Umutsuzluk ve çâresizlik insanları kıskacına almıştı. Bu devirde olduğu gibi o zamanlarda da masum kanı dökülüyordu.

Şu asırda da, asırlar önce yaşananlar gibi, etrafımızı saran kaos ve buhranlarla yorulduk. Masum bebeklerin çığlıklarını içimiz acıyarak işitiyoruz ve bu sesler kulaklarımızda çınlıyor, kâbusumuz oluyor. Korkuyoruz. Sonunda gazaba uğramaktan korkuyoruz. Zira  çocukların Rabbimize şikâyette bulunan gözyaşları ve isyanları melekler tarafından kaydediliyor. Ve suskun vicdanımıza soruyoruz: Biz gerçekten Müslüman mıyız?

İki elimiz arasına başımızı alıp düşünmeliyiz, “Yûnus’un çağına şifâ olan sevgi dilini şimdi de gönüllerimize alabilir miyiz?” diye. Zalime sesimizi yükseltip, mazlumun yaralarını sarabilir miyiz? Hiçbir etnik köken, mezhep, din, dil ayrımı yapmadan insanî değerleri üstün tutabilir miyiz? Gerçekten, “yaratılanı Yaratan’dan ötürü sevebilir miyiz”? Silkelenmeli, üzerimizdeki ölü toprağını atmalıyız. Zira etrafımızda ölümü çok erken yakalamış, toprağa erken düşmüş fidanlar var! Bunu kendi devrinde yaşayan Âşık Yûnus ne kadar etkili söylemiş: “Geldi geçti ömrüm benim/ Şol yel esip geçmiş gibi/ Hele bana şöyle gelir/ Şol göz yumup açmış gibi…/ Bu dünyada bir nesneye/ Yanar içim göynür gözüm/ Yiğit iken ölenlere/ Gök ekini biçmiş gibi…”


Mânevî libasa girmek

Merhamet, vicdan, empati gömleğini giymeliyiz. Mânevî giyimimize çok özen göstermeliyiz ki Müslümanlık bunu gerektirir. Her an bakımlı, temiz ve özenli olmalı giysilerimiz. Aman ha, Allah aşkı kumaşımız, iman nuru dikişimiz, merhamet de düğmemiz olmalı! Bunlar olmazsa, kıyafetimiz çabuk eskir. Hassas yıkamada temizlemeli, gözyaşlarıyla durulamalı, temiz havada kurutmalı, duâ ile ütülemeliyiz. Dostumuzu, düşmanımızı iyi ayırt etmeli, yanımıza nefsin aşırı istek ve arzularını, şeytan kılığına girmiş zalimleri yaklaştırmamalıyız ki çevremiz temiz kalsın. Zira çevre kirliliği giysileri çabuk yıpratır. Çevremizi hep Allah dostlarının öğütleri ve gönüllere dokunan şiirleriyle donatmalı, kumaşlarımızın hammaddesini Kur’ân ve Sünnet’ten seçmeliyiz.

Peki, tasavvuf yolunu aydınlatan, İslâm’ın gönüller yoluyla hızla  yayılmasını sağlayan gönül erleri sadece Âşık Yûnus’la mı sınırlıdır? Değil elbet, bu toprakların gerçek sahipleri, sayılamayacak kadar çoktur. Yaşadığımız çağın buhranlarında yine çâre olmaktadırlar.

Bu gönül ehli, Hakk dostlarından Mevlanâ Celaleddin-i Rûmî’yi anarak ve anlamaya çalışarak tüm insanlığı kucaklayabilir, hem mazlumun duâsını alır, hem gönlümüzü kirlerden arındırabiliriz. Onlardan gelen bu mânevî hazza çok ihtiyacımız var. Böylelikle yanlışların, aşırılıkların, boşlukların, yapılan dedikodu ve kötü zanların farkına varabiliriz.

Gönüller Sultanı, manâ erlerinin önderi Mevlanâ, gönül gözüyle görmeyi zirveye taşımış ve susarak, dinleyerek tüm sırlara vâkıf olabileceğimizi çok güzel bir şekilde söylemiştir. Kulak verelim, gönül verelim, hep tetikte olalım gönlümüzle: “Dinle ki, sükûta kavuşasın. Hakikati bulunca her şey sükûn bulur. Sen de hakikat karşısında suskun ol ki sükûna eresin. Hem teskin olasın, hem teselli bulasın.”

Kâinatın sesini dinleyelim. Huşû ve ibret ile bakalım tüm âleme. O sessizlikte neler duyacağız neler. Asırlar önce söylenen coşkun nağmelerin notalarını, aşkla üflenen neyin sesini, elini semâya açmış erenlerin duâlarını duyacağız. Biz de arınıp öyle duâlar edeceğiz ki, sesimiz yüzyıllar sonra bile işitilebilecek. “Dünyanın düzeni bu” deyip zulme sessiz kalmak, bu suskunluğun dışında tutulmalıdır. Gönlümüzü sessizce dinlerken, zulme üst perdeden seslenmeliyiz ki mazlumların sesi duyulsun. 

Nezaket, saygı, ağırbaşlılık, alçakgönüllülük, içten ve yumuşak davranmak gibi güzel hasletler, paha biçilmez birer mücevher gibi yanına geldiği kişilere artı değer katıyor. İşte bu mücevherleri uzaklarda aramayalım! O bizim içimizde, keşfedilmeyi bekleyen bir cevher olarak duruyor. Ona ulaşmanın yolu da çok susup az konuşmaktan ve kendimizi, varlık âlemini ve gönül dostlarını dinlemekten geçiyor.

Kişinin hareketleri ruhunun aynasıdır. Benlik duygusuyla nefsimize hizmet edeceğimiz her davranış, bizi gönül ehli ve mütevazı insanlardan, dost çevresinden uzaklaştırır. Edep, hâddini bilmek, kimsenin hâddine tecavüz etmemek, iyi huylu olmak her Müslümanın görevidir. Az ve öz konuşan, yaptığı iyiliği öne çıkarmayan yardımsever insanların sayısı arttıkça, dinimiz de, toplumumuz da hak ettiği değeri görecektir. Kul hakkına girmemek, sadece insanların değil, dünyadaki tüm canlıların hakkına riayet etmek, insanların en büyük hazînesidir.

Zenginliğin, dünya malının, gösterişin ve şöhretin geçici olduğunu bilmek, mâkâma ve övülmeye aldanmamak, sapkın fikir ve akımlara kapılmamak, sahip olacağımız kıymetli mücevherlerdendir. Bu yerleşmiş hasletlerin tümü, bizi insan-ı kâmil düzeyine çıkaracaktır.

Çevremize, canlı cansız tüm varlıklara dost olmalıyız. İçtenlikle akıtılan gözyaşının değeri, candan dostların gözlerinin içine bakarken, dertlerini dinlerken, akıveren yaşların değeri paha biçilmezdir. Bazen bu yaşlar, gönülden olmayan gülüşlerden daha kıymetlidirler. Bencilliğimiz o kadar hâd safhaya ulaştı ki, tensel ya da ruhsal acı duygusunu anlamaz olduk. Kaba ve hoyratça davranışlardan artık sadece insanlar değil, hayvanlar, bitkiler ve varlığımızı borçlu olduğumuz doğa da mustarip olmaya başladı. Yangın sadece evlerin içinde, gönüllerimizde değil, doğada, ormanda, her yerdedir artık!

Son söz

Bir deyim vardır, bazı iyi davranışlar için “Bu son derece insanî” deriz. Artık iyi davranışlar için bu deyimi kullanmak neredeyse ağır geliyor. İyi davranışlar “hayvanî” oldu. Ne yazık ki onlardan öğrenecek çok önemli dersler var. Toplumdaki kaos, yıkım, şiddet, taciz ve bencillik, sadece insanlık ürünü. İnsandan başka hiçbir canlı, acı çektirmekten zevk almıyor; hayvanların vahşi eylemleri, yaşamlarını sürdürebilmek adına gerçekleşiyor. Sadece insanlar hâneye tecavüz, mala, mülke ve hakka hukuka, ırza namusa, başkasının vatanına tecavüz ediyorlar. Ve sadece insanlar bu tecavüzlere her türlü kılıfı uydurup dinî, millî, manevî değerleri alet edebiliyorlar! Dünyayı bu hâle hayvanlar getirmedi. Bilakis, dünyanın hâkimi olduğunu düşünen insanların eseri bu yangın yeri.

Tüm eksiklerimizin ve kusurlarımızın farkına varmak için yine Gönüller Sultanı Mevlâna’nın sözlerine kulak verelim: “Hamdım, piştim, yandım.”

Bu sözleri düstur edinip hamlıktan kurtulmalıyız. Onların gönül seviyesinde olamasak da biz de pişmeli, yanmalıyız. O, gönül yolculuğunu ne güzel söylemiştir. Sığ gönlümüz, bu aşkla söylenen sözleri anlamaya yetersiz gelse de, ahenkle ve derin hissiyatla okumak da kıymetlidir: “Her gün bir yerden göçmek ne iyi/ Her gün bir yere konmak ne güzel/ Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş/ Dünle beraber gitti cancağızım/ Ne kadar söz varsa düne ait/ Şimdi yeni şeyler söylemek lâzım.”

İnsanların kendi nefsini bilip kendi benliğiyle meşgul olmasının gereğini anlatır, bu asrı da içine alan birçok reçete sunar o: “Eğer ki sen, insanların ayıplarını gören iki gözünü kapatırsan, ancak o zaman öteki âlemi gören mânâ gözün açılır, yoksa hep kör olarak yaşar, öteki âleme de kör olarak gidersin. Ey hafif bir şeyden kırılan, incinen sırça gönüllü! Sen sabrın zevkini nereden bilirsin?”

Musîbetlere, felâketlere, sıkıntılara sabretmek, tasavvufun bir gereğidir; bunu, büyüklerin yaşantılarından da görebiliyoruz. “Her şey üstüne gelip seni dayanamayacağın bir noktaya getirdiğinde, sakın vazgeçme! Çünkü orası, gidişatın değişeceği yerdir” der sabırsız gönüllerimize.

Bazen türlü sıkıntılara duçar olur, bazen de sebepsiz yere gönlümüz darlanır da ruhsal sıkıntılara düşeriz. Tasavvufî tabirle kabz ve bast, gönül hâlleridir. Yüce Allah bazen darlık, bazen genişlik verir ki kul kendine gelsin. Kabz, lügatte “iç darlığı, gerilme” anlamında kullanılırken, tasavvufî mânâsı ile “feyz kaynağının kesilmesinden dolayı kalbin kasvette kalması” demektir. Ardından Allah’ın lütfuyla genişlik hâli gelir ki buna “bast hâli” denir. “Ferahlık, açma, yayma” anlamındaki bu sözcük, tasavvufta gönlün şenlenmesi, İlâhî feyz ve lütuflardan istifade etmesidir. Bu tür hâlleri lehimize çevirip, gönül sultanlarının dizelerine sarılıp tefekküre dalarsak, sonunda onların aşkla söyledikleri kelâmlar gönüllerimize sirayet edecektir: “Dinle şu neyi, bak neler neler söylüyor/ O, Yüceler Yücesinin sırlarını anlatıyor/ Yüzü sarı, içi boş, başını havaya vermiş de/ Dilsiz sözsüz, ‘Hüda, Hüda’ diyor.”