GÖNÜL
ehli olanların, gönül diliyle konuşanların mesajları asırlar öncesinden
günümüze ulaşabilmiş, gönül hastalıklarımıza şifâ olmuştur. Şekilcilik ve
yüzeysellik bir sarmal olmuş hâlde bizi içine çekerken, daha çok ihtiyaç duyuyoruz
mânevî hazlara. Sanal umutlarla, yalancı teselliler arasında, ne çok muhtacız
Yûnuslara, Mevlânalara. Onlar gibi sevmeye, sevilmeye, coşmaya...
Bir süre gözlerimizi kapamalı, alıcıları devre dışı bırakıp,
varlık âleminde yokluğa ulaşıp gönül gözümüzü açmalıyız. Bunu tam anlamıyla
başaramasak da, başaranların bıraktığı eserleri okuyup gönül dillerini anlamaya
çalışmalıyız.
Etrafımızdaki sayısız uyaranlar arasında, gönüllerin
ihtiyaçları hep arka plâna atılıyor, öteleniyor. Hayatımıza belli kurallarla
nizam getiren dinimize bakış açımızda değişmeler yaşanıyor. Hızlı hızlı, ruh
katılmadan yapılan eylemlere dönüşen ibadet ve duâlarımız, huzursuzluğumuza çâre
olamıyor.
Yolculukların en önemlisi olan içsel yolculuğa, gönül
yolculuğuna değer vermez olduk. Kendimizle başbaşa kalmakla başlayabiliriz. Âşık
Yûnus, Gönüller Sultanı Mevlâna ne demiş, nasıl demiş, nasıl ermiş, bu yolda anlamaya
çalışabiliriz. Asırlar sonra bile gönüllere dokunabildiler, kendilerini bize
vecd hâlinde, gönülden gelen İlâhî aşk şiirleriyle anlattılar. Âşık Yûnus’un “Beni
bende demen, bende değilem/ Bir ben vardır bende benden içeri” dizelerinde söz
ettiği duyguyu anlayıp benliğimizi bulmayı umut ederek kirlerimizden
arınabiliriz.
Aynı zamanda Yûnus, şiirlerinde aşktan, gönülden, vicdan ve
merhametten dem vurur. Şekilciliğe karşı durur: “Yûnus Emre der, ‘Hoca/ Gerekse
bin var hacca/ Hepisinden iyice/ Bir gönüle girmektir’.” O, Allah aşkını
zirvelerde yaşar. İlâhî aşkla söylediği şiirleri ruhlarımıza şifâ verir. “Ne
varlığa sevinirim, ne yokluğa yerinirim/ Aşkın ile avunurum, bana Seni gerek Seni”
derken, her türlü dünya nimetine sırtını döner. En bunalımlı, hastalıklı çağda
hem söyler, hem gezer; umutsuz, garip kalmış insanlara mânevî güç olur. Zira
onun yaşadığı çağ, bugünkü buhranlarımızdan hem farklı, hem de çok benzerdir.
Moğol istilaları Anadolu’nun dört bir yanını kuşatmış, her türlü zararlı
akımlar ve getirdiği isyanlar halkı bezdirmişti. Umutsuzluk ve çâresizlik
insanları kıskacına almıştı. Bu devirde olduğu gibi o zamanlarda da masum kanı
dökülüyordu.
Şu asırda da, asırlar önce yaşananlar gibi, etrafımızı saran
kaos ve buhranlarla yorulduk. Masum bebeklerin çığlıklarını içimiz acıyarak
işitiyoruz ve bu sesler kulaklarımızda çınlıyor, kâbusumuz oluyor. Korkuyoruz. Sonunda
gazaba uğramaktan korkuyoruz. Zira
çocukların Rabbimize şikâyette bulunan gözyaşları ve isyanları melekler
tarafından kaydediliyor. Ve suskun vicdanımıza soruyoruz: Biz gerçekten
Müslüman mıyız?
İki elimiz arasına başımızı alıp düşünmeliyiz, “Yûnus’un çağına şifâ olan sevgi dilini şimdi de gönüllerimize alabilir miyiz?” diye. Zalime sesimizi yükseltip, mazlumun yaralarını sarabilir miyiz? Hiçbir etnik köken, mezhep, din, dil ayrımı yapmadan insanî değerleri üstün tutabilir miyiz? Gerçekten, “yaratılanı Yaratan’dan ötürü sevebilir miyiz”? Silkelenmeli, üzerimizdeki ölü toprağını atmalıyız. Zira etrafımızda ölümü çok erken yakalamış, toprağa erken düşmüş fidanlar var! Bunu kendi devrinde yaşayan Âşık Yûnus ne kadar etkili söylemiş: “Geldi geçti ömrüm benim/ Şol yel esip geçmiş gibi/ Hele bana şöyle gelir/ Şol göz yumup açmış gibi…/ Bu dünyada bir nesneye/ Yanar içim göynür gözüm/ Yiğit iken ölenlere/ Gök ekini biçmiş gibi…”
Mânevî libasa girmek
Merhamet, vicdan, empati gömleğini giymeliyiz. Mânevî giyimimize
çok özen göstermeliyiz ki Müslümanlık bunu gerektirir. Her an bakımlı, temiz ve
özenli olmalı giysilerimiz. Aman ha, Allah aşkı kumaşımız, iman nuru dikişimiz,
merhamet de düğmemiz olmalı! Bunlar olmazsa, kıyafetimiz çabuk eskir. Hassas
yıkamada temizlemeli, gözyaşlarıyla durulamalı, temiz havada kurutmalı, duâ ile
ütülemeliyiz. Dostumuzu, düşmanımızı iyi ayırt etmeli, yanımıza nefsin aşırı
istek ve arzularını, şeytan kılığına girmiş zalimleri yaklaştırmamalıyız ki
çevremiz temiz kalsın. Zira çevre kirliliği giysileri çabuk yıpratır. Çevremizi
hep Allah dostlarının öğütleri ve gönüllere dokunan şiirleriyle donatmalı,
kumaşlarımızın hammaddesini Kur’ân ve Sünnet’ten seçmeliyiz.
Peki, tasavvuf yolunu aydınlatan, İslâm’ın gönüller yoluyla
hızla yayılmasını sağlayan gönül erleri
sadece Âşık Yûnus’la mı sınırlıdır? Değil elbet, bu toprakların gerçek sahipleri,
sayılamayacak kadar çoktur. Yaşadığımız çağın buhranlarında yine çâre
olmaktadırlar.
Bu
gönül ehli, Hakk dostlarından Mevlanâ Celaleddin-i Rûmî’yi anarak ve anlamaya
çalışarak tüm insanlığı kucaklayabilir, hem mazlumun duâsını alır, hem
gönlümüzü kirlerden arındırabiliriz. Onlardan gelen bu mânevî hazza çok
ihtiyacımız var. Böylelikle yanlışların, aşırılıkların, boşlukların, yapılan
dedikodu ve kötü zanların farkına varabiliriz.
Gönüller
Sultanı, manâ erlerinin önderi Mevlanâ, gönül gözüyle görmeyi zirveye taşımış
ve susarak, dinleyerek tüm sırlara vâkıf olabileceğimizi çok güzel bir şekilde
söylemiştir. Kulak verelim, gönül verelim, hep tetikte olalım gönlümüzle: “Dinle
ki, sükûta kavuşasın. Hakikati bulunca her şey sükûn bulur. Sen de hakikat
karşısında suskun ol ki sükûna eresin. Hem teskin olasın, hem teselli bulasın.”
Kâinatın
sesini dinleyelim. Huşû ve ibret ile bakalım tüm âleme. O sessizlikte neler
duyacağız neler. Asırlar önce söylenen coşkun nağmelerin notalarını, aşkla üflenen
neyin sesini, elini semâya açmış erenlerin duâlarını duyacağız. Biz de arınıp
öyle duâlar edeceğiz ki, sesimiz yüzyıllar sonra bile işitilebilecek. “Dünyanın
düzeni bu” deyip zulme sessiz kalmak, bu suskunluğun dışında tutulmalıdır. Gönlümüzü
sessizce dinlerken, zulme üst perdeden seslenmeliyiz ki mazlumların sesi
duyulsun.
Nezaket,
saygı, ağırbaşlılık, alçakgönüllülük, içten ve yumuşak davranmak gibi güzel
hasletler, paha biçilmez birer mücevher gibi yanına geldiği kişilere artı değer
katıyor. İşte bu mücevherleri uzaklarda aramayalım! O bizim içimizde,
keşfedilmeyi bekleyen bir cevher olarak duruyor. Ona ulaşmanın yolu da çok
susup az konuşmaktan ve kendimizi, varlık âlemini ve gönül dostlarını
dinlemekten geçiyor.
Kişinin hareketleri ruhunun aynasıdır. Benlik duygusuyla nefsimize
hizmet edeceğimiz her davranış, bizi gönül ehli ve mütevazı insanlardan, dost
çevresinden uzaklaştırır. Edep, hâddini bilmek, kimsenin hâddine tecavüz
etmemek, iyi huylu olmak her Müslümanın görevidir. Az ve öz konuşan, yaptığı
iyiliği öne çıkarmayan yardımsever insanların sayısı arttıkça, dinimiz de,
toplumumuz da hak ettiği değeri görecektir. Kul hakkına girmemek, sadece
insanların değil, dünyadaki tüm canlıların hakkına riayet etmek, insanların en
büyük hazînesidir.
Zenginliğin, dünya malının, gösterişin ve şöhretin geçici olduğunu
bilmek, mâkâma ve övülmeye aldanmamak, sapkın fikir ve akımlara kapılmamak,
sahip olacağımız kıymetli mücevherlerdendir. Bu yerleşmiş hasletlerin tümü, bizi
insan-ı kâmil düzeyine çıkaracaktır.
Çevremize,
canlı cansız tüm varlıklara dost olmalıyız. İçtenlikle
akıtılan gözyaşının değeri, candan dostların gözlerinin içine bakarken,
dertlerini dinlerken, akıveren yaşların değeri paha biçilmezdir. Bazen bu
yaşlar, gönülden olmayan gülüşlerden daha kıymetlidirler. Bencilliğimiz
o kadar hâd safhaya ulaştı ki, tensel ya da ruhsal acı duygusunu anlamaz olduk.
Kaba ve hoyratça davranışlardan artık sadece insanlar değil, hayvanlar,
bitkiler ve varlığımızı borçlu olduğumuz doğa da mustarip olmaya
başladı. Yangın sadece evlerin içinde, gönüllerimizde değil, doğada,
ormanda, her yerdedir artık!
Son
söz
Bir deyim vardır, bazı iyi davranışlar
için “Bu son derece insanî” deriz. Artık iyi davranışlar için bu deyimi
kullanmak neredeyse ağır geliyor. İyi davranışlar “hayvanî” oldu. Ne yazık ki
onlardan öğrenecek çok önemli dersler var. Toplumdaki kaos, yıkım, şiddet,
taciz ve bencillik, sadece insanlık ürünü. İnsandan başka hiçbir canlı, acı
çektirmekten zevk almıyor; hayvanların vahşi eylemleri, yaşamlarını
sürdürebilmek adına gerçekleşiyor. Sadece insanlar hâneye tecavüz, mala, mülke
ve hakka hukuka, ırza namusa, başkasının vatanına tecavüz ediyorlar. Ve sadece
insanlar bu tecavüzlere her türlü kılıfı uydurup dinî, millî, manevî değerleri
alet edebiliyorlar! Dünyayı bu hâle hayvanlar getirmedi. Bilakis, dünyanın
hâkimi olduğunu düşünen insanların eseri bu yangın yeri.
Tüm eksiklerimizin ve kusurlarımızın farkına varmak için yine Gönüller
Sultanı Mevlâna’nın sözlerine kulak verelim: “Hamdım, piştim, yandım.”
Bu sözleri düstur edinip hamlıktan kurtulmalıyız. Onların gönül
seviyesinde olamasak da biz de pişmeli, yanmalıyız. O, gönül yolculuğunu ne
güzel söylemiştir. Sığ gönlümüz, bu aşkla söylenen sözleri anlamaya yetersiz
gelse de, ahenkle ve derin hissiyatla okumak da kıymetlidir: “Her gün bir
yerden göçmek ne iyi/ Her gün bir yere konmak ne güzel/ Bulanmadan, donmadan
akmak ne hoş/ Dünle beraber gitti cancağızım/ Ne kadar söz varsa düne ait/
Şimdi yeni şeyler söylemek lâzım.”
İnsanların kendi nefsini bilip kendi benliğiyle meşgul olmasının
gereğini anlatır, bu asrı da içine alan birçok reçete sunar o: “Eğer ki sen,
insanların ayıplarını gören iki gözünü kapatırsan, ancak o zaman öteki âlemi
gören mânâ gözün açılır, yoksa hep kör olarak yaşar, öteki âleme de kör olarak
gidersin. Ey hafif bir şeyden kırılan, incinen sırça gönüllü! Sen sabrın
zevkini nereden bilirsin?”
Musîbetlere, felâketlere, sıkıntılara sabretmek, tasavvufun bir
gereğidir; bunu, büyüklerin yaşantılarından da görebiliyoruz. “Her şey üstüne gelip
seni dayanamayacağın bir noktaya getirdiğinde, sakın vazgeçme! Çünkü orası,
gidişatın değişeceği yerdir” der sabırsız gönüllerimize.
Bazen türlü sıkıntılara duçar olur, bazen de sebepsiz yere gönlümüz
darlanır da ruhsal sıkıntılara düşeriz. Tasavvufî tabirle kabz ve
bast, gönül hâlleridir. Yüce Allah bazen darlık, bazen genişlik verir ki kul
kendine gelsin. Kabz, lügatte “iç darlığı, gerilme” anlamında kullanılırken,
tasavvufî mânâsı ile “feyz kaynağının kesilmesinden dolayı kalbin kasvette
kalması” demektir. Ardından Allah’ın lütfuyla genişlik hâli gelir ki buna “bast
hâli” denir. “Ferahlık, açma, yayma” anlamındaki bu sözcük, tasavvufta gönlün
şenlenmesi, İlâhî feyz ve lütuflardan istifade etmesidir. Bu tür hâlleri
lehimize çevirip, gönül sultanlarının dizelerine sarılıp tefekküre dalarsak,
sonunda onların aşkla söyledikleri kelâmlar gönüllerimize sirayet edecektir: “Dinle
şu neyi, bak neler neler söylüyor/ O, Yüceler Yücesinin sırlarını anlatıyor/
Yüzü sarı, içi boş, başını havaya vermiş de/ Dilsiz sözsüz, ‘Hüda, Hüda’ diyor.”