Gönül Hanım

Roman, genel olarak Turan kültürü/ülküsü üzerine kurgulanmıştır. Zaman zaman Türk/Osmanlı kültürü ile diğer kültürlerin karşılaştırılmasına ya da ilişkisine yer verilmiştir. Ana karakterlerin ikisi Tatar, biri bir Macar soylusu ve diğeri ise bir Osmanlı subayıdır. Kitabı okurken şöyle gözlerinizin önünde canlandırırsanız anlatılan olayları, sanki bir dizi film izliyormuş hissi veriyor insana.

LİSEDEKİ “Genel Türk Tarihi” adlı derste öğrenmiştik Bilge Kağan’ın Orhun Abideleri’nde yer alan “Ey Türk! Üstte gök delinmedikçe, altta yer yarılmadıkça senin ilini ve töreni kim bozabilir?” şeklindeki millete hitabı ve özüne dönmeyi tembihi...

Dünyada milliyetçilik akımının başlaması ile birlikte  milliyet/milliyetçilik fikirleri birçok farklı milletten müteşekkil Osmanlı Devleti’ndeki farklı etnik gruplara da sirayet etmiştir. Bunun yanında Osmanlı’nın -her ne kadar böyle düşünmesem de- “hasta adam” (!) olarak görüldüğü son dönemlerinde Osmanlı’da da Türkçülük/Turancılık akımları büyük rağbet görmüştür. Devletin nasıl ve ne şekilde bu içine düştüğü bataktan çıkabileceği, yeniden eski gücüne nasıl kavuşabileceği üzerine çeşitli tezler/görüşler ortaya atılmış ve uygulanmaya çalışılmıştır.

Bunlar, genel olarak devletin yönetim yapısından tutun da sivil hayattaki yenilenme, eğitim ve öğretimin elden geçirilmesi, dilin (yazı dilinin) yenilenmesi, sanat ve edebiyatta yenilenme (yeniden doğuş) gibi çeşitli düzenlemeler üzerine düşünülmüş ülkülerdir. Ahmet Hikmet Müftüoğlu nam bir Osmanlı aydını, bir Türk ziyalısı da bu fikirlerini romanlarıyla ifadeye çalışmıştır diğer bütün yazar ve edipler gibi.


Müftüoğlu’nun düşünce sistematiği

Müftüoğlu, Servet-i Fünûn edebiyat akımıyla edebiyat çevrelerinde görünmeye başlayan bir yazardır. Bu, o dönemin hassasiyetinden dolayı kısa süreli bir akım olmuştur. 1896-1901 arasıdır ömrü. Sonrasında Millî Edebiyat içerisinde görüyoruz Müftüoğlu’nu. 1920 tarihli “Gönül Hanım” adlı romanında yazar, ülkenin kurtuluşuna dair savunduğu fikirlerini işlemiştir.

Asya’da bulunan Türk devletleriyle, dahası Macaristan ile yapılacak milli-kültürel, eğitim-öğretim ve sanat işbirliğiyle Türkiye önderliğinde büyük bir devletler topluluğu… Yazarın Turancılık fikirleri apaçık kendini gösteriyor romanda. Bu ülkünün nasıl gerçekleştirileceği ise ayrıntılarıyla verilmiş. Dilde bir yenilenme olması kaçınılmaz. Hem de diğer Türk soylu milletler/devletlerle bu alanda anlaşmaya yetebilecek bir yenilenme… Bu düşüncede İstanbul, bir eğitim/araştırma ve kültür merkezi oluyor. Her devletin eksikliklerine göre, daha iyi olan diğer devletlerden eğitimciler getirtiliyor, diğer ülkelere öğrenciler gönderiliyor. İlimde, teknolojide, sanatta, edebiyatta, velhasıl bütün alanlarda topyekûn bir kalkınma söz konusudur ki bir zamanlar bu alanlarda dünyaya öncülük etmiş bir millet ayağa kaldırılacaktır.

Benim dikkatimi en çok çeken şeyse, Müftüoğlu’nun bu romanının Tasvir-i Efkâr gazetesinde tefrika edildiği vakitler 1920’dir ve yazar, dilde bir düzenlemeye gidilmesinin kaçınılmaz olduğundan dem vurmaktadır romanında. Henüz Cumhuriyet yoktur ve dil/alfabe devriminin belki de sözü bile edilmemektedir açık şekilde. Üzerinde düşünülesi bir şey…

Bunun yanında Asya’ya dair, kendi kültürümüze hakkında öğrenilenler de bir başka… Sadece bir örnek: “Çin tarihçilerine göre aslı Türk olan ‘Hiungnu’lar ki bunlara Avrupalılar ‘Hun’ derler ve Macaristan’ın diğer adı da Hungarya’dır. Hatta bizim ‘hunkar’ yazıp ‘hünkâr’ okuduğumuz hükümdarlık sözcüğü de bundan gelir…” [i]

(Burada şahsî bir parantez açmak isterim: Anneannem tarafına sülâlemizde “hönkerler” (hünkârlar) denir. Hep merak etmişimdir bu sözcüğü ve bu romanla bu merakımı gidermiş oldum.)

Daha da ayrıntıya girecek olursak, dünyada heykeltıraşlığın öncüsü olarak hep Eski Yunan/Roma gösterilmektedir. Gönül Hanım’da, Asya’daki Orhun Abideleri’nin tasvirini okuyunca bunun pek de doğru olmadığını görüyor insan: “Bu taş parçalarının oyuluşundaki ustalık, incelik, canlılık, on iki yüzyıl önceki yüksek Türk uygarlığının üstün düzeyini gösteriyor. Heykellerin giysilerinde görülen kıvrımlar, buruşuklar, gövdedeki kasların giysiler altında görünüş ve duruşu, silahların durumu, kemer tokalarının oymaları hâlâ belliydi…"[ii]

Gönül Hanım’da Turancılık

Roman, genel olarak Turan kültürü/ülküsü üzerine kurgulanmıştır. Zaman zaman Türk/Osmanlı kültürü ile diğer kültürlerin karşılaştırılmasına ya da ilişkisine yer verilmiştir. Ana karakterlerin ikisi Tatar, biri bir Macar soylusu ve diğeri ise bir Osmanlı subayıdır.

Kitabı okurken şöyle gözlerinizin önünde canlandırırsanız anlatılan olayları, sanki bir dizi film izliyormuş hissi veriyor insana. Karakterlerden Tolun Bey’in tuttuğu günlükten gün gün olayları izleyebiliyorsunuz. Bunun yanında aynı karakterin yaşadıkları olaylar hakkındaki şahsî düşünce ve duygularını da görüyorsunuz.

“Sevgi/sevmek konusu, herhangi bir filmin ya da romanın olmazsa olmazlarındandır” diyebiliriz sanırım, burada da Osmanlı Subayı Tolun Bey, Tatar güzeli Gönül Hanım ve Macar soylusu Béla (sonradan “Bilal”) arasında geçen kur yapma, içten içe kıskanma, imrenme, geleceğe yönelik tek kişilik hayaller ve bunların Tolun Bey’in günlüğüne not edilmesini göreceksiniz.

Ve sonrasında da bir yerde bu notların bir kısmının Gönül Hanım tarafından görülüp kinayeli bir konuşmaya şahit olacaksınız: “(…) Engel olmama zaman ve fırsat bırakmadan defteri kavradı; üzerine atıldım. ‘A! Siz şâir de olmuşsunuz. Bu dize ne?’ ‘Esîr-i aşkın oldum, gerçi kurtuldum esâretten…’ Hemen defteri kapadı, bana verdi. Yutkundu, durdu, kızardı. İkimize de bir iki dakika heyecanlı bir sessizlik çöktü. Gönül birdenbire, ‘Bilseniz, bu gece tam üç saat çalıştım. İnanıyorum ki Kül Tigin yazılarını hepinizden önce ben okuyacağım, ben keşfedeceğim’ dedi. Ben de bisküvimi kahveye batırıp yapmacık bir kayıtsızlıkla karşılık verdim: ‘Korkarım ki siz hiçbir şey keşfedemeyeceksiniz.’ ‘Niçin?’ ‘Çünkü… Şimdiye dek hiçbir şey keşfedemediniz.’ ‘Yeterli! Anladım.’ ‘Yanılıyorsunuz! Kadınlar düşüncelerini, duygularını saklamakta ustadırlar.’ ‘Tersine, o saklamak istenen duyguları sizin daha önce keşfetmeniz gerekirdi.’ ‘Benim için keşfedilecek bir şey yoktu.’ ‘Yok muydu?’ (…) ‘Buyurun!’ Hızla boynundan göğsüne sarkan ince platin zinciri çekti. Benim ona Krasnoyarsk’ta armağan ettiğim madalyonu çıkardı. Kızararak ve titreyerek açtı. Ne göreyim Allah’ım, ne göreyim? Benim resmim…”[iii]

Ahmet Hikmet Müftüoğlu

1870'de, İstanbul'da dünyaya geldi. Babası şair Yahya Sezai Efendi idi. Ailesi dönemin ulema sınıfındandı ki dedesi Mora Müftüsü Abdülhalim Efendi idi. Babasını yedi yaşında iken kaybetti, ağabeyinin himayesinde büyüdü. Eğitimine Soğukçeşme Askerî Rüşdiyesi’nde başladı, Galatasaray Sultanisi’nde devam etti. Bu okulda Tevfik Fikret ile tanışıp arkadaşlık kurdu. Edebiyat merakı lise yıllarında başladı. Bu alandaki merakının aileden gelen bir haslet olduğunu ifade eder Müftüoğlu.

İlk olarak Asır Kütüphanesi neş­riyatı arasında çıkan "Leyla Yahut Bir Mecnunun İntika­mı" yayımlanır. Daha sonra Fransızcadan “Tuvalet ve Letafet” ile “Bir Riyazînin Muaşakası” adlarında iki eser tercüme ettiyse de Doğu ile Batı kültürünün çok fark­lı olduğunu görerek bir daha eser çevirmedi.

Ahmet Hikmet, edebiyatımızdaki asıl yerini ise yazı hayatının ikinci devresinde yazdığı Türkçü ve mil­liyetçi hikâyeleri ile sağlar. Bu hikâyelerin bir kısmını “Çağlayanlar” isimli kitabında toplar, fakat bir kısmı bazı dergilerde dağınık kalır. Hikâye, roman, makale, mo­nolog türlerinde eserler vermiştir.[iv]



[i] Gönül Hanım / Ahmet Hikmet Müftüoğlu

[ii] Gönül Hanım / Ahmet Hikmet Müftüoğlu

[iii] Gönül Hanım / Ahmet Hikmet Müftüoğlu

[iv] http://tr.wikipedia.org/wiki/Ahmet_Hikmet_Müftüoğlu