
“DUA”, Arapça bir
kelime olup “seslenme, yardıma çağırmak, Allah’a yakarmak ve O’ndan dilekte
bulunmak” anlamındadır. Dua, ibadetin en yücesidir ve Peygamberimiz de şu
sözlerle onun ehemmiyetine vurgu yapmıştır: “Dua, ibadetin ta kendisidir! Allah
nazarında duadan daha üstün başka bir şey yoktur. Allah’a, duanıza kabul
edileceğine kesinlikle inanmış olarak dua edin! Şunu da bilin ki, Allah
kendisinden gafil ve başka işlerle meşgul bir kalbin duasını kabul etmez.”
Başımıza
gelen kaza veya belâlarda hep dualara sığınırız. İmam-ı Rabbanî Hazretleri,
“Dua kazayı, belâyı defeder” der. Bir hadîs-i şerifte de “Kaza ancak ve
yalnızca dua ile durdurulur” diye geçmektedir. Yani kaza ve belâya karşı en
büyük güvencemiz, şüphesiz gönülden ve samimi dualarımız olacaktır.
Peki,
duaya nasıl başlamalı ve usûl olarak nasıl bir yol izlenmeli?
Duaya
hamd ve sena ile başlayıp, Peygamber’e salât getirip, sonrasında da
dilediğimizi gönülden sunup devam etmemiz en doğru olanıdır. Dua ediliş
şekliyle ilgili Peygamberimiz, “Allah’tan avuçlarınızın içiyle isteyin,
sırtlarıyla istemeyin” diye buyurup, dua tamamlanınca da avuçlarımızı yüzümüze
sürmemizi, sonunda da “Âmin” dememizi buyurmuşlardır.
Gönül
diliyle yapılan duaya, bu ayki yazımızda iki ibretli kıssa ile yer vereceğiz.
İlki, Hz. Mevlâna’nın eseri Mesnevî’den olacak.
Rivayete
göre yıllar önce “Nasuh” adında bir adam varmış. Nasuh, hamamlarda tellaklık
eder, böylece kadınları kolaylıkla avlayarak baştan çıkarırmış. Yüzü, kadın
yüzü gibi tüysüzmüş. Erkekliğini bu yüzden rahatlıkla gizlermiş. Nasuh,
yıllarca tellaklık etmiş, kimse onun bu işinin ve erkek olduğunun farkına
varamamış. Çünkü yüzü kadın yüzü gibi, sesi kadın sesi gibiymiş. Çarşaf giyer,
peçe takarmış. Fakat şehveti azgın bir gençmiş. Bu yüzden padişahın kızlarını
bile hamamda keseleyip yıkarmış.
Aradan
zaman geçince, Nasuh pişman olmuş ve tövbe etmiş. Fakat tövbesini tutamamış. Bir
gün Allah dostuna giderek “Benim için dua et” diye ricada bulunmuş. Veli de
onun için dua etmiş. Nasuh, bir gün yine hamamda tası doldururken, padişahın
kızının küpesindeki incilerden biri kaybolmuş, bütün kadınlar onu aramaya
koyulmuş. Herkesin eşyasını aramak için önce hamamın kapısını kapamışlar, sonra
da başlamışlar aramaya. Fakat inci bir türlü bulunamamış. Bunun üzerine
herkesin ağzını ve de her yerini aramaya başlamışlar. “İhtiyarından gencine
herkes anadan doğma soyunsun” diye bağırmışlar. Nasuh, korkusundan bir kenara
çekilmiş, yüzü korkuyla dolmuş, sararmış dudakları, titremiş. Ölüm korkusu her
yanını sarmış. Kendi kendine, “Ya Rabbi, birçok defa tövbe ettim, fakat tövbemi
tutamadım. Eğer beni bu belâdan rezil rüsva olmaktan kurtarırsan bütün
yaptıklarımdan tövbe edeceğim” demiş.
Hamamdakiler
herkesi aradıktan sonra, “Ey Nasuh, herkesi aradık, şimdi sıra sende! Gel, seni
de arayalım” demişler. Nasuh için kurtuluş yokmuş. Tam onu arayacakları sırada,
“İnci bulundu!” diye bir ses gelmiş ve Nasuh’u aramaktan vazgeçmişler böylece.
Nasuh rezil olmaktan ve ölümden kurtulmuş. Tabiî incinin bulunmasıyla da herkes
bayram edip sevinmiş.
Bu
sevinç dalgası geçtikten sonra Nasuh’u çağırmışlar, “Ey güzel tellak, gel, padişahın
kızı seni çağırıyor, onu kesele!” demişler. Nasuh bunu reddederek hamamdan
çıkıp gitmiş. Bir daha da tövbesini bozmamış. Meşhur “Nasuh tövbesi”nin aslı da
bu kıssadan gelmiştir.
İkinci
kıssamız da Hz. Musa Peygamber’in başından geçen olayla ilgili…
Hz.
Musa tek başına dağları dolaştığı bir gün, uzakta yoksul ve yalnız bir çoban
görmüş. Çoban dizüstü çökmüş hâlde, ellerini semaya açıp dua etmekteymiş. Bu
durum Hz. Musa’nın çok hoşuna gitmiş ama çobanın yanına yaklaşıp duasını
duyunca şaşırmış. Çoban Rabbine şöyle yalvarıyormuş: “Kurban olduğum Allah’ım!
Seni ne kadar severim, bir bilsen… Ne istersen yaparım, yeter ki Sen iste! ‘Sürüdeki
en yağlı koyununu kes’ desen, gözümü kırpmadan keserim Senin için. Koyun
kavurması güzeldir Allah’ım, kuyruk yağını da alır, pilavına katarsın, tadından
yenmez olur…”
Hz.
Musa duaya kulak kabartıp çobanın iyice yanına yaklaşmış, çoban duasına devam
ediyormuş: “Yeter ki Sen dile, ayaklarını yıkarım, kulaklarını temizler,
bitlerini ayıklarım. Ne kadar çok severim ben Seni, Sana öyle hayranım ki…”
Duydukları
karşısında öfkeden küplere binen Hz. Musa, bağıra çağıra çobanın duasını
kesmiş. Hz. Musa, “Sus seni cahil adam! Ne yaptığını sanırsın, Allah pilav yer
mi? Allah’ın ayakları mı var ki yıkayasın? Böyle dua olur mu? Külliyen günaha
giriyorsun. Derhâl tövbe et!” demiş.
Çoban,
Hz. Musa’dan azarı işitince kulaklarına kadar kızarmış. Utancından yerin dibine
girmiş. Bir daha böyle dualar etmeyeceğine gözyaşları içinde yeminler etmiş. O
gün akşama kadar Hz. Musa, çobanın yanında durup ona temel duaları ezberletmiş.
Sonra, “Allah benden razı olur artık” diyerek yoluna devam etmiş. Hz. Musa o
gece bir ses işitmiş. Seslenen Rabbi imiş: “Ey Musa, sen bugün ne yaptın? Sen
ayırmaya mı geldin, buluşturmaya mı? Şu garip çobanı azarladın, onun Bana ne
kadar yakın olduğunu anlayamadın. Ağzından çıkan lâfı bilmese de o çoban,
inancında samimi idi, kalbi temiz, niyeti halisti. Biz kelimelere bakmayız,
niyete bakarız. Kelâmlara bakacak olsak, yeryüzünde insan kalmazdı! Biz
çobandan razıydık; başkasına medih olan söz, sana zemdir. Ona bal olan, sana zehirdir.
Sen işittiklerini inkâr ve küfür saydın ama bilsen ki bir kabahati varsa bile
ne tatlı kabahattir onunki…”
Hz.
Musa hatasını anlamış ve ertesi gün çobanın yanına gitmiş. Çoban duaya durmuş
yine ama dünkü heyecanından, samimiyetinden eser yokmuş. Öğretildiği gibi
yakarmaya gayret gösterdiğinden, “Aman bir yanlış etmeyeyim” diye takılıyor,
kekeliyor, terliyormuş. Hazreti Musa, çobana ettiğinden pişman olup onun
sırtını okşamış ve şöyle demiş: “Ey dost, ben hatalıyım, ne olur affet!
Bildiğin gibi dua et, Allah nazarında böylesi daha kıymetlidir.”
Bu
iki kıssada da gördüğümüz gibi, bir duanın hikmeti, gönülden ve yürekten
olmasında gizlidir. Allah ile gönül diliyle duada buluşan ne darda kalır, ne de
yolda.
Gönülden
bir duanın içinde olabilmek umuduyla…