Gönül dağında bir Garip: Neşet Ertaş

Aşk atına binmek güzel ancak yolculuk boyunca bu süvariye gıda da lâzımdır. Çünkü atın yemi ayrı, süvarinin gıdası ayrıdır. İşte burada Neşet, derununda yatan ve adına “gönül” denen halis cevheri keşfeder.

NEŞET Ertaş’ın gerek repertuarı ve gerekse “Garip” mahlasıyla söylediği şiirleri, onun âlemdeki garip yolculuğunu iki farklı yolda yürüdüğüne tanıklık eder. 

Bu yollardan biri, onun dünyanın vaat, zevk ve nimetlerine karşı adeta bir atılış hâlinde yürüdüğü yoldur. Bu vaatlerin temelindeyse füsunkâr cazibeleriyle garip âşığın gönlünü altüst eden âlem güzelleri vardır. Bazen isimleriyle, bazen isimleri örtülerek zikredilen bu dilberler, şairin/sanatçının estetik haz anlamında hayran olduğu ve bütün duyularını onlarla kuşattığı bir algı dönemine karşılık gelir. Neşet’in bu yolculuğu kısa ama oldukça yoğun bir yolculuk olup, gölgesini bütün hayatının üzerine salan bir seyirdir.  

Neşet’in sanat yolculuğunda ikinci yürüyüşü ise ilkine göre daha uzun ama kendi içinde farklı aşamaları olan bir yolculuktur. Tuhaftır, Garip’in bir tür Mecnunluk çağı olan ilk yolculuğu, Leyla ile evlenmesi ve bütün fedakârlıklarına rağmen o büyük sevginin ayrılıkla sonuçlanmasıyla biter. Bu macera, sevdasına “Başka bir gönle ikrar vermeyecek” kadar sahip bir gönül taşıyan Neşet için, derdinin dermanı sandığı sevdiğinin bizzat öldürücü bir zehre dönüştüğü, “Ölürüm sevdiğim, zehirim sensin” şeklindeki beyanındaki gibi büyük bir hüsranla sona erer. Garip’in gönlü her ne kadar “ayrıldığına inanmasa” da olan olmuş ve vuslat köprüsü onu hasret yakasında bırakarak büyük bir gürültüyle çökmüştür.

İşte Neşet’in ikinci yolculuğu, büyük hüsranıyla hasret kıyısında tek başına kaldığı o anın ikliminde başlar. Psikolojide travma olarak adlandırılan bu durum, aslında hayatı tanzim eden mutlak failin şahsî hikâyesi olan bireyleri, o hikâyeyi anlatmaları için, olaylar eliyle yaralamasından başka bir şey değildir. Zira hayat, Amr’ı asla kabaağacın gölgesinde yatırmaz, mutlaka Zeyd’in eliyle bir ok atıp onu o gölgeye hasret bırakır. Hem can İsa’sına hamile kalacağız, hem de sancı çekmeden doğum yapacağız, mümkün mü? 

Lâkin gözden kaçan bir şey var ki, o köprü yıkıldıktan ve o ok sinemizi deldikten sonra ne köprüdeki gibi görür, ne de ağaç gölgesindeki gibi algılarız. Rengiyle yitirdiğimiz hayatı her türlü cengiyle karşımızda buluruz. Artık ne dilimiz o dildir, ne de fiilimiz o fiil. Zira yeni durumun mahiyetinden dolayı Neşet, kendini aynı anda iki dil düzeyinde yankılanan bir söyleyişin içinde bulur. Artık “Açma zülüflerin yellere karşı” dediğinde, seher vakti, zülüflerinin mis kokusunu, âşıklarına götürsün diye saçlarını rüzgârda çözen bir dilber imajının yanında cihan dilberlerinin saç telleri sayısınca meçhul varlığın üstündeki örtüyü ilham ve keşif rüzgârıyla açarak “mânâ açlığı çeken canlara” ayan eden bir dilberler dilberi gizlidir. Bu durumda söz, söyleyeni vasıta kıldığı için, söyleyeni aşarak iki cihan diliyle birden konuşmaya başlar. Buradan bakarsan bir hitaptır sana, bana. Oradan bakarsan hitap değil, külliyen yüce mânâ. 

Sözün burasında Neşet nerede durur? O sadece sazdır; mızrabı vuran, başka bir telden vurur.    

Tam da bu bapta ayrılığın zehirli okunu sinesine yiyen Neşet Ertaş, bu hüsran duygusunu, “Cahildim, dünyanın rengine kandım/ Hayâle aldandım, boşuna yandım” ağıtının hazin dizelerinde dile getirir. Aslında elde ettiği yârin yarına kalmayışı ve murada ermenin bu kadar anî bitişi, ondaki şaşkınlık ve hüsran duygusunun onu yeni bir idrak geçidine götürmesine neden olur. Biz, Neşet’in ayrılık darbesinden yakınışına bakarak onun dünyayı ne kadar renkli, cazip ve yaşanılası bir yer olarak gördüğünü anlarız. Fakat özellikle buradaki “rengine kandım” ibaresi, renk kelimesinin aynı zamanda al ve hile anlamına gelmesinden dolayı daha manidar bir vurgu içermektedir. 

Dünya, kendini “al ile aldatan” bir cadı hüviyetiyle göstermiş ve yüzündeki şirinlik maskesini çıkarmıştır. Bu idrak sahnesi, Neşet’in hem şuurunda, hem de ruhunda derin bir hüsranın ardından dünyayı hakikî çehresiyle gördüğü ilk büyük kopuş sahnesidir. Ancak her büyük kopuş ya da travma, bize dünyayı gerçek yüzüyle gösterip farkındalık oluşturmak nedeniyle harekete geçer. Bunun neticesinde de âleme yeni bir idrak penceresinden bakmaya başlarız. İşte Neşet’in işin başında çok geniş ve hudutsuz sandığı bu âlem, o hüsran acısının yırttığı perdenin ardından “Aman dünya ne dar imiş” ağıtıyla önceki bilince eşlik eden şevkten bir uçurtma gibi kopup gider. 

Olanca genişliğine rağmen dünyanın böyle bir darlık hissiyle kavranması, Yunus Emre’nin tabiriyle, bu kavrayışla gelen “ayrıksı basar” ile alâkalıdır. Yunus Emre bir dizesinde,  “Bunca varlık var iken gitmez gönül darlığı” der ve aynı duruma vurgu yaparak Neşet’in yaşadığı tecrübenin kadim bir tecrübe olduğunu ihtar eder.

 Bu idrak biçimi, yaşama şevkinin yaşama azabı olarak algılanmasına dair bir bilinç olduğu için, kendisini tat değişimi olarak gösterir. Bu darlık bilincinden sonra hayat, artık damakta bir tat değil, yaşama azabının ta kendisi olan derunî bir yaradır. Daha önce taze bir hayat ve renk cümbüşü hâlinde gelen âlemin bahar ve yazı, artık bu hüsrandan sonra bir daha gelmeyecek bir mevsim olarak kavranır. İşte tam bu noktada Neşet, yaşadığı şeylerin, daha doğrusu bahar ve yaz sandığı şeylerin “tecelli ve gam ile” geçip giden şeyler olduğunu kavrar. Tıpkı “Geçip gitmekte ömrüm derd ü mihnet gibi şeylerle” diyen Nedim gibi… 

Dünyayı gönlünün muradına göre hep önüne serilen bir yaygı gibi gören Garip, birden bunun bir yanılgı olduğunu kavrar ve “irengi gözünde solan dünyada, boş yere aldanıp boşa yere kanmış” olduğunu görür. Neşet, gerçekte kendisine gam, keder ve dertten başka bir şey getirmediğini gördüğü dünyanın bunları daha önce kendisine bahar, neşe ve mutluluk olarak sunduğunu da bildiği için, yalancı bir dünya imajıyla karşı karşıya kalır. Bu dünya hem yalancı, hem de yalandır. Ancak dünya, foyasının meydana çıktığına bakmayarak yine de onun yüzüne yalandan gülmeye ve onu avutmaya çalışır. Fakat yaşadığı hüsranın etkisiyle bu avutmanın bir uyutma olduğunu fark eden Neşet, “goncanın etrafını hâr” ile dolduran dünyaya eski itimat ve muhabbetini çoktan kaybetmiştir. Zaten içinden geldiği kültür ve muhit onda kanaat ve tok gözlülük ahlâkı oluşturan bir kültür ve muhit olduğu için, yaşadığı hüsrandan sonra âlemi elinin tersiyle iterken bunu nefsine mağlûp olan biri olarak değil, istiğna eteğine tutunan biri olarak yapar. Çünkü içine girdiği yeni bilinç, onda hilebaz ve muhannet dünyanın vaat ve nimetlerine karşı ruhsal bir doygunluk ve istiğna tavrı oluşturur.

Bir Refref bulur isen…

Neşet’in hayatında bu istiğna eteğini tutma meselesi, hüsran darbesinden sonraki savruluşunu toparlaması açısından son derece önemlidir. Zira o darbeye maruz kalanlar, ya isyanı seçerek hüsranlarına mağlûp olurlar ya da itaatte sebat ederek hüsranlarını zafere dönüştürürler. İsyan böyle bir durum karşısında güçlü ve tercih edilesi bir tavır gibi algılanır. Oysa bu durumdaki isyan, asinin isyan duygusuyla tahrik ettiği fikir ve figürlerin arkasına saklanarak aczini gizlemesinden başka bir şey değildir. Bu tipler, sureta galip ama hakikatte mağlûp olmuş âcizlerdir. Zira kudret ile cenge girmişler ve neticede kudretin kahır kılıcıyla helak olmuşlardır. İtaat ise kulluk ve edeple alâkalı bir tavırdır. Aside acz isyana dönüp asiyi vururken, mutide kulluğa dönüşüp onun önünde kapılar açan bir kılavuza tebdil olur. Neşet, işte bu nazik aralıkta edep ve istiğna bilincinden dolayı itaati seçen galiplerdendir. Sureta hayat karşısında mağlûp görünür ama netice itibariyle hayatı mağlûp eden bir zaferi tadar.

İşte bu aralıkta, kişide âlemdeki hayatının bir yolculuk olduğu bilinci gelişir. Görür ki, daha önce yaptığı yolculuk, yoldan sapma ve menzilden uzaklaşma biçiminde tersine bir yolculuktur. Buradan anlaşılır ki, menzil uzak, ömür kısa ve zaman değerlidir. O zaman menzilden uzak kalmışlığı telâfi etmek için ok gibi ileri atılmak gerekir. Ne var ki, onu ok gibi menzile fırlatacak bir yaya ve yel gibi ardı sıra yeldirecek bir vasıtaya ihtiyacı vardır. Garip bu anda, o vasıtanın ayağına çabuk âşık olduğunu kavrar. Ancak yaşadığı hüsrandan dolayı pusatlarını kaybetmiş ve bindiği sahte attan inmiştir. Bu durumda repertuarındaki bir şaire yönelerek ondan ödünç bir idrak atı alır. Âgehî’nin şu dörtlüğü, aslında Neşet’in bindiği ödünç dost atını ve o ata binen süvarinin bilincini işaret eder: “Âgehî karıştırır kanı yaş ile/ Dost bulunmaz hayâl ile, düş ile/ Yetilmez menzile bu gidiş ile/ Hemen aşk atına binip sürmeli.” 

Aşk atına binmek güzel ancak yolculuk boyunca bu süvariye gıda da lâzımdır. Çünkü atın yemi ayrı, süvarinin gıdası ayrıdır. İşte burada Neşet, derununda yatan ve adına “gönül” denen halis cevheri keşfeder. Tıpkı Hakanî-yi Şirvanî’nin sevdiklerini kaybettikten sonra kendisini gönül üstadının önünde elifba öğrenen bir çocuğa benzetmesi gibi… Onu bu yolculukta besleyecek olan yegâne şey, bu gönül cevheridir. Neşet’in, “Arif olan bunu bilir/ Derunumdan gevher alır” dediği şey tam da budur! 

Garip, hüsran öncesi gurbet tarafına yani güneşin battığı yöne giderken hüsran sonrasında gönlün kılavuzluğuyla garipliğini izale eden o büyük ışık ve himmet kaynağına doğru yürür. Ancak menzilin ne kadar uzakta olduğunu görmesi için ara sıra yola hâkim bir noktaya çıkıp ufka bakması gerekir. İşte bu durumda Neşet, Kul Nesîmî’den ödünç bir merdiven alır ve o merdivenden “Gâh gökyüzüne çıkıp âlemi seyreder, bazen de oradan inip âlem tarafından seyredilir”. Fakat Neşet’in ödünç merdivenle çıktığı bu damda fark ettiği bir şey vardır. Kul Nesîmî inip çıkarken, “Benim bu hâlimden kime ne” diyerek hâlin hâsıl ettiği kibir ve gurur dolayısıyla birileriyle ağız dalaşına girmekte ve bu noksanlıktan dolayı da topallayarak yol almaktadır. Bu tavır, Melâmi meşrep Neşet’e bigâne olduğu için, Kul Nesîmî’nin arızalı merdiveninden çabuk iner.

Neşet anlar ki, onun garip gönlü, bu yolculuk çabasının kimsesizlerin kimsesi ve gariplerin sahibi tarafından görülmesini ister. Zira bu lütuf mümkün olursa o mümkün lütuf bu Garip’in bayramı olacaktır. Tam da bu noktada artık söyleyişinin bir alâmeti hâline gelen çifte yönlü lisanla şöyle der: “Ne olur garip gönlümü gör, bugün bayram olsun!”  

İşte bu aralık, yolcunun sabrının denendiği, sebatının yoklandığı ve azminin tecrübe edildiği çetin bir güzergâhtır. Buradaki arayış diğer yerdeki arayışlardan çok farklıdır. Orada bahçe duvarından aşılınca ulaşılan ayva, turunç ve nar, burada sineyi yakan bir nâra dönüşür. Tuhaftır, böylesine derin değişen bu mahiyet, Garip’e yeni derdinin çaresi olmadığına dair bir bilinçle gelir: “Aradım derdime bir çare yoktur/ Anladım evvelden böyle takdir/ Ele düğün bayram, bize mi haktır/ Ne çekilmez kahrım vardır Yareden’im.” 

Aslında bu tavırda bir şikâyetten ziyade durumun hikâyeti vardır. Bu hikâyet ise, “Durumunu bilsem de sen yine aşikâr et” diyen sevgilinin muradına uygun bir hikâyettir.

Bu süreçte Garip yolcunun büyük yalnızlığını kavraması ve mahlasından ziyade kaderi olan gariplikten yani sürekli gurbette oluş hissinden hareketle sılayı bulması esas olduğu için, bindiği aşk atının hikmeti, ona bazen kendisinin de şakirdi olduğu nükteler söyletir. 

“Tüm canların Hakk olduğun bilmese/ Hakk’ın aşkı yüreğine dolmasa/ O güzel cemâle âşık olmasa/ Kul Garibim bu sazını çalmazdı.” 

Buradan anlaşılır ki, artık bu noktadan sonra Neşet’in elindeki saz, bir mûsikî aleti değil, ona hikmetler söyleten bir mürşittir. Zira artık o sazla havalandırılan sözlerden yükselen Halime, Zahide, Emine ve Leyla bulutları, örttükleri Mevlâ güneşinin önünden çekilirler ve onların fani cemâlleri, yerlerini Bâkî bir Cemâle bırakır. Bu Cemâl, gönül semasından çekilen gölgelerin yerlerini dolduran Hakk Cemâlidir. Hâl böyle olunca, Garip yolcudaki bilinç birdenbire, “Tüm canların Hakk olduğunu, o Hakk’ın da ruhumuzla irtibat hâlinde olup görünmemek için kendini sır” ettiği gerçeğini kavrar.

Neşet eydür Yunusleyin, “Buğday değil, nefes isterim”

Garip bu pazarda gönül vermeye gelmiştir. Cemâl bedeline karşılık gönlü verecektir. Lâkin bu pazar yerinde mezata çıkardığı gönlüne sabrı tükendiği hâlde bir müşteri bile çıkmamıştır. Ama o, kendiliğinden gelen bir hisle halis gönül cevherine talip nazlı bir müşterinin varlığından haberdardır. O zaman o nazenin müşteriyi çağırmak gerekir. Nitekim çağırır da: “Gel, gel, gel, gayrı gel!” 

Ancak çağrılan tacir, çok yakın bir yerde olduğu hâlde oldukça uzaktadır. O dolunay en yakın tepede durmakta, lâkin mekân tuttuğu tepeye varılınca öbür tepeden baş göstermektedir. Hâl böyle olunca, hasret ateşinin sineyi yakması kaçınılmazdır: “Yandı bağrım yandı yar deyi deyi/ Gönül yar istiyor yaramı sar deyi/ Şurada bir Garip yaren var deyi/ Hatırdan çıkartma, ara sevdiğim.” 

Lâkin çeşitli suretlerde görünen o yar, muhabbet ateşini ziyadeleştirmek için bu gelişi daima tehir eder. Ayak sesi gelmekte ama dilber gelmemektedir. O zaman gelişi beklemek yerine gidişi çabuklaştırmak lâzımdır. “‘Türap olup yâre varayım’ dedim/ ‘Ayağına yüzüm süreyim’ dedim/ ‘O yârin sırrına ereyim’ dedim/ Arifler keşfeder, sır imiş meğer.” 

Neşet anlar ki, kendisine henüz yoldayken açılan bu kapı, ariflere özgü bir sırrı kavratmak içindir. O sırrı da “bulanık akarken” durulduğunu hissettiği bir anda kavrar. İrfan eşiğini aşan gönlü, falan veya filan adlarıyla ayrı ayrı gördüğü güzellerin hakikatteki birliğini idrak eder:Nice güzel gördüm hep ayrı ayrı/ Hakikatte gönül bir imiş meğer.” 

Bu idrak, aynı zamanda Garip’in kullandığı çifte yönlü dilin zaferidir. Zira o dil, yar denen muhatabı bir merhalede Leyla’ya, bir merhalede üstada ve öbür merhalede Mevlâ’ya dönüştüren bir dildir. Dil de bir mahlûktur; yönünü dosta çevirirseniz, “rüyada Hindistan’ı gören bir fil gibi” yola düştüğünde önüne kimse geçemez, yönünü peste çevirirseniz çamura batan bir merkep gibi debelenir durur. Neşet’in yalın ancak samimî bir dil ve gönülle ulaştığı irfan kapısını, bu vadide kitaplar ve lügatler içinden fırlayıp velvelesi cihanı tutan nice adamlar bir ömürdür bulamaz. Gönül her ne kadar kendi cevheri olan tevhidi kavrasa da bu vadide elden tutanlar lâzımdır. Zira dost halkasında yer almanın anahtarı himmettir: “Himmet edin ey erenler/ Dost ile sohbet edelim/ Gerçek sırrına erenler/ Dost ile sohbet edelim./ Engel girmesin araya/ Dost merhem olsun yaraya/ Dost için geldik dünyaya/ Dost ile sohbet edelim.” 

Garip yolcu, aralarına yeni katıldığı bu kafileden ayrı kalmak istemez: “Ben de o canana doğru gideyim/ Koyman şu Garibi yolundan.” 

Neşet’in himmet istediği bu erenler, öyle anlaşılıyor ki, yolu ondan önce yürüyenlerdir. Gönlünün tercümanı olan sazı kucağına çektiğinde, bu Hakk abdalları arasından iki sima belirir: Hacı Bektaş ve Mevlâna…

Neşet, pîri Hacı Bektaş’ı bize bir Hatayî deyişinin penceresinden gösterir: O pencereden bakılınca görülür ki bir sahnede, Hacı Bektaş güvercin kılığında uçup gider ve asâsını Horasan’dan alıp gelir. Bir başkasında bahrî gibi ummana dalar, öbüründe de on iki öküzü bir kazana koyar. Bu seyrandan baş çevirince, “Hakk dostlarının gönüllerine yâr olan Mevlânâ” görülür. Ancak Neşet, Hatayî gibi menakıp gözüyle değil, can gözüyle bakmayı tercih edenlerdendir. Zira irfan ikliminde hangi gözle bakarsanız tecelliler, o göze göre suret alırlar:Bu dünyada yok değilsin/ Varsın Mevlâna Mevlâna/ Sen cümlemizin gönlüne/ Yarsın Mevlâna Mevlâna/ (...) Can gözü görmeyen bilmez/ Sırsın Mevlâna Mevlâna/ (...) Her gönüle bir eşsin sen/ Gönlümüze güneşsin sen/ Nursun Mevlâna Mevlâna…”

Garip yolcu, erenler elinden tutmuş, bu vesileyle can gözü açılarak arifler sırrını keşfeder olmuştur. İrfan, ilimden ayrı bir ilimdir. O vadide kelimeler bizim yüklediğimiz anlam yüklerini sırtlarından attıkları için, her şeyin ifadesi olma kabiliyeti taşırlar. Bu itibarla irfan dilinin sınırsız bir dil kabiliyeti vardır. Kelimeler bu iklimde “zaruret icabı” olarak söylendikleri için doğru ve yanlıştan muaftırlar. Müritler Mevlâna’ya gelip “Efendim, Selahaddin kelimeleri yanlış telaffuz ediyor”  dediklerinde, Hazret, “Siz onun ilmine değil, irfanına bakınız” demişti. Neşet, “Ana haktır, bu sırra erdin mi?” dediğinde, kastı, elbette Hallac-ı Mansur’un “Ene’l-Hakk” sırrıdır. Ama o bunu ilmiyle değil, irfanıyla söyler. Hatta o, bu sırrı bilmekle kalmaz, şerh de eder. “Ene’l-Hakk” sırrı ona göre, “İnsan doğup hayvan ölmemektir”. Bu sır, insanın kendini bulmasıyla alâkalı bir sırdır. 

Garip, “Arayan Mevlâ’sın bulurmuş derler/ Arayıp kendini bulmakta insandizelerinde, Mevlâ’yı arayanın O’nu kendinde bulacağını, kendinde bulanın da “Ene’l-Hakk” sırrına ereceğini söylemiş olur. “Ene’l-Hakk” denildiğinde kelleler düşüren bu sır, aslında “Nefsini bilen Rabbini bilir” hadisinin şevk lisanıyla ifadesinden başka bir şey değildir. 

Ariflik anlayışının ölçüsü, her şeye nedensiz ve niçinsiz muhabbet duymaktır. Neşet’in fıtrattan getirdiği sevgi dolu koca yüreği, tam da bu muhabbet içindir. Neşet’in içindeki coşkun sevgiyi her şeye yayan “Sevgi her şeyden ezeldir/ Sevince her şey güzeldir/ (…) Sevgi dolsun her nefeste içelim/ Sevgiler ekelim, sevgi biçelim” şeklindeki deyişi, “Sevelim, sevilelim” diyen ceddi Yunus Emre’nin dilincedir. Neşet’i dert ve gamlar içinde bir dert yoldaşından mahrum ederek dünyayı başına dar eden hayat, sonunda onu saman gibi “muhabbetin yellerine” savrulan kalender meşrep bir arife dönüştürür: “Garibim geldik gitmeye/ Muhabbetimiz bitmeye/ Yarinen sohbet etmeye/ Doyulur mu, doyulur mu?” 

Garip’in uzaktan yakına gelişinde “muhabbet”, anahtar bir kavramdır. Bu durumu “Hak muhabbettendir, muhabbet Hakk’tan” ilkesine bağlayan Neşet, muhabbetin dost cemâlini gösteren bir ayna olduğunu söyleyerek, getirdiği manevî nimetlerin çokluğuna vurgu yapar. Dost elinden gel eden şey muhabbetin ta kendisi olduğu için, Neşet, imanı ferdî niteliğinden dolayı “sevgi”, ibadeti kul ile Mevlâ ilişkisinden dolayı “sevişme” olarak niteler.   

İşte bu ulu muhabbetin ete kemiğe bürünen timsali de ariftir. Neşet, sevginin arifin inşâsında asıl harç olduğunun farkındadır, şöyle der: “Sevgi için benim arif olduğum…” Bu sevginin kökeninde, kullarından uzak durmamak için sevenlerin gönlüne giren Allah vardır. “Muhabbet Hakk’tandır” denilen şey de budur. Arifi tariften vareste sayan Garip, onu aynı zamanda bilen ve sezen bir cevher olarak niteler. Arif sezgisi ve bilgisiyle bakıldığında her can Hakk’a bağlıdır. Bu yüzden onu incitmek Hakk’ı incitmek olacağı için, Hacı Bektaş’ın “ İncinsen de incitme” ve Mevlâna’nın “İncitme, incinirsin” öğütlerini terkip ederek “İncitme ha incitme” hâline getirir ve “gönül yıkan iki cihan bedbahtlarını” uyarır. 

Arifler nazarında incitmemek, her şeyin özünde Hakk’ın gizli olmasından dolayı evrensel bir ilkedir. O yüzden bırakınız gönüller, ne yâr zülfünün teli, ne sinesinden nağmeler havalanan sazın teli, ne de yar habercisi seher yeli incinmelidir. Zulüm, hırstan dolayı şaşı gören şaşkınlar işidir. “Gönüldeki dost aşkına” kalkıp semah dönmek dururken, şaşkınlara uymak da neyin nesidir? İyi bakılırsa, felek çarkı da meczup bir Mevlevî gibi “Bir’in aşkına” dönüp durmaktadır. Her şeyi bir göremeyişimizin nedeni, “aradan çıkmayan ikilik noktasıdır”. 

Yüce Allah, adının bir oluşundaki güzelliğe binaen, insanları bir yaratıp birbirlerine kardeş kılmıştır. İşte yaratılıştaki bu umumî tevhid âhenginden dolayı, “Garibin sözleri birlik içindir/ Birlik içinde dirlik içindir”. Birlik yörüngesinden çıkan her söz, dirliği bozacağı için fitnenin ta kendisidir.

Son söz

Sonuç olarak Garip, daha macerasının başında, “Gönlüm hep seni arıyor, neredesin sen?” diye aradığı dilberi önce Leyla olarak bulup yitirir ve yaşadığı hüsrandan dolayı meşakkatli bir yolculuğa çıkar. Bu yolculuk sonunda kendini bulur ve kendini bulunca da aradığının kendini arayan olduğunu anlar. Bu yeni idrak ile bakınca açılan zülüfler arasındaki cemâli, yayılıp kuşatan çokluk içindeki birliği görür. Bu yeni nazarla âlemi uçsuz bucaksız bir “şan ova”, bütün hayatını da o ovada bir ceylan gibi görür. Ancak bu ovada o ceylana rahat yoktur. Zira haris avcılar, av almaya alışkın tazılarla onu kovalamakta, yar ve yavrusundan ayrı düşürmektedirler. 

Garip, bu vizyon içinde birdenbire, “İnsan geldik dünyaya/ Biz niye garip olduk?” sualinin cevabını da bulur. Anlar ki, sıla zannettiği bu yer, onun itilip kakıldığı bir gurbet imiş. Meğer bu âlemde hancı değil, yolcu imiş. 

Bu idrakle dünyayı hakikî renginde gören Garip yolcuya sıla, artık Kırşehri (Kırşehir) değil, “pir şehri”dir. Uzaklardan gelip vatan diye sinesine yaslandığı dağ, Çiçekdağı yahut Dinekdağı değil, “Gönül dağı”dır. Garip anlar ki, vatan bellediği “dağlar perdedir arada”. Yine anlar ki, ona arız olan darlık hissi, bu dağların yar ile arasına perde çekmesinden dolayıdır. Meğer “sır” dediği de, Leyla bildiği de, gurbet sandığı da farklı farklı perdelermiş. Bu noktada söz saza intikal eder ve sazın perdeleri, Mevlâna’nın neyi gibi varlık ve darlığın perdelerini yırtarak Garip’in can özünde yeni bir lisan peyda eder. 

Artık varlık perdesi yırtılmış, darlık zırhı delinmiş ve yar ile gönül dağında halvete girilmiştir. Onun “Gönül dağı” dediğine Mevlâna “kamışlık”, Sühreverdi “has bahçe”, Yunus Emre “Nur dağı” demişti. Arifler lisanında ses farklı olsa da mânâ daima birdir. Garip, asıl yurdu olan “Gönül dağı”nda cananı tenha bulmuş ve yar ile konuşmanın dili olan sine yaralayıcı gizli dili çözmüştür. Asıl yurdu bu dünya sananlara söyleyecek tek sözü vardır: “Hep yolcuyuz, böyle geldik gideriz/ Dünya senin vatanın mı, yurdun mu?”