Gönül çerağım

Dağlardan kar getirip vermedim mi eline?/ Görür görmez eritip sürmedin mi diline?

“AŞK, duru bir su gibidir. Avuçlarından buharlaşıp gittiğinde ‘kaybolduğunu’ sananlar, kendilerine sağanak sağanak yağan, yüreklerinde sevdâlar yeşerten damlalardan bîhaberdirler.”
Her şey duvardaki yazıya gözleri ilişince başladı. Yazanların, okuyanların var olduğu bir dünyada, baktığı hâlde gör(e)meyenlere içerledi ve küçük bir sitem etti:“Bîhaber olmak ne kötü!” Oysa görmek, anlamanın çoğunluğunu teşkil ediyordu...

Ayışığı hecelerle yüzleştiğinde zifirî bir gece vaktiydi. Kalemin eline, kelâmın diline yakıştığını işte o an keşfetmişti. Sabırsızlıkla gecenin bitmesini bekledi “Bizce”nin o uçsuz bucaksız yurduna götürsün diye. Karanlığı yırtan gözlerine, sessizliği bozan tılsımlı sözlerine ve gönlünde kordan helezonlar oluşturan hislerine işte bu birbirini takip eden kızıl gecelerde şahit olmuştu.

Her söze “Gözlerin” diye başlıyordu. Çünkü gözleri, berrak bir su damlasını andırıyor, kıvılcım misâli yanan içine akıyordu. Çölde serap görmeye eşdeğer değildi bu. Cihanı aydınlatan alevlere, gökten düşen ve tek bir damlası kâfi gelen yağmura benziyordu. Lâl kesilmiş diline sürülen, sanki kelâm merhemiydi. Her âna onu sığdırmak, nefesine alıp sarmak,avuçların içine bırakıp göğe yükseltmek, etrafa tebessüm gamzeleri fırlatmak ve beyaz düşlere dâvet ederek en uzaktakine en yakîni anlatmak, onu sevdiğini haykırmak pâyelerin en güzeliydi.

Ve dile geldi can

Gecelerde doldum; dolunayda, zemheri gecelerin girdabında… Sesim çıkmıyordu imdada yelteneyim, ruhuma üfledin, yetiştin imdada. Gözlerin değdi gözlerime evvelâ, üşüyen ellerime kondurdun titrek bir “Merhaba!”. Çıkar beni kıştan, uyandır beni can! Senli rüyalarımı geri ver, bağışla bana! Varlığın kıymetini bilmeyene yokluğun zindan olur. Nefessiz kalırsam bir gün, rüyâlarına al, can ver tıpkı eskisi gibi!

Sessizliğine hıçkırık kusuyorum gecenin bir vakti, duyuyor musun? Kaç gecedir bu hâldeyim, biliyor musun? Zamana inat akıyorum, görüyor musun? Söyledim söyledim de, inanıyor musun? İçimde ne acılar birikti, yoksa sen ağlıyor musun? Bir yangında büyüse de hasretim, tek damla harcamadım gözlerimden ziyâde. Gözlerim ki, kuytu gecelerde su çektiler kör kuyulardan. Ne alevler söndü, ne hasretim dindi. Oysa hep sanaydı gözlerimin çabası ve hep seni görmeye adanmıştı ışk. Geceler ki, zemheride, sensizlik ve sessizlik güftesinde… Yoksa uyuyor musun?

“Beni sensiz koma!”

Bütün susuşlarının kefâretini içten içe yayılan haykırışları ödüyordu. Nerede, ne kadar ölgün kelime varsa onlarla hece kuruyor, can veriyordu çoğalan satırlara. Yazıp haber vermediği zamanlara sitem yağdırırken en mâsumundan, varlığıyla dolu vakitleri kutsuyor ve duâlar debdebesinde bayram takıları ile süslüyordu her yanını ve çocuklar gibi şen oluyordu. Bütün cümlelerin sonuna ise nokta yerine son hatırlatışı konduruyordu:“Beni sensiz koma!”

Gökyüzü şiirleri
Burayı da seviyorum can! Senin olduğun her yeri seviyorum. Ne zaman sana ulaşmaya kalksam -ki “hiç” gitmemişken sağımdan, solumdan, aklımdan ve içimden- fethe ramak kala kaybediyorum her kaleyi sanki. Kaybettikçe yeni fetihlere yelken açıyor kanatlarım. Gücümü senden alan dirilişle, soluğunu hissedercesine yeniden şahlanıyor gökyüzü şiirleri küheylan misâli.

Haydi gözlerim, ıslatın bedenimi! Kendimden başlamalıyım ıslanmaya ve ıslatmaya. Daraldığın dertlerin üzerlerini karalayayım. Haydi dalga dalga serinlik sun gönül çerağıma! Tenhalardan çıkar! İbrahim'i serinleten gül bağıma… Ninniler, destanlar fısılda kulağıma! Mûsâları kurtaran kıyılar göster bana! “Bir gömlek misâli sürül gözlerime, zindanlığımdan azâd olayım…” Kan kırmızısı, Yûsufçuk kokulu gömlekler giydir…

“Bir duysam” diyorum belli belirsiz vakitlerde; öpücükler kondursam kelâmla alnının tam orta yerine bir imlâ gibi. Bir... Üç... Beş… Sekiz… Yirmi sekiz… Ve sonun sonundaki…Sonsuzluğa ulaştıran harfler îcâd ediyor kalemim. Seni yapıştırıyorum dilime. Seni anlatıyorum yine kendime. Sesinle uçarken sessizliğinde kırılıyor kanatlarım, iniyor yelkenlerim; seni dinliyorum “kendi sesimden”.

Sonra…

Onlarca renk içinden narçiçeğine, kırmızı güller içinden maviye, benlikten “hiç”e, gündüzün debdebeli kalabalığından gecenin tenhalığına talip olup Bir’e sığındılar. Biri kuyuda, diğeri kuyu başındaydı. Biri “Etme!” derken, diğeri “Gitme!” diyordu. Ne kuyudakinin ümidi tükendi, ne de kuyu başındaki terk edip gitti.

Sırf bu yüzden “Hece ile Gece’yi Buluşturan”a binler, hatta milyonlar adedince şükrettiler.

Yokluğuna ağıt yakarken harflerim, seni aramaktaydı ıslak gözlerim. Ve en sevdiğim şeydi “gözlerini gözlerimle buluşturmak”. Şimdi yangından mal kaçırır gibi kaçınıyorum görme, bilme, duyma ve üzülme diye. Oysa yokluğunaydı tüm dökülenler; düşerken de silerken de nazlıydı. Alışmıştım varlığına, sesine, bakışına, izine, hatta gizlenişine ve sessizliğine. Ama alışamadım gidişine, kayboluşuna. Bir gün çıkar, gelirsin diye ümit ettim, bekledim, bekliyorum, bekleyeceğim de…

Sustu zaman, sustu yıldızlar

Yine gideceksin, biliyorum. Bir yudumluk bile bakmayacaksın gözlerime. Çayının şekerini bile karıştırmadan gideceksin, tadı kalmasın diye hiçbir şeyin. “Sonra susacak gece… Sustu zaman, sustu yıldızlar ve inadına parçalanan yalnızlığım…”

Susmak yetmiyor. Konuştuğum sesler kovalıyor dörtnala. Hiç hatırlamadığım sözlere dokunuyorum âniden. Sonra dönüp, “Bunu ben mi demişim?” dercesine yabancılaşıyorum kendime. Ve susuyorum “Gitmek lâzım buralardan!” diyerek. İster usulca, ister koşar adım, dur durak bilmeden “emin bir yurda” doğru… Aşalım dağları, deryâları, gidip kalalım ve o efsunî coşkuyu içimize çekelim. Yol başlarında bekleyen kılavuzlar bulalım. Balığın karnında sabrı öğrenelim, yara bereye aldırış etmeden kurtçuklara şükredelim. Yasak meyvelere dokunmadan, kuyulara, ateşlere atılmadan gidelim. Krallığı, sultanlığı istemeden, kulluğa talip olarak Sultan'a varalım. Gidelim! Buralara değecek bir yere gidelim! Bir’e kavuşalım! Haydi, yolumuz da, bahtımız da açık olsun!

Uyku önünde uzun kuyruklar ovuşturuyor gözlerim. Gözlerim ki, yarım asırlık heyecana girift... Ellerimde taze ekmekten kalma sıcaklık; kimi aç, kimi muhtaç… Beni kim doyuracak? Telvesiz fallardan geçiyor yollarım, tarifsizim. Şaha kalkıyor takati kesilen ayaklarım. Ayaklarım ki, bir hududa doğru koşturuyor. Kimi uğurluyor, kimi karşılıyor… Beni kim saracak? Ölüm soğuğu kaplıyor her yanımı ve buz kesiyor tenim. Lapa lapa kar yağarken hayâllerime, ben beyazlıyorum. Kimi kardan adam yapacak, kimi gözlerine kömür takacak… Bana kim bakacak?
“Gitmek lâzım buralardan!”

En son bir tohum gibi toprağa düşeyim. Bana en güzel ninnileri söyle Fâtihâ’yla karışık! Üzerime sen kokulu mavi çiçekler ek! Mora büründür beni mora, sana benzeyen... Filizlenip başak salayım. Sümbül olayım yahut menekşe. Kokunu vereyim bizi seyre dalanlara. Kimi Leylâ’sı, kimi anası babası için koparsın beni. Ve bu hâl hiç bitmesin! El sallama, öylece ayrıl başucumdan! “Allah’ım, ona iyi bak!”