BİR ülkenin beşerî
değeri, yetiştirdiği insanları kadardır. Yani yazarları, sanatçıları,
müzisyenleri, mimarları, bilim insanları... Yani önce kendi toplumuna, sonra da
insanlığa, medeniyete kattıkları kadardır. Çağın en büyük yalanı da diploma,
fert başına düşen şu kadar dolar yüksek gelir, gökdelenler vesaire…
Ve
bir soru daha: İnsanoğlu “neden” yazar? Ve ardından ikinci soru: “Neresinden”
yazar? Zihninden mi, aklından mı, hafızasından mı?
Kitaplarının
sayısını kendisi de unutan, belgesellerinin sayısını kendisi de bilmeyen,
yaptığı, yönettiği televizyon programlarını kendisi de hatırlamayan Sadık
Yalsızuçanlar, neden, nereden, neresinden yazar, çeker, konuşur?
Hemen
söyleyelim: Gönülden, gönlünden, gönlünce...
O
bir gönül hastası, o bir gönül ustası, o bir gönül işçisidir zira. Güle
sevdalıdır. Yaptığı da gül alıp gül satmaktır; kokladıklarını da bize
koklatmaktadır eserlerinde…
O
bizim çağdaş Mevlâna’mız, çağdaş Yûnus’umuzdur. Nitekim medeniyetimizin iki
büyük zirvesine ait “Dün, dünde kaldı cancağızım/ Bugün yeni şeyler söylemek
lâzım”ın birebir uygulayıcısı, “Gelin tanış olalım/ İşi kolay kılalım/ Sevelim,
sevilelim/ Dünya kimseye kalmaz”ın birebir yaşatıcısıdır.
Malatya
doğumlu, Ankara yaşamlı, İstanbul odaklıdır ya, bakmayın siz onun hayatının şehirlerine,
Sadık Yalsızuçanlar, şehirlerin ve şiirlerin, ırkların ve dillerin, asırların ve
çağların, zamanların ve mekânların dışında, üstünde, fevkinde bir âdemdir. Kâh
bu çağdadır, kâh Asr-ı Saadet’te; kâh Mekke’dedir, kâh tekkede; kâh
Prizren’dedir, kâh Horasan’da… Bir akşam Yesevî’nin misafiridir, bir başka
akşam Demir Baba’nın; Hacı Bayram’a, Hacı Bektaş’a uğramasa, Fuzulî’yle, Bakî’yle
söyleşmese yaşayamaz.
Esmerliği
Anadoluluğundan gelir, alnının aklığı Rumeli sevdâsından. Göçtüğümüz Orta Asya
kültürüne de, seksen bir ilin kültürüne de, Balkanlardaki ayak ve ruh
izlerimize de aynı ölçüde vâkıftır.
İçi
dışı bir az insan tanıdım yarım asırlık hayatımda; bana “İçi dışı bir dost
söyle” deseniz, tartışmasız ilk aklıma gelecek olanlardandır.
Tasavvufa
hem “içeriden”, hem de “dışarıdan” bakabilmeyi başarmış ender fanilerdendir.
Bildikleri ve yaşadıkları “bir”dir onun.
Kâh
bu dünyadadır, kâh ötelerde; kâh dündedir, kâh yarında; kâh surettedir, kâh
sîrette; binde “bir”i yakalar, “bir”den bine uzanır.
Lâledir,
güldür, gülizârdır, gülistandır onun eserleri.
Sevilmesi
de, okunması da, ödüllendirilmesi de hep bundandır.
O,
Türk-İslâm Medeniyeti’nin “sadık” bir sevdâlısı, o bin yıllık Anadolu
kültürünün “sadık” bir yaşatıcısı, o bin beş yüzyıllık bir gönül medeniyetinin
“sadık” bir aktarıcısıdır kelime kelime, cümle cümle, kitap kitap, hikâye
hikâye, roman roman, belgesel belgesel…
“İsimlerimizden
nasibimiz vardır” der kadim bir görüş, el-hak doğrudur, inanırım; Sadık Yalsızuçanlar,
kadim bir medeniyetin “sadık bir sevdâlısı”dır hiç kuşku yok ki…
Yirmi
birinci asrın ilk çeyreğini yaşadığımız şu günlerde, örgün ve yaygın eğitim
sonucu maşallah herkes allâme; bilgi kolay, bilgi ucuz, bilgi yaygın… Ülkelerin
şimdilerde yüz binlerce profesörü, milyonlarca doktoru, mühendisi, öğretmeni
var. Herkes her şeyi bilir oldu zahir; “Bilgi çağındayız, bilim çağındayız”
böbürlenmeleri de cabası… On yaşlarında ilkokulu bitiren çocuğumuz, Yûnus
Emre’den fazla “bilgi”ye sahip. Ama dünya en büyük savaşları, en büyük
katliamları, en büyük zulümleri bu çağda görüyor. Zira “bilgisi çok ama irfanı
az” bir çağın çocuklarıyız. En büyük ihtiyacımız, “bilgi ile gönlü birleştiren
arifler” değil midir?
Sadık
Yalsızuçanlar, bilgi ile sevgiyi tevhid etmiş, tevlid etmiş, teçhiz etmiş
çağdaş ariflerimizdendir işte!
Çağdaş
Horasan erenimizdir o bizim!
Anadolu
ve Rumeli erenlerini de isim isim, menkıbe menkıbe, türbe türbe araştırmış ve
günümüze aktarmıştır.
O
bir edep, saygı, sevgi abidesidir âdeta.
Mütebessim
bir çehreyle bakar, mütevazı bir yürüyüşle yürür, mütekâmil bir edayla konuşur
daima.
Yoksulların,
yoksunların, yoklukların safında yer tutmuştur her zaman.
Makâm
mansıp, para pul, şan şöhretle hiç alâkası olmamıştır bu kadar meşhurluğuna
rağmen.
Kırklar
Sofrası’nın müdavimlerindendir.
Şimdilerde
her gün bir şehirde ders verirken, her hafta bir iki kanalda program yaparken,
her yıl birkaç kitap yayımlarken görenler şunu iyi bilmeliler ki, onun bilinmek,
tanınmak, kazanmak derdi yoktur; aksine talep edilen yere gider, aranan yerde
bulunur, dinlenen yerde konuşur. Derdi hakkı, hakikati söylemektir yumuşacık,
yalın, sade bir üslûpla. Türkçesi analarımızın, atalarımızın, Anadolu'nun
Türkçesidir; berrak, canlı, derin…
O
çektikleri, yazdıkları ve anlattıklarıyla geleceğimizi oluşturuyor adım adım.
Çağdaş
bir derviş, çağdaş bir ermiş, çağdaş bir bilmişimizdir o.
Edebiyatımızın
modern dervişi…
Gönlüyle
yazdıkları yarışan adam…
Yaraşan
adam…
Yakışan
adam…