Gölgeymiş acı

Başını kaldırıp Mümtaz’ın gözlerinin içine baktı Salim Bey. İşte ancak o zaman gördü Mümtaz’ın yüreğinin acısının gözlerinde duman duman tüttüğünü ve o gözlerin istese de acıdan başka bir şey göremeyecek olduğunu…

“TABANDAN tavana, evin her tarafını dolduran bağırtılara aldırış etmedi önceleri çocuk. Aşağı yukarı ayda bir yaşardı bu vakıayı. Babası sinirle ağzından köpükler saçarak bağırır, annesi de cılız sesiyle ona cevap vermeye çalışırdı. Bu tartışmaların hepsi de babası sarhoşken olurdu. İçkinin de etkisiyle ne dediği tam anlaşılmayan babasıyla ona haksız olduğunu anlatmaya çalışan annesinin kavgaları neredeyse sıradan, olağan bir hal almıştı. Ama o son gün çıkan tartışma Kadir’i öyle bir hayatın girdabına çekti ki, sadece anne babasının acısıyla değil, bütün çocukların acısıyla baş etmek zorunda kaldı bir ömür boyu…

Henüz 12 yaşında ilkokul (o zamanlar böyle deniyordu) beşinci sınıf öğrencisi olan Kadir için, o sabah uyandığında olağandışı bir şey yoktu. Hatta az sonra başlayacak olan annesi ile akşamdan kalma babası arasındaki tartışma bile ona sıradan gelmişti. Ama mutfaktan canhıraş fırlarken eşiğe takılıp yere kapaklanan annesi ile peşinden elinde bıçakla kadının üzerine çullanan babasını gördüğünde, durumun her zamankinden farklı olacağını hissetmişti. Babasını bir elinde kocaman bir ekmek bıçağı, diğer elinde çaydanlıkla bugüne kadar hiç görmemişti çünkü.

Öyle korkup irkilmişti ki Kadir, bir anda buz kesmişti her yanı, tir tir titremeye başlamıştı. Ne yapacağını şaşırmış durumdaydı. Ağlayarak bir odadan diğerine koşup duruyor, bir yardımcı arıyordu sanki. Dış kapıya koştu sonra, avazı çıktığı kadar bağırdı; sesi de kolları gibi cılız ve güçsüzdü. Sesini kimseye duyuramadı. Tekrar döndü içeriye. Bir ara babasını annesinin üzerinden almaya yeltendiyse de o cılız, güçsüz kollarıyla başaramadı. Yerde yalvararak çırpınan, “Yardım et oğlum!” der gibi bakan annesinin çaresizliğine şahit oluyordu gözüyle, kalbiyle. Kocasına yalvaran kadın ise sonunun geldiğini hissetmiş gibiydi. Adam diziyle kadının göğsüne bastırmış…”

“Gündüz iş yorgunluğu, gece yol yorgunluğu derken, Hüseyin’in gözleri iyiden iyiye ağırlaşmıştı. Üzerine yeni doğan güneşin arabanın ön camına vuran ışığı da eklenince, Hüseyin’in gözleri bir açılır, bir kapanır olmuştu. Uyku bunaltmıştı, ama hepi topu bir saatlik yolu kalmıştı, “Dayanırım” diye düşünüyordu. Arabayı bir kenara çekip uyumaya değmezdi.

O esnada birden karşısına çıkan kamyonun tehlikeli gelişini fark edip selektör yapmaya başladı. Tam kurtulduğunu sandığı anda hızla üzerine gelen kamyonun burnu, arabanın arka sol tamponuna dokunmuştu. Bu dokunmayla birlikte hızın da etkisiyle yola savrulan araç, önce kendi etrafında bir iki tur attıktan sonra şarampole doğru kaydı, sonra taklalar atmaya başladı. Birkaç takla attıktan sonra yanı üzerine durdu.

İlk taklada arabadan uzağa fırlayarak şarampole düşen Hüseyin kurtulmuştu. Bir müddet şok halinde kalıp kendine geldiğinde yan yatmış arabanın yanına koştu. Eşi de, çocukları da arabada yoktu. Telaşla arabanın etrafında dönmeye başlayan Hüseyin’in, bir anda gördüğü dehşet karşısında aklı başından gitti. Bir babanın hayatta görebileceği en korkunç manzaraydı bu. Hüseyin bu manzaraya şahit olacağına milyonlarca kez ölmeyi yeğlerdi. Çocuklarının yarı bedeni…”

“Kadın dağ gibi çamaşırları yanına yığmıştı. Akşam olmadan bitmesi gerekiyordu; çünkü akşam da yapılacak bir yığın iş vardı. Kadın bir yandan maşrapayla çamaşırları ıslatıyor, bir yandan tokaçla vurarak kirlerini akıtmaya çalışıyordu. Arkasını su kaynattığı kocaman bulgur kazanına dönmüş, var gücüyle çamaşırları çitiliyor, sonra sıkıyordu. Öyle dalmıştı ki, “Anne!” diye seslenen ve henüz yürümeye yeni başlamış çocuğunu duymadı bile.

Gülizar’ın ilk çocuğuydu Ayşe. Ayşe’yi görümcesine emanet edip başlamıştı çamaşıra. O nedenle de emindi. Ama Ayşe’yi uyutmaya çalışırken görümcesinin uyuduğundan ve çocuğun yarı emekleyip yarı yürüyerek dışarı çıktığından haberi yoktu.

Ayşe, ağzında emziği, annesinin arkasında sessizce duruyor, kendisini fark etmesini bekliyordu. Gülizar’ın, kızı Ayşe’yi fark etmesi ise ancak acı bir çığlıkla mümkün olacaktı.

Ayşe’nin küçücük bedenini bulgur kazanından…”

“Soytarı Cemil, Aziz ve İlker, kurdukları planın aksamaması için birbirlerini sıkı sıkıya tembihlediler. Yaptıkları işin sonunun nereye varacağını tam olarak kestiremeyecek kadar cahillerdi. Bu cahillikleri onları cesaretlendirmişti; işleyecekleri suçun asla ortaya çıkmayacağını düşünüyorlardı. Sözde mükemmel bir plan yapmışlardı. Yusuf’la arkadaş olan Aziz, Yusuf’u akşam bir bahaneyle depoya çağıracaktı. Daha önceden depoya saklanan Soytarı Cemil ile İlker de Yusuf’un işini bitireceklerdi.

Yusuf, hiçbir şeyden habersiz şekilde o akşam Aziz’lerin inşaat malzemeleri koydukları depoya geldi. Selam vererek girdi içeriye. “Hangi malzemeler taşınacak?” demeye kalmadan boynuna aldığı ağır bir darbeyle kendinden geçti. Sonra ellerini, ayaklarını ve ağzını bağlayıp arabaya taşıdılar. Benzin bidonunu da yanlarına almayı unutmadılar. Şehrin dışına çıkan araba, ağaçlıklı bir alanda durdu. Üç arkadaş Yusuf’u arabanın önündeki aydınlığa taşıyıp sırt üstü yere yatırdı. Ellerini ve ayaklarını kıpırdatamayan Yusuf, benzinle ıslanmış bedeni ve boğazında derinden bir iz bırakan bıçağın acısıyla…”

Ertesi gün bir türlü tamamlayamadığı öykü taslaklarını getirip derginin sahibi Salim Bey’in masasına bıraktı Mümtaz. Üzerine de kısa bir not iliştirdi: “Abi kusura bakma, galiba yazamayacağım. Denedim ama olmadı. Selamlar…”

Derginin ofisine geldiğinde yarım kalmış onlarca öyküden oluşmuş dosyayı ve üzerindeki notu gören Salim Bey, telefonla ulaşmaya çalıştı Mümtaz’a. Telefonla ulaşamayınca da mesaj göndermeye başladı.

Mümtaz mesajları aldığında, bir kafede Salim Abi’sine verdiği sözü yerine getirememenin de sıkıntısıyla çayını yudumluyordu. Salim Bey’le iki yıl önce üniversiteden bir arkadaşının vesilesiyle tanışmıştı Mümtaz. “Genç arkadaşlardan oluşan bir kadroyla yeni bir edebiyat dergisi çıkarmak istiyorum, sen de yazar mısın?” dediğinde oldukça heyecanlanmıştı doğrusu, ama işin psikolojisini ve yazmakta bu kadar zorlanacağını tahmin etmemişti Mümtaz. Başladığı bütün öyküler birkaç paragraftan öteye gidememiş, hepsini de yarım bırakmak zorunda kalmıştı.

Başı ve sonu olmayan, sürekli birbirini çoğaltan sonsuz bir acının içinde gibi hissediyordu Mümtaz yazarken kendini. Hangi öyküye başlasa, yüreğinde dünyadan büyük yaralar açılmış bir çocuğun acısı gelip oturuyordu gözlerine. Bu yüzden de devam edemiyordu. Her kahramanda başkasının değil, sanki kendi acısına dokunuyor, kendi yarasını kanatıyor gibi oluyordu. Öykülerle birlikte sonsuz bir uçurumdan aşağıya düşüyor, yangınların içinden geçiyor gibi hissediyordu. Yazdığı her cümle, lime lime edip yüreğini eline tutuşturuyordu Mümtaz’ın.

Art arda kaç çay içtiğinin, kaç sigara söndürdüğünün farkında değildi Mümtaz. Salim Bey’in ısrarlı mesajları sonucu gidip her şeyi anlatmaya karar verdi. “Başka türlü kurtulamayacağım bu işten anlaşılan” diyerek tuttu ofisin yolunu.

İçeri girdi, selam verdi. Meraklı gözlerde süzdü Mümtaz’ı Salim Bey selam alırken. Bu bakışın aynı zamanda soru içeren ve cevap bekleyen bir bakış olduğunu anlamıştı Mümtaz. Koltuğa oturduktan sonra ilk konuşan kendisi oldu: “Abi sana gerçeği anlatmak istiyorum…” Daha da meraklanmıştı Salim Bey: “Gerçeği mi, ne gerçeği?” “Abi, benim adım Mümtaz değil!”

“Senin adın Mümtaz değil mi?” dedi gözlerini kısarak Salim Bey. Adının farklı olmasıyla öykülerin yarım kalmasının arasında nasıl bir bağ olduğunu bir an önce öğrenmek istiyordu. “Hemen söyle!” der gibi salladı başını Salim Bey. “Abi, Mümtaz, rahmetli dedemin adıydı. Ben koydum bu adı kendime. Ben Kadir’im” dedi Mümtaz.

Bu cümleyi duyduğunda elinde öykü taslaklarıyla kalakalan Salim Bey’in gözleri “Kadir”i buldu anında ilk öykünün içinde. Kanlı bıçağı gördü önce, sonra çocuğun annesinin kan gölü içinde feryat eden çaresizliğini, çığlıklarının sonunda soluksuz kalan bedenini, en sonunda da çocuğun, babasının boşlukta sallanan bedenini… 

Başını kaldırıp Mümtaz’ın gözlerinin içine baktı Salim Bey. İşte ancak o zaman gördü Mümtaz’ın yüreğinin acısının gözlerinde duman duman tüttüğünü ve o gözlerin istese de acıdan başka bir şey göremeyecek olduğunu…