1984’ün Ağustos ayı… Henüz dört yaşında bir çocuk… Oturdukları mahalle, anlam veremediği bir kargaşayı ağırlıyor. Evin içinde tanıdığı tanımadığı bir dolu yüz, öbek öbek dağılmış tüm köşelere. Bir mırıltı hâkim, kimin ne söylediği anlaşılmıyor. Kimi hıçkırıklara boğulmuş ağlıyor, kimileri ağlayanların sırtını sıvazlıyor. Oysa sabah bir bayram havası vardı. İki üç gün önceden başlayan hazırlıklar, annesinin heyecanı, kardeşlerinin sabırsız bekleyişi... Ne olmuştu da birden evin atmosferi, hatta sokağın hâlet-i ruhiyesi değişmişti?
Annesini arıyor gözleri fakat bulamıyor. Çaresiz, kalabalığın arasından sıyrılıp çatı katının balkonuna atıyor kendini. Balkonun ahşap parmaklıklarına abanıp pürdikkat seyre dalıyor mahalleyi. Çaresiz gözerlerle tanıdık bir yüz arıyor. Fakat kapının önündeki iki varil ve üstündeki tahta kutu çekiyor dikkatini. “Ne var o kutunun içinde? Etrafındaki kalabalık neden?” diye düşünürken, bir sesle irkiliyor çocuk: “Gel, son bir kez gör babanı!”
Babasını ankesörlü telefonun içinde zanneden çocuk aklı, annesinin de orada olabileceğini tahayyül etti ve hiç itiraz etmedi. Kendisine kollarını açan kadının kucağında hızla indiler merdivenlerden. Annesi ne zaman babasıyla konuşacak olsa sokağın başındaki telefon kulübesine giderlerdi. Tıpkı o kadın gibi kollarını aralar, sımsıkı sarmalar, kendi içinde biriktirdiği ve lisana dökemediği ne varsa her bir çocuğuna ayrı ayrı tembihlerdi.
Tahta kutuya doğru götürdü kadın çocuğu, “Son bir kez görsün” dedi. “O kutunun içinde değil babam, telefon kulübesine gidelim” diye hıçkırıklara boğulan çocuğa, “Bak, baban! İyi bak! Bir daha asla göremeyeceksin” dediler. Telefon ahizesinden gelen o sıcacık sesten eser yoktu, buz gibi bembeyaz uyuyan bir adamı “Baban!” diye göstermişlerdi. Oysa o, hiç öyle hayâl etmemişti.
Zaman işçisi, gurbetin bekçisi, vuslatın habercisiydi; yine yeniden çıktığı sayısız yolcuğun en son seferinde idi babası. Hayat bu, kimi bedeniyle tanış olur, varken çeker özlemini; kimi ruhuyla tanış olur bir fotoğraf karesinde seyrederken resmini. Yaşadığı her olumsuzlukta 10’a 15 ölçüsündeki kâğıdın içinden bakan, bir çift gözden güç devşirip hiç bilmediği baba kavramının hayâlinde dirilir. İnsanız nihayetinde, katettiğimiz yaşam yolculuğunda yolda karşılaştıklarımız da oluyor, hiç karşılamadan yitirdiklerimiz de.
Hakkıyla söyleyemediği, birbirini tekrar eden hepi topu iki hecelik bir kelimeden ibaretti “baba” onun için. Fakat bu mefhumun mânâsına dahi varmadan neydi yüreğini burkan, yaralı ceylan gibi bakan gözlerine yerleşen hüznün sebebi? Evlilik hayatı boyunca doyamadığı eşini kaybeden annesinin, hayatın bütün yükünü omuzlarına bırakan kocasına duyduğu sevgisinin yanı sıra öfke ve kızgınlığının yavrularına yansıması mıydı? Yıllarca evlerinin önünden hiç eksik olmayan ambulans ve annesinin her sinir krizi geçirdiğinde apar topar götürülmesi miydi? “O da bir tahta kutu içinde dönecek” düşüncesiyle iki büklüm olmuş hayâllerinin ruhu talan edilmiş çaresizliği miydi? İnsan tek ömürlük hayatında annesini kaç kere kaybedebilirdi?
Bu gibi zamanlarda daha bir öksüz olur, daha da özlem çökerdi yüreğine. “Keşke babam olsaydı” cümlesi ile hiç tanımadığı bir adama duyduğu özlem büyürdü gönlünde. Nasıl güzel bir cümle: “Baba çınar gibidir, meyvesi olmasa da gölgesi yeter.” O ağaçtan, gölgesinden, gövdesinden beslenmek, ne zaman ihtiyacın olsa yanında olacağının teminatını veren bakışlardan güç devşirmek, omuzunda, görünmeyen fakat hiç eksik olmayan bir elin olduğunu bilmek ne muazzam bir duygu olsa gerek. Çevresel desteklerin iyi olması (anneanne, babaanne, hala, dayı, amca) ruhsal açıdan ona iyi gelse de arkadaşlarının babalarıyla olan paylaşımlarını gözlemledikçe belki biraz kıskanır, hırçınlaşır, zaman zaman içine kapanırdı. Dalından koparılmış da suya bırakılmış bir çiçek gibi her an solmaya ve yapraklarını dökmeye hazır, kırılgan olur, hassaslaşırdı.
Tam olarak anlamlandıramasa da o yaşlarda babanın ne olduğunu zamanla büyüdükçe anlıyor. Sokakta top oynarken, akşam üzeri işten gelen babasının bacaklarına dolanan, topunu alıp babasıyla tek kale maç yapan çocuklardan öğreniyordu “baba” kavramını. Omuzları büyüdükçe ağırlığı da artıyordu bu yoksunluğun…
Her yıl Ağustos ayında, evlerinin bahçesinde bir araya gelen konu komşu ve akrabalardan oluşan, annesinin daveti üzere toplanan yakınları, babasının ruhuna Yasinler, Fatihalar okurdu. Kendisine şefkat ve merhametle yaklaşan, fakat farkında olmadan canını acıtan, babasızlığını daha çok hissettiren bakışlarla onu sarıp sarmalamak isteyen yakınlarının “Yazık! Çok küçük yaşta babasız kaldı” diye fısıldamaları, kendi çocuğunu severken acıyarak bakan gözleri dikkatinden kaçmaz, kendisinin ömür boyu güçsüz, savunmasız ve korunaksız olacağını düşünürdü. İşte bu sebepten her yıl Ağustos ayında, ruhunda oluşan zemheri gölgesini dahi üşütür, cemalinden ise kaygının portresi hiç eksik olmazdı…
Zaman akıyor, o da büyüyordu. Herkes gibi yaşamın kendisine biçtiği rolü şartsız ve koşulsuz kabullenmiş hâlde yaşıyordu yaşamasına da kalbinden sızan uğultulara kulaklarını tıkarcasına, içinde çağlayan nehrin taşan damlalarını saklarcasına, kendisiyle arasına bir çizgi çekip gülmeye, ağlamaya, hatta kahkaha atmaya bile direniyordu.
Bir kalemle kanal açıp yüreğine, korkularını, kaygılarını, hayâllerini kâğıdın göğsüne yasladığı harflerle anlatırdı babasına. Yazdığı mektupları göndereceği bir adres olmadığından, duvarda asılı bir fotoğraf karesine yine kendi okurdu. Babası ile arasında geçen muhabbete kimseler şahitlik etsin istemez, “Bu alan benim!” dercesine telli çitler örerdi etrafına. Harf harf “yas”landığı babasının bağrından başını kaldırır, yazdığı tüm mektupları tek tek imha eder, yüreğinin üzerine “Olay Yeri-Girilmez” şeridi çekerdi adeta. Ki o şerit, nasıl da şifalı bir yara bandıydı yüreğinde açacak çiçeklerin tohumlarını besleyen…
Farkında değildi belki ama yazdığı her mektup nefes aldırırdı ona. Dışarıdan gelen tüm sesleri kapatır, kendi sesine kulak verirdi. Kimselere aşikâr edemediği duygu ve düşüncelerini rahatlıkla ifade eder, yaşadığı tüm olumsuz hissiyat hafifler, zihnindeki ağırlıklarını yitirirdi. Mektuplarla başlayan bu yazma eylem, onun için çölde kalmış su arayan birinin susuzluk iştiyakını gidermek gibiydi. Yazdıkça yüreğinin çoraklaşmış köşelerinde boy boy umut filizleniyor, çoğalıyordu. Peki, şimdi ne mi yapıyor? Gölgesiz bir çınarın yavrusuydu fakat hayat kendini yeniliyor, zaman ise akıp gidiyor. İsmini zikretmediğimiz kahramanımız ise şimdi üç yavrusuna gölgelik ediyor.
Bu yaşadığı masallar kadar gerçek olmasa da kalplerde yaşananların, masallardakinden daha yüce ve öte bir gerçek olduğunun altını her daim çiziyor. “Zaman zaman kalbim sızlasa da dikiş yerlerinden, şimdiki ben olamaz, her şeye rağmen ayakta kalmanın, yıkılmamanın hazzını yaşayamazdım” diyor. Yüreğinde yer verdiği kalabalıktan, gönül bahçesindeki çiçeklerden bahsederken, “Sevgisini, içtenliğini iliklerime kadar hissettiren, içimin kütüphanelerini kelimeleri ile donatan, masumiyetiyle masalsı bir dünya inşâ edebilmenin gayretine düşüren, içimdeki çocuğu büyütmeyen çiçekler deriyorum” diye ekliyor.
Hayat, bize kattıkları ve aldıklarıyla devam ediyor. Bir fidanken büyüyen, büyürken gövdesi yosun tutan ağaçlar misali, yaşadığımız olumlu-olumsuz duygular kalbimizde ve zihnimizde izler bırakıyor. Bu izler sayesinde, kim bilir, belki de insan kendi özünü buluyor.