Gölgenin gölgesi

İnsan, gerçeklik algısını maddeye sıkı sıkıya bağladığı için varlığını maddeden ibaret görür. Bu nedenle maddeden kopma düşüncesi onda büyük bir korku ve endişe oluşturur. Kişiyi ölümden ürküten ve kaçma duygusunu oluşturan da bu yanlış gerçeklik algısıdır.

“BU varlık sandığımız, bir gölgenin gölgesi;/ Hakikatin, vatandan geliyor dinle sesi.”

İnsan, bu âlemde bir gölgedir. Gölge olduğunu unutup kendini hakikî varlık yerine koyması, onun en büyük dramıdır. Bu dram, o gafili çok büyük bir vehme götürür. Vehme düştüğü andan itibaren de sözde hakikat için amansız bir mücadeleye girişir. Savaşır, barışır, kazanır, kaybeder, çağlar açıp çağlar kapatır. Bir de bu yetmiyormuş gibi, kazancıyla övünüp yenilgisiyle yerin dibine girer. Oysa bunların hepsi gölgenin gölgesidir. Kişi gölge, tüm bunlarsa onun vehmi gölgeleri. Sayenin sayesini hakikat zanneden kişi, âlemde amansız bir gölge savaşına girişir.

İçinde bulunduğumuz âlem ve onu oluşturan her bir parça yalnızca hayâlden ibarettir. Âlemin bir zerresi hükmünde olan insanın nüvesi neredeyse bu hayâlhanenin tohumu, aslı, astarı da oradadır. Zira o da bizler gibi bir mahlûktur.

Kişinin hiçbir varlığında, hiçbir görüntüsünde, hiçbir döneminde karar ve temel yoktur. Çünkü o da tüm yaratılmışlar gibi izafidir. An gelir annesinin elinden tutup dolaşan bir çocuk olur, an gelir bastona düşmüş bir ihtiyar. Bu âlemden emanet olarak ne aldıysa zamanı gelince emaneti sahibine teslim edip âleme karışır gider.

“Gölgeler âleminde bir savaş vermekteyiz,/ Şimdi birer hayâlken hakikate döneceğiz.”

Gölgeler âleminde fuzuli bir savaş veren insanoğlu, her şeyin bir hayâlden ibaret olduğunu idrak ettiğinde bazen çok geç olabilir. Onca uğraşı, çabası, yelmesi yokluğa karışıp yok olur gider. Bu noktada tek ve biricik olan hakikat ise kişinin aslına, Hakk’a dönmesi, O’nda eriyip Onunla bir olmasıdır.

“Madem her şey yanılgı, nedir bu mücadele?/ Zaman atına binmiş gidiyoruz o ele.”

Bu âlemde sınırlı ve sayılı bir ömre sahibiz. Her geçen gün, tükenen her lahza kayıp hanemize mi, yoksa kazanç hanemize mi yazılacak, bu bizim elimizde. Yanılgıdan ibaret olan varlar için gereksiz ve yorucu bir mücadeleye girmeye kalkışırsak zaman atıyla çıktığımız yolda ya yaya kalırız ya da gideceğimiz ele varmak için yüzümüz kalmaz. Bu dramatik durumu yaşayan ve bize örnek oluşturacak olan birçok isim tarihe karışmış ve gölgenin gölgesinden dahi iz toz kalmamıştır.

“Hani nerde Firavun, nerde Nemrut ateşi?/ Hepimiz misafiriz, anla sen ey er kişi!”

Üzerinde durduğumuz konuda en önemli örneklerden biri Firavun’dur. O ki, gölge varlığıyla âlemi insanlara dar eden zalimlerdendir. Kendisini Hakk’a, doğruya, hakikate çağıran Hazreti Musa’ya nankörlük etmiş, verdiği sözden dönüp zulme kalkışmıştır. Elbette zulmedenlerin zulme uğrayacakları su götürmez bir gerçektir. Firavun’un gölge olduğunu unuttuğu beden cesedini de Kızıldeniz’in suları içine alıp yokluğa gark etmiştir. Ne gölgesi, ne de uğruna âlemi titrettiği gölgelerin gölgesinden iz toz kalmıştır.

Zulüm yoluna yoldaş olup devrinin daim olacağını sanan gafillerden bir diğeri de Nemrut’tur. Saltanatı ve şaşaası genişleyince kibir çukuruna düşmüş, heykellerini yaptırarak kavmine taptırmıştır. Kişi, bu gölgeler âleminde ne kadar gölgeye sahip olursa korkusu ve vehmi de o derece artar. Nemrut’ta da aynı durum vuku bulmuştur. Gördüğü bir rüyanın etkisiyle güç ve varlığını kaybetme endişesine düşmüştür. Bu nedenle dünyaya gelen bütün erkek çocukları öldürtmüş ve kadınların çocuk yapmalarına mâni olmuştur. Lâkin hesaplayamadığı bir durumdan ötürü Hazreti İbrahim dünyaya gelmiştir. Hazreti İbrahim’e yaptığı onca işkence ve onu ateşe attırması da sonucu değiştirmemiştir. Çünkü ateşin Sahibi yanmaya müsaade etmezse ateş dahi yakmaz olur. Nemrut’tan da geriye zulmü ve kötü namından gayrı bir şey kalmamıştır.

Pekâlâ, bu gölgeler âleminde kötüler gitti de iyiler kaldı mı? Kalmadı elbette. O yüce Mevlâna ki, bir “gayb atlısı” gibi uğrayıp geçti. Yüzü suyu hürmetine varlar, var edilen Hazreti Peygamber nerede? O da gitti. Beka yurdunda ümmeti için endişededir şimdi.

Biz de gideceğiz. Bindiğimiz zaman atı, bir gün gelecek bizi hakikî varlığımızın olduğu asıl yurdumuza yolcu edecek. Oraya vardığımızda Hakk’ı bulup bu âlemdeki varlığımızı terk edeceğiz.

“Gördüğün bunca hayâl, Hakk bağından işaret;/ İşareti görmeyen gafillere iş’âr et!”

Gördüğümüz hayâllerin tamamı, bakmasını bilen gözler için birer tuzaktır. Yani hayâller, velî gönülleri tuzağa düşürür, onları hakikatten saptırır. Bu şekilde düşünüp yorum yapmak kişiyi gerçekten alıkoyar. Çünkü işin aslı öyle değildir. Halis canlar bilir ki, âlemdeki bütün hayâller avdır; velîler ise birer avcı. Aslında hayâllere tuzak kuranlar, velîlerdir. Onlar, gördükleri bunca hayâlin Hakk bağından birer işaret olduğunun farkındadırlar. Burada var olarak gördüğümüz her şey o bahçeden birer yansımadır. Bizim aslımız ve varlık sebebimiz de o Hakk bağındadır. Bu nedenle buradaki maddeye takılıp kalmamalı, işaret edilen şeyin peşine düşmeliyiz. Fark edemeyen gafilleri de yaya bırakmamalı, hakikat konusunda onlara da iş’âr etmeliyiz.

“Her varlık bir tuzaktır bu gördüğün âlemde;/ Tuzaklara tuzak kur, halis gönül hanende.”

Mümin kişi, var sandığı varlıkların hakikatte bir tuzak olduğunu bilmelidir. Ona düşen görev ise bu tuzaklara düşmeyip tuzaklara tuzak kurmaktır. Çünkü onun gönlü halis bir hanedir. O hanede kir, pas, hırs, tamah bulunmaz. Öyle bir cilalanmıştır ki Hakk ve hakikatten gayrisini yansıtmaz, yansıtamaz.

“Bu şaşaa, debdebe, can, seni yanıltmasın!/ O cennetten koparıp bu âleme atmasın.”

Canlar bu âleme Hakk bağından gelmiştir. Hakk bağı terkibi ile kastedilen kimi zaman cennettir, kimi zaman Elest Meclisi’dir. Adı her ne olursa olsun, hepsinin işaret ettiği yer aynıdır. O yer, insanın varlık tohumlarının serpildiği yerdir. Kişi, o andan sonra gölgeler âlemine yolcu edilmiştir. Burada ona düşen büyük vazifeler vardır. Asla hayâl âleminin ışıltısına, gösterişine kanıp yanılmamalı, o cennetle bağını koparmamalıdır.

“Şimdi bir uyku hâli bürümüştür gözünü;/ ‘Ölüm’ derler, bir lütuf, uyandırır özünü.”

Bu âlem varlığını hakikat olarak algıladığımızda bir uykuya dalarız. Varlığın asıl mânâsından uzaklaşırız. Tuzak kurmayı başarıp av olmaktan avcı olma mertebesine yükseldiğimizde ise uyanmış oluruz. Çünkü kişi, bu hayâlhanesinde uykudadır, ancak öldüğünde uyanır. Sözünü ettiğimiz ölüm hâdisesini iki boyutlu olarak düşünmek gerekmektedir. Hem maddî anlamda bedenin canlılık melekelerini yitirmesi, hem de bilincin ölümü akıllara getirilmeye çalışılmıştır. Bir lütuf olan ölümle gerçeklik yanılgımızı öldürdüğümüz vakit, asıl gerçeklik bilincimiz ortaya çıkacaktır.

“O vakit anlarsın ki, gördüğün kara düştür;/ Şer sanırsın sen lâkin o da bir hayır iştir.”

İnsan, gerçeklik algısını maddeye sıkı sıkıya bağladığı için varlığını maddeden ibaret görür. Bu nedenle maddeden kopma düşüncesi onda büyük bir korku ve endişe oluşturur. Kişiyi ölümden ürküten ve kaçma duygusunu oluşturan da bu yanlış gerçeklik algısıdır. Oysa ölüm, kara bir düşten uyanmaktır. Şer perdesinin ardına gizlenmiş hayırdır. Bunu anlayıp adap ve edep dairesinde o hayrı dilemek, mümini aydınlığa eriştirir.

Bizler, burada vehme dayalı bir macera yaşıyoruz. Gün gelecek ve o ses bizi aslımıza, özümüze çağıracak. Bu çağrıyla kâbusumuzdan kurtulup ferahlayacağız inşallah!

“Hayırlara çıkarsın daim Hakk yolumuzu,/ Hak ile bağlayalım hakikat konumuzu.”