“BU varlık sandığımız,
bir gölgenin gölgesi;/ Hakikatin, vatandan geliyor dinle sesi.”
İnsan,
bu âlemde bir gölgedir. Gölge olduğunu unutup kendini hakikî varlık yerine
koyması, onun en büyük dramıdır. Bu dram, o gafili çok büyük bir vehme götürür.
Vehme düştüğü andan itibaren de sözde hakikat için amansız bir mücadeleye
girişir. Savaşır, barışır, kazanır, kaybeder, çağlar açıp çağlar kapatır. Bir
de bu yetmiyormuş gibi, kazancıyla övünüp yenilgisiyle yerin dibine girer. Oysa
bunların hepsi gölgenin gölgesidir. Kişi gölge, tüm bunlarsa onun vehmi
gölgeleri. Sayenin sayesini hakikat zanneden kişi, âlemde amansız bir gölge
savaşına girişir.
İçinde
bulunduğumuz âlem ve onu oluşturan her bir parça yalnızca hayâlden ibarettir.
Âlemin bir zerresi hükmünde olan insanın nüvesi neredeyse bu hayâlhanenin
tohumu, aslı, astarı da oradadır. Zira o da bizler gibi bir mahlûktur.
Kişinin
hiçbir varlığında, hiçbir görüntüsünde, hiçbir döneminde karar ve temel yoktur.
Çünkü o da tüm yaratılmışlar gibi izafidir. An gelir annesinin elinden tutup
dolaşan bir çocuk olur, an gelir bastona düşmüş bir ihtiyar. Bu âlemden emanet
olarak ne aldıysa zamanı gelince emaneti sahibine teslim edip âleme karışır
gider.
“Gölgeler
âleminde bir savaş vermekteyiz,/ Şimdi birer hayâlken hakikate döneceğiz.”
Gölgeler
âleminde fuzuli bir savaş veren insanoğlu, her şeyin bir hayâlden ibaret
olduğunu idrak ettiğinde bazen çok geç olabilir. Onca uğraşı, çabası, yelmesi
yokluğa karışıp yok olur gider. Bu noktada tek ve biricik olan hakikat ise
kişinin aslına, Hakk’a dönmesi, O’nda eriyip Onunla bir olmasıdır.
“Madem
her şey yanılgı, nedir bu mücadele?/ Zaman atına binmiş gidiyoruz o ele.”
Bu
âlemde sınırlı ve sayılı bir ömre sahibiz. Her geçen gün, tükenen her lahza
kayıp hanemize mi, yoksa kazanç hanemize mi yazılacak, bu bizim elimizde.
Yanılgıdan ibaret olan varlar için gereksiz ve yorucu bir mücadeleye girmeye
kalkışırsak zaman atıyla çıktığımız yolda ya yaya kalırız ya da gideceğimiz ele
varmak için yüzümüz kalmaz. Bu dramatik durumu yaşayan ve bize örnek
oluşturacak olan birçok isim tarihe karışmış ve gölgenin gölgesinden dahi iz
toz kalmamıştır.
“Hani
nerde Firavun, nerde Nemrut ateşi?/ Hepimiz misafiriz, anla sen ey er kişi!”
Üzerinde
durduğumuz konuda en önemli örneklerden biri Firavun’dur. O ki, gölge
varlığıyla âlemi insanlara dar eden zalimlerdendir. Kendisini Hakk’a, doğruya,
hakikate çağıran Hazreti Musa’ya nankörlük etmiş, verdiği sözden dönüp zulme
kalkışmıştır. Elbette zulmedenlerin zulme uğrayacakları su götürmez bir
gerçektir. Firavun’un gölge olduğunu unuttuğu beden cesedini de Kızıldeniz’in
suları içine alıp yokluğa gark etmiştir. Ne gölgesi, ne de uğruna âlemi
titrettiği gölgelerin gölgesinden iz toz kalmıştır.
Zulüm
yoluna yoldaş olup devrinin daim olacağını sanan gafillerden bir diğeri de
Nemrut’tur. Saltanatı ve şaşaası genişleyince kibir çukuruna düşmüş,
heykellerini yaptırarak kavmine taptırmıştır. Kişi, bu gölgeler âleminde ne
kadar gölgeye sahip olursa korkusu ve vehmi de o derece artar. Nemrut’ta da
aynı durum vuku bulmuştur. Gördüğü bir rüyanın etkisiyle güç ve varlığını
kaybetme endişesine düşmüştür. Bu nedenle dünyaya gelen bütün erkek çocukları
öldürtmüş ve kadınların çocuk yapmalarına mâni olmuştur. Lâkin hesaplayamadığı
bir durumdan ötürü Hazreti İbrahim dünyaya gelmiştir. Hazreti İbrahim’e yaptığı
onca işkence ve onu ateşe attırması da sonucu değiştirmemiştir. Çünkü ateşin
Sahibi yanmaya müsaade etmezse ateş dahi yakmaz olur. Nemrut’tan da geriye
zulmü ve kötü namından gayrı bir şey kalmamıştır.
Pekâlâ,
bu gölgeler âleminde kötüler gitti de iyiler kaldı mı? Kalmadı elbette. O yüce
Mevlâna ki, bir “gayb atlısı” gibi uğrayıp geçti. Yüzü suyu hürmetine varlar,
var edilen Hazreti Peygamber nerede? O da gitti. Beka yurdunda ümmeti için
endişededir şimdi.
Biz
de gideceğiz. Bindiğimiz zaman atı, bir gün gelecek bizi hakikî varlığımızın
olduğu asıl yurdumuza yolcu edecek. Oraya vardığımızda Hakk’ı bulup bu âlemdeki
varlığımızı terk edeceğiz.
“Gördüğün
bunca hayâl, Hakk bağından işaret;/ İşareti görmeyen gafillere iş’âr et!”
Gördüğümüz
hayâllerin tamamı, bakmasını bilen gözler için birer tuzaktır. Yani hayâller,
velî gönülleri tuzağa düşürür, onları hakikatten saptırır. Bu şekilde düşünüp
yorum yapmak kişiyi gerçekten alıkoyar. Çünkü işin aslı öyle değildir. Halis
canlar bilir ki, âlemdeki bütün hayâller avdır; velîler ise birer avcı. Aslında
hayâllere tuzak kuranlar, velîlerdir. Onlar, gördükleri bunca hayâlin Hakk
bağından birer işaret olduğunun farkındadırlar. Burada var olarak gördüğümüz
her şey o bahçeden birer yansımadır. Bizim aslımız ve varlık sebebimiz de o
Hakk bağındadır. Bu nedenle buradaki maddeye takılıp kalmamalı, işaret edilen
şeyin peşine düşmeliyiz. Fark edemeyen gafilleri de yaya bırakmamalı, hakikat
konusunda onlara da iş’âr etmeliyiz.
“Her
varlık bir tuzaktır bu gördüğün âlemde;/ Tuzaklara tuzak kur, halis gönül
hanende.”
Mümin
kişi, var sandığı varlıkların hakikatte bir tuzak olduğunu bilmelidir. Ona
düşen görev ise bu tuzaklara düşmeyip tuzaklara tuzak kurmaktır. Çünkü onun
gönlü halis bir hanedir. O hanede kir, pas, hırs, tamah bulunmaz. Öyle bir
cilalanmıştır ki Hakk ve hakikatten gayrisini yansıtmaz, yansıtamaz.
“Bu
şaşaa, debdebe, can, seni yanıltmasın!/ O cennetten koparıp bu âleme atmasın.”
Canlar
bu âleme Hakk bağından gelmiştir. Hakk bağı terkibi ile kastedilen kimi zaman
cennettir, kimi zaman Elest Meclisi’dir. Adı her ne olursa olsun, hepsinin işaret
ettiği yer aynıdır. O yer, insanın varlık tohumlarının serpildiği yerdir. Kişi,
o andan sonra gölgeler âlemine yolcu edilmiştir. Burada ona düşen büyük
vazifeler vardır. Asla hayâl âleminin ışıltısına, gösterişine kanıp
yanılmamalı, o cennetle bağını koparmamalıdır.
“Şimdi
bir uyku hâli bürümüştür gözünü;/ ‘Ölüm’ derler, bir lütuf, uyandırır özünü.”
Bu
âlem varlığını hakikat olarak algıladığımızda bir uykuya dalarız. Varlığın asıl
mânâsından uzaklaşırız. Tuzak kurmayı başarıp av olmaktan avcı olma mertebesine
yükseldiğimizde ise uyanmış oluruz. Çünkü kişi, bu hayâlhanesinde uykudadır,
ancak öldüğünde uyanır. Sözünü ettiğimiz ölüm hâdisesini iki boyutlu olarak
düşünmek gerekmektedir. Hem maddî anlamda bedenin canlılık melekelerini
yitirmesi, hem de bilincin ölümü akıllara getirilmeye çalışılmıştır. Bir lütuf
olan ölümle gerçeklik yanılgımızı öldürdüğümüz vakit, asıl gerçeklik bilincimiz
ortaya çıkacaktır.
“O
vakit anlarsın ki, gördüğün kara düştür;/ Şer sanırsın sen lâkin o da bir hayır
iştir.”
İnsan,
gerçeklik algısını maddeye sıkı sıkıya bağladığı için varlığını maddeden ibaret
görür. Bu nedenle maddeden kopma düşüncesi onda büyük bir korku ve endişe
oluşturur. Kişiyi ölümden ürküten ve kaçma duygusunu oluşturan da bu yanlış
gerçeklik algısıdır. Oysa ölüm, kara bir düşten uyanmaktır. Şer perdesinin
ardına gizlenmiş hayırdır. Bunu anlayıp adap ve edep dairesinde o hayrı dilemek,
mümini aydınlığa eriştirir.
Bizler,
burada vehme dayalı bir macera yaşıyoruz. Gün gelecek ve o ses bizi aslımıza,
özümüze çağıracak. Bu çağrıyla kâbusumuzdan kurtulup ferahlayacağız inşallah!
“Hayırlara
çıkarsın daim Hakk yolumuzu,/ Hak ile bağlayalım hakikat konumuzu.”