Gölgelerin düştüğü mekân

Bitiyor bir gün kazananı, kaybedeni, ağlayanı, güleni, doğanı ve göçeniyle. Bir yıl, bir mevsim, bir gün bitiyor. Bitiyor da her şey, insanın dünyaya olan meyli bitmiyor…

YENİ güne Bismillah… Doğan güneşe, esen yele Bismillah… Defaatle bahşedilen hayatta, yeni başlangıçlara merhaba!

Sema perdelerini yavaş yavaş aralarken yarım kalmış hikâyelerin okunmamış sayfaları sevinç, hüzün ya da umut saklar bekleyenin gönlünde. Bilinmez ne yaşandı karanlığın örttüğü bu kubbenin altında; geceler sır tutarken kim bilir kaç hanede ne yaralar açıldı!? Oysa ezelden hükme bağlanmış neticeler uğruna bir çabayla tüketir insan en büyük sermayesi olan ömrünü.

Yine de “tazeden bir Besmele” çekip başlamalı hayata…

Minarelerden davet sesi yayılıyor şafaktan önce, kâinat İlâhî kelâmla aydınlanıyor. Rabbin üzerine yemin ettiği fecrin rahmet, mağfiret ve bereketinden nasibdâr olan, fâni dünyanın hengâmesinde hakikat kapısını aralıyor. Oysa rihlet mevsiminin yolcularıdır her yeni güne soluksuz koşturanlar. Zamanın ve olayların içinde bir isim, bir hayâl olarak anılacak olanlar… Bu idrake mazhar olan üç beş adım yürüyor bu davetin ardından tezkiye niyazında zamandan sıyrılarak kul olma maksadıyla.  

Sakin denizin üzerinden hafif esen lodos uğruyor sabahın mahmurluğunu atamamış mekânlara. İnsanlar hızlı adımlarla koşuşturuyorlar zamanın içinde bekleyen günlük rutinlerine. Otobüsten inen metroya, metrodan inen tramvaya… Korna sesleri arasında adımlanıyor yollar. Bir garip uğultu hâkim oluyor geceden kalma dinginliğin ruhuna. Garip bir döngü, mekânik bir eylem… Çocuğu, genci, orta yaşlısı… İnsan mı zamanın peşinden koşuyor, zaman mı insana yetişmeye gayret ediyor? Muamma… Bir hız ki, başları döndürüyor.

Alârmlar bölüyor en derin uykuları, en güzel düşlerin ortasında başlıyor hayatın koşturması. Sabahları ocaklar çaydanlıksız, sofralar garip, kaşıklar bardakların başını döndürmüyor tavşankanı çaylarda. Kapanıyor kapılar hayatın başladığı saatlerde, uğurlanmıyor gidenler dualı bir ağızdan İlâhî Kelâmla örülmüş zırhlar içinde. “Mutfakta tencereye düşmüyor bir kadının şarkısı”, perdeler aralanıp eve giren güneşle solgun çiçeğin renkleri hayat bulmuyor.   

“Simitçi! Taze simit!” sesleri korna seslerini dolaşarak taliplisine ulaşıyor. Simitçinin pilli radyosundan gurbet türküleri dinliyor kaldırımlar. “Yurttan Sesler Korosu’ndan türküler dinlediniz, şimdi sırada hafif Batı müziği var” derken radyonun dalgasını değiştiriyor, başka frekanstan yine bir memleket havası yakalıyor. Küçücük arabaya yüklemiş koskoca hayâlleri; gökyüzünden bir kadın, bir çocuğa umut topluyor. Radyosu susmuş ama o yine de almış diline bir Rumeli türküsü, hatıralarla sürüklüyor rızkının istikametine arabasını.

Dükkânlar kepenk açıyor: “Selâmunaleyküm… Bol kazançlar!” duasıyla. Kazanmak üzerine başlıyor gün. Rızkını kazanmak, daha çok kazanmak, mâkâm kazanmak… Belki bilmediğimiz yerlerde birileri arınmıştır yüklerinden bir dost, bir gönül kazanmak olmuştur gayesi. Bu kubbe altında maksatlar değişse de değişmeyen tek gerçek, “Hakk’ın rızasından başka her şey gelip geçici”…

Bir bankın üstünde ya da bir ağacın altında zamandan kopmuş, bilinmeyen hikâyelerin zirvelerinden düşen dünsüz ve bugünsüz bedenler kuru birer yaprak gibi kıvrılıyor. Soğuk taşlar üstünde sıcak bedenleri üşüyor. Gövdeleri bir kütle, ruhları bir kütle; yıllardan kalma yükleri taşınmıyor hiçbir yere. Alışmış bu hayatlara gözler, yalnızca gölgeleri düşer yaşamlarına. Bilinmez öykülerin mucipliğidir bir sır gibi sokaklarda yaşanan.

Hızlı adımlarla birileri yürüyor yürüyüş yolunda. Ayağında spor ayakkabı, kulağında kulaklık ve elinde bir su şişesi… Onlar sağlıklı yaşamın adımlarını atıyor, yanındaki genç adamsa avucundaki bozuklarla kuruş kuruş korkusunu sayıyor. Yaşamlar iç içe, yaşamlar girift; aynı küre içinde bedenler bir arada, hayatlar birbirinden değişik…

Müzik sesleri karışıyor birbirine. Bir omuza yaslanmış keman acısını akıtırken bağrından, darbukanın ritimleri coşturuyor meydanı. Kanat çırpıyor güvercinler bir çocuğun avucundan serpilen yemlerine; bir kısmı da konmuş minarelere, şehre bakıyor.           

Ayaküstü yaşanıyor hayatlar. Dostluklar ayaküstü başlıyor, ayaküstü dile dökülüyor sevdalar. Sözcükler yarım, fikirler tarumar. Hayâller kuruluyor çarçabuk, kestirmeden; gerçekler uzaklarda, umutlananlarsa bu “gerçekten” habersiz…   

Ömürler akıyor şehrin sokaklarından; kimi mesut, kimi derbeder, kimi bîçare… Kimi avucunu vicdanlara uzatmış, kimi ise gözlerini bu âlemden koparmış. Annesinin elindeki çocuk, vitrinlerde bir masalın kahramanı, dalgın bakışlarla oturan ihtiyar bir amca, tüm oyunları bitirmiş, sahneden inmek için bekliyor perdeleri. Gözler ışıl ışıl, kaynıyor bebekleri; gözler dalmış gitmiş, hüzünden durakları… Sözler savruluyor sokaklara katran karası zehir; sözler dökülüyor lisanlardan miski amber kokulu. Herkes kendini yaşıyor bu bağımsız evrende; ne var ki, birçoğu maksadından habersiz.

İskeleye bir vapur yanaşıyor yolcusu insan, yükü sevinç, keder ve ayrılık olan. Güvertede martının bir lokma simidine umutlar eklenip savruluyor gökyüzüne. Çalan düdükler ya bir vedanın acıklı şarkısını söylüyor ya da bir hasrete açılmış kucaklara götürüyor.

Çiçekçi küçücük tezgâhını kuruyor; sepetlerin içinde zambak, karanfil, lâle… Güllerin demetleri yine en ön sırada… Bir bahar rayihası yayılıyor geceden is konmuş sokakların üstüne. Üşümüş elleri çiçekçinin belli, üflüyor parmaklarına. Soğukta ılık bir nefes kayboluyor boşlukta. Gözü kırmızı güle takılıyor yorgun yürüyen kadının; çiçekçi, “Al ablama bir gül!” diye karışırken olaya, adam sağır, adam kör, aldırmıyor atılan lafa ve mahzun bakışlara.

Kâğıt toplayıcıları çıkıyor ara sokaklardan; heyula bir çuvaldan sırtında ekmek teknesi… Birinin yanında dokuz on yaşlarında cılız erkek çocuğu. Ayaklarında üstü siyah kemerli terlik, parmakları, topuğu geceden kalan kederleri üzerine yüklenmiş. Kimine yük,  kimine nimet olan kutuların içine uzatıyor adam elini. Kartonların arasından bir fotoğraf sıyrılıp rüzgârla savruluyor yollarda. Ne kâğıtçı farkında, ne de fotoğraftaki fâniler bundan haberdar. İnsan bu işte, bir zamanlar başlara taç olur, zaman geçer bir rüzgârla savrulur.

Gün yavaş yavaş tükeniyor, bir göç havası hâkim şehrin sokaklarına. İşportacı, boyacı topluyor tezgâhını. Kepenkler çekiliyor  “Elhamdülillah” zikriyle. Doymayan nefislerse hep en çoğunun peşinde. Hayat böyle demek ki… “Şükür” ya da “şikâyet” rotasından yürüyor insanoğlu yolunu.

Yorgun bedenler adımlıyor yolları; kiminin elinde kuru ekmek, kimindeyse fiyonklarla süslenmiş janjanlı ambalajlar. Bir ambulans geçiyor sokaktan acılı sesiyle, kaç kişi duyuyor, bilinmez. Herkesin kulağı kendi sesinin peşinde…

Birer birer yanıyor evlerin ışıkları. Perdeler çekiliyor yaşamların üstüne. Gecenin ayazı parmakları, suratları kesiyor. Gökyüzü kurşun rengi örtüsünü çekmiş üstüne; ay şu günlerde kendisini gizliyor. Bekçinin düdük sesi karanlığı yırtarken, hızla koşan üç beş ayağın gümbürtüsü sokağı arşınlıyor. Ne rahmeti biter bu âlemin, ne de zahmeti. Anlaşılan o ki, en büyük yük insana yine kendisi...

Bitiyor bir gün kazananı, kaybedeni, ağlayanı, güleni, doğanı ve göçeniyle. Bir yıl, bir mevsim, bir gün bitiyor. Bitiyor da her şey, insanın dünyaya olan meyli bitmiyor…