Gölgeleri sevmek

Deli kanımın her damlasını alıp yanıma, dikiliyorum karşına. “İşte” diyorum, “İşte şimdi kurtulacağım beni sana bağlayan her neyse ondan!”. Sonra sen geliyorsun, karşımda duruyorsun. Öyle ıssız ve bir o kadar da itimatlı… Utanıyorum başkaldırışımdan…

DOĞRULARIN vardı. Tek kıstası sendin onların. Benimse yalnızca yanılmalarım, hatâlarım ve düştüklerim… Seninle savaşamadım. Çünkü daha başından kazananı belli olan bir savaşa niyetlenmek, belki de mağlûbiyetlerin en âciziydi.

Gerçeklerin vardı. Dünyadaki her hakikati kollarınla kavrayabileceğine inanırdın. Öyle güçlüydün ki, hayâl dünyam eziliyordu kudretinin gölgesinde. Ben, sana belli etmeden gökleri arşınlıyordum omuzlarımda varlığımın sorumluluğuyla. Belki de senin yüzündendi hayâlsiz bir çocuk oluşum. Sense, o mukaddes ellerinle saçlarımı okşamaktaydın. Kum taneleri gibi parmaklarının arasından kayıp gideceğimden korkarak, nâzikçe…

Bildiklerin vardı. Düştüklerinden öğrendiklerinle cebrini yazmıştın hayatın. O denli inanırdın ki, bir gün sana omuz vereceğine, kendimden şüphe duydum hep. Oysa seni iki kere ikinin beş ettiğine inandırmayı nasıl isterdim. Yaptığın sağlamaların hiçbiri iyileştirmedi beni. Hep mahsusçuktandı iyi olduklarımız. Çünkü o kadar keskin dişleri vardı ki sayılarının, korktum dokunmaya. Ne vakit yeltendiysem kanadı ellerim, düştü başım.

Hayâllerin vardı. Bakma öyle onlara beyaz bir isim bulduğuma. İçi nice kavgayla doluydu. Yoldaşı yoktu meselâ hiçbirinin. Yalnızca arkandan gelenler… Her kim bir ucundan tutmaya kalksa, keskin kelimelerin yerini bildiriyordu insana. Sen müsaade edersen dolardı yamacın. Ben hep oradaydım, bilirdim. Ama hiç kaybolmayan öyle bir şey vardı ki aramızda, ne adını koyabildim, ne de kendimi gösterebildim sana onun ardından.

Kelimelerin vardı. Kimisi mavi, kimisi pembe… Durmadan, yılmadan, direnmeden dinlerdim. Bilirdim, yalandı yarısı. Ama yine de inanırdım. Çünkü sana inanmak, kızıl bir kısrak üstünde rüzgârı çatlatırcasına meydan okumak gibiydi dağlara. Ve işte buydu isyanımın en asil hâli!

İnandıkların vardı. Öyle çizili, öyle sınırlılardı ki itimat etmeyenin kalbini çatlatırdı. Oysa her hâli mümkündü yaşama inanmanın. Neden en çok ağlatanını seçtiğini ve beni buna neden mecbur ettiğini hiç bilemedim. Sormadım da sana. Sorularımın isyanımı korkutacağından korkardım. Şayet yapsaydım, hak verirdim. Yine inanırdım. Hayır, teslimiyetten değil, bilakis, talip oluşumdan onlara!

İnsanların vardı. Sırtını çatlatıp gün yüzüne çıkan kanatların, çatısı sadakatten bir gölgeliği vaat ediyordu kapını her çalana. Ben o çatının altında öğrendim gölgeleri sevmeyi. Bilirdim, en nâdide yerine adım kazılıydı. Ama yalnızca bir kenarına ilişivermekle yetindim hep. Yamacında tüm dünyadan saklandığım her saniyenin hakkını verememekten korkarak yaşadım orada. Beni tutan vefâ mıydı, korkaklık mı, bilmiyorum. Belki de kendi kanatlarımın olmayışının tek nedeniydin…

Yalnızlığın vardı. Bir başına öyle güçlüydün ki, gözlerine bakarken küçük bir çocuğun bulutları Allah zannedişine benziyordu yüzüm. Öyle hayran, bir o kadar da ürkek. Dokunsam, ateşinin külleri düşecekmiş gibiydi ellerime gözlerinden. Yalnızlığın o denli ışıksızdı ki ömrüm boyu korktum karanlıktan.

Aslında görüp görebileceğin en iyi savaşçıydım. Yüzüne şefkatle bakarken, içimde kalbine doğrultulmuş bir oku zapt ediyordum. Çünkü onun sana ulaşması için ilk önce beni delip geçmesi gerekiyordu. Bilirdim, yenemezdim seni. Ayağına değdiremezdim eteğimdeki taşları. Sana ulaşmadan un ufak olurlardı avuçlarımda. Yakalayamazdım, bilirdim. Ama yine de koşardım peşinden dağlara tehditler savurarak. Sen duymazdın. Kelimelerim, rüzgârının dağıttığı ilk şey değildi.

“Tamam” diyorum, “İşte şimdi oldum ben!”… Deli kanımın her damlasını alıp yanıma, dikiliyorum karşına. “İşte” diyorum, “İşte şimdi kurtulacağım beni sana bağlayan her neyse ondan!”. Sonra sen geliyorsun, karşımda duruyorsun. Öyle ıssız ve bir o kadar da itimatlı… Utanıyorum başkaldırışımdan… Bu defa mahcûbiyetimle bağlanıyorum. Tekrar tekrar hatırlıyorum; düştüğüm her yol beni sana getirdi…