Gölgeler

O bir hayâline daha yenilmenin yorgunluğu ile gözlerini ölünün açık kalmış gözleri gibi elleriyle tekrar kapatır. İçinden hayâline sarılmak, ondan özür dilemek geliyordur.

HAKKINDA yazmaya çalışan yüceltilmiş olur mu bilmiyorum ama yazacağınız “onun” boyasıyla boyandığında güzel olacağına inanmaktayım.

Farkında olarak ya da olmayarak gölgemizi takip ettiğimiz zamanlarımız oldu. Hatta gölgelerimizi dövüştürdüğümüz, seviştirdiğimizde de… 

Gözler beden gölgelemenin hareketiyle gülümserken, yürek, gölgelerin karşılaşmasında bir yüreğe kovalent bir bağla bağlanır çoğu zaman. Bir sessizlik görür gözler. Sessizlikte karanlığı görememenin acısıyla dolan gözler acı acı damlar yüreğe. Şayet gözler sevginin ritminden gelen dalgaları görebilseydi, kutsal bir sofrada yediklerini bir köşede çıkaran sarhoşun hırıltılarıyla karıştırmazdı. Dua eden dudaklarla sihir bozan dudakları fark eder, zemheri soğuğunda tenha bir köşede sevgiye çekilen hançeri görebilirdi. Dolunayın mı, yoksa kuşluk vaktinin mi yürek gölgelerini karıştırdığının hiç de önemi olmazdı.   

Sevgiyi kurtarmak için sevgi beslemeyi seven bir can, gölgesinin her türlü sevgi deviniminden sevgi kazanımını bilir. Bilir de, sevgi kazanımını sevginin karanlığına ve fakirliğine mahkûm olmanın ebediliğinden kurtulmamak için çaba harcar durur artık. Ancak artık şifa bulduğu yürekten sevginin çekilmemesi için adadığı beynini yüreğine kurban vermeyi bir türlü beceremez. Bundan dolayı fısıltıyla konuşup beynini yüreğine fark ettirmemeye çalışarak kuşluk vakti karanlık köşelere gizlenir. Yüreğin gittikçe zangoçlaştığını beyni anlar ama değil mi ki o ona kurban adanmıştır; bilir adanmışlığın suskunluğunu, bilir haddini ve kalakalır. 

Dolaştığınız sevgi düzleminde yüreğin orijinine düşmemek için gece kurgulanan tutkulara düşmemek için sakladığı sevgi cümleciklerine tutunur. Daha ilk cümlecikte erime noktasındaki atomlar gibi titreşir. Bir esrarengiz günahın ağırlığını taşıdığı için hamallar derneği tarafından ölene kadar başkan seçilir. Bu günahın ağırlığından terleyen bedeninin çıkardığı pis koku, sokak kedilerinin bir canhıraş kaçışını hızlandırır. Bir şimşek çakar esir beyninin sağ yamaçlarına. Günahı işlemek için günah mekânına gitmenin gerçekleştiğini anlar… 

Günahların boğazdan geçmediğini, nasıl oluyorsa yüreği acıttığını ve bunun bir çile olduğunu düşünür. Ancak bundan sonradır ki, günahlardan tam anlamıyla arınmayı başlar gölgeler. Bazı günler “kan” günüdür. O günlerinde gölgelerin elinde gül bulunur. Bunların yaraları, güllerin parçalanmasıdır. Bir de cemrelerin suya düşeceği hafta dikkat edilir gölgelerin görülmemesine. Bilinir suyla toprağa inmenin yüreklerde sevgileri nasıl yeşerttiği.     

Akan zaman, ölünün diriden çok ağır olduğunu göstermiştir. Her şeyin uygun yeri ve zamanı olduğu ama bir türlü suyun uygun yerinin neresi olduğu anlaşılmıştır. Yer midir, gök mü? Bilinir hâlbuki toprağın aşağılara ait olduğu ve toprağın ateşi örttüğünü ve ateşin tane tane toprağı yakabildiği, uygun zamanda atılan tohumun toprakta soy bulduğu… Bazen toprağın çok üşüdüğü zamanlar bilinir de niçin yukarılardan yardım istemediği hiç bilinemez. Şimşeğin yaprağı değil de toprağın üzerindekileri yakma sevdası bilinir. Toprak az kavrulsa dahi acaba içindeki “asıl” olanlar yanmıyor mu? Bundan mıdır sevgiyle yanan yüreğin akıldan asla yardım istememesi kavrulsa da her yanı? 

Sevgiyle beslenen ruhun bir denge olduğu düşüncesi yüreğin üstünlüğü müdür? Ruh bu asil toprağa sevgiyle üflenmiş belki de çok sevdiğimiz bu makamlar bu ruhun üflemesindeki nağmelerden doğmuştur. Belki segâh, belki buselik, belki hüzzam, belki bir başka… Bundan mıdır seven gönülde bu makamlar başka bir hâl alır adeta yürekleri gözlerden akıtırcasına? Yani en büyük günaha ağladığımız gibi… Bir de cezanın sonunda şükürden akan gözyaşları gibi… Hep bir ruh nağmesidir yaşanacaklar ama ruhu sevgiden izole etmediysek...   

Hayâlimiz, bizi ince uzun küpeli bir yılanın sardığı gibi sardığında yüreğimizde beyaz bir flâmanın yandığının farkına varırız. O esnada yerin ve göğün sınırları adeta yok olur. Gök gürültüleri kulakları sağır ederken, çakan şimşekler gözleri mecâlsiz bırakır. Yüreğin sevgilinin adıyla kaynaşmasından, kara göklerde gecenin karanlığını çalarak gün doğumunda oynaşmaya başlar. Beyne ulaşan sevgi akıntıları bedeni adeta medcezir dalgaları gibi şahlandırırken, kıyılar nereye sığınacaklarını bilememekle karşı karşıya kalır. Sanki yumruk kadar yürek sevgi dalgalarını yatan bir kara deliğe dönüşür. Gerilen yürek kulakları çınlatan bir çığlıkla sükunete davet eder: “Ey sevgi, dur artık dur!” 

O an beden yüreğin ağırlığı ile yere bir ölü gibi serilir. Sevgi mi ağırdır, ölüm mü? Bunu artık düşünemeyecek hâldedir. Çünkü sevginin kimsenin emrine verilmediğini çok iyi bilmektedir artık. Yüreğe düşenin ise sadece yaktığını ve hem de yağmurun altında bir fitilin yandığı gibi olduğunu bilir.

O bir hayâline daha yenilmenin yorgunluğu ile gözlerini ölünün açık kalmış gözleri gibi elleriyle tekrar kapatır. İçinden hayâline sarılmak, ondan özür dilemek geliyordur. Sanki kendisini affedecek tek kişi o ve sadece sevmek, sevilmek adına hiç yalnız bırakmayan hayâliyle yaşayacak gibi...