Gölgeden Tanrı’ya

İslâm’ın Tevhîd ilkesini yalnızca padişahlar için kullanılmış olan Zillullah söz konusu olduğunda hatırlayanların, hattâ Halîfeliğin kaldırılması gibi doğrudan siyâsî ve uluslararası ilişkilere bağlı olarak alınmış olan kararların haklılığı için bile sıkça bu deyime vurgu yapanların, Cumhuriyet döneminde gölgeyi bile yetersiz sayarak doğrudan “Tanrı” ifadesini kullanmalarını göz ardı etmeleri, sadece cehaletleriyle açıklanacak bir durum değildir!

“ZİL” Arapçada “gölge” anlamına gelen bir kelimedir. Yaratılmış durumunda olan canlı cansız bütün nesnelerin güneşe maruz kalmalarında gölgeleri ortaya çıkar. Güneşten gelen ışınların açısına göre de gölgeler uzayıp kısalır.

Nesneler için geçerli olan bu kelime, doğrudan Yaratıcı için, Allah için kullanılabilir mi? Yine bu kavram sultanlar için, “Allah’ın gölgesi” demek olan “Zillullah” şeklinde kullanılabilir mi? Böyle bir nitelendirmeyi tarihte ilk defa kim yapmıştır?

Tarihî metinlere müracaat edildiğinde, bu kullanımın yapıldığı iddiası görülür.

Daha çok tarihçiliği ile bilinen Beyhakî (Ö.1066), “Es-Sünenü’l-Kübra” ve “Şuabü’l-İman” adlı eserlerinde Hazreti Muhammed’in, sultanları “Zillullah” diye nitelendirdiğini iddia etmiştir. Hadisçi olarak bilinen Nevevî (Ö.1277) ise, bu nitelendirmenin mecâzî olduğunu, “halkın refah ve nimetler içinde hoş bir hayat imkânı sağlayan yöneticiler” mânâsında kullanıldığını savunmuştur. (Şerhü Sahihi Müslim, XVI, 123)

Sultanların görevleri arasında İslâmî kuralların uygulanması temel esas olarak zikredilir. Bu esastan hareketle sultanların İslâmî kuralları uygulamalarının doğrudan Allah’ın iradesinin tecellisi gibi nitelendirmeleri de iddia konusu yapılmıştır. Bu anlayışta olanlardan Vezir Nizamülmülk (Ö.1092), “Ahkâmü’s-Sultaniyye” adlı kitabında, “Ed-din ved-devle tev’eman la yefterikan” (Din ve devlet ikizdir, birbirinden ayrılamazlar) görüşüne yer vermiştir.

***

Dinin kurallarını uyguladığı kabul edilen sultanların durumu da giderek normal bir fani sınırını aşmıştır. Hayırlı işler yapan insanları övmek ve takdir etmek için kullanılan kelimeler, artık sultanlar için yetersiz sayılmıştır. Doğrudan Allah’ın adıyla birlikte kullanılan kelimeler tercih edilmiştir. İşte “Zillullah” da o kelimelerden biridir!

Peki, böyle bir anlayış nasıl ortaya çıkmıştır?

“Cebriye” diye anılan kelâm mezhebinin, bu anlayışın yaygınlaşmasında ve tarihi metinlerde yer almasında payı büyük olmalıdır. Çünkü Cebriye, bütün insanî davranışları doğrudan Allah’a nispet eden, insanın irade ve tasarrufunu yok sayan, hemen her işi Allah’tan gelmiş kabul eden bir görüşe dayanmıştır.

Daha çok Emevî sultanları, yapıp ettikleri her işi, “Allah dileseydi yapamazdım, Allah dilediği için yaptım; madem Allah’ın dilemesiyle yapıyorum, o hâlde yaptıklarım onun takdiridir, siz de bu takdire râzı olup itaat edin” diyerek zulümlerini meşru göstermeye çalışmışlardır.

Emevîlerin sahiplendiği Cebriye anlayışı, sonradan gelen sultanların işlerini de büyük ölçüde kolaylaştırmıştır. Bu bir savunma alanı, hayâlî meşruiyet kalkanı oluşturmuştur.

Şaşırtıcı olan, benzeri bir görüşün İmamiyye Şia’sında da etkili olmasıdır. Çünkü onların görüşüne göre de İmamların söz ve kararları, doğrudan İlâhî tasarrufa dayalıdır. Onlara itaat etmek Allah’a itaat etmek olduğu gibi, onlara muhalefet etmek de Allah’a isyan etmek demektir.

İmamların yeri o kadar önemli sayılmıştır ki, evrenin yaratılışında da önce Hazreti Muhammed’in, ardından 12 İmam’ın ruhlarının ve sonra diğer bütün varlıkların yaratıldığını Ayetullah Humeyni bile iddia etmiştir.

Böylece İmamların durumu, evrenin yaratılmasında da İlâhî bir ayrıcalık ve önceliğe muhatap sayılmıştır.

***

Zillullah anlayışı bazı kimselerin iddiasına göre Türklerin İslâmiyet öncesi inançlarına, Şamanlığa kadar gitmektedir. Çünkü Türklerin hâkimiyet telâkkisine göre, hükümdara ülkeyi yönetme hak ve yetkisini (kut) doğrudan Tanrı vermektedir. Kut yetkisi ailededir (hanedandadır). Ölen hakanın yerini alan hanedan mensubuna Tanrı “kut”u vermiş demektir. Bu yüzden hanedan kutsal bilinmiştir. (Ziya Gökalp, Türk Medeniyeti Tarihi)

İbn-i Fadlan’ın iddiasına göre İdil Bulgar Hükümdarı, “Aziz ve Celil olan Allah, bana İslâmiyet’i ve Müminlerin Emirinin devletini nasip etti. Ben O’nun kuluyum, O beni ümmete kral yaptı” demiştir (Rihle, Çeviren Ramazan Şeşen). Böylece İslâmiyet öncesi hâkimiyet anlayışının biraz şekil ve isim değiştirerek ama büyük ölçüde içeriğini koruyarak devam ettirdiği görülmektedir.

Osmanlılarda da bu anlayışın devamı gibi görünen şekilde padişahları “Zillullah” diye adlandırmak, ilk defa Fatih Sultan Mehmed’in çağdaşı olan Tursun Beg tarafından, “Tarih-i Ebu’l Feth” adlı eserinde  yapılmıştır: “Güftar der zikr-i ihtiyacı halk be vücûd-i şerîfi Padişah-i Zillullah.” (Neşreden Metrol Tulum, s.10-15)

Fatih’in bu nitelendirmeden haberi olmuş mudur? Olmuş ise Tursun Beg’e iltifat mı etmiş, yoksa onu cezalandırmış mıdır? (Bu konuda bir bilgi yoktur.)

Ancak Osmanlı padişahlarının en azından bazılarının bu nitelendirmeyi kabullendikleri de olmuştur. İşte onlardan birisi, Kanunî Sultan Süleyman’dır. Fransa Kralı Birinci Fransuva’ya gönderdiği ünlü mektubunda kendisi için “Zillullah” deyimini kullanmıştır. Kanunî’nin kendisi için bu deyimi kullanmasında Halîfeliğin doğrudan bir etkisinin olduğunu düşünmek gerçekçi olmaz. Çünkü Tursun Beg’in kitabında bu deyimi Fatih için kullanmasına bakılırsa, Kanunî’den önce bir geçmişi vardır. Üstelik Fatih’in Halîfelik gibi bir unvanı da yoktur.

Yine de Kanunî’nin bu deyimi benimsediği ve Fransa kralına yazdığı kendi mektubunda yer vermiş olması oldukça önemlidir.

***

18’inci yüzyılda yaşamış olan Defterdar Sarı Mehmet Paşa, “Nesayihü’l-Vüzera Vel Ümera” veya “Kitab-ı Güldeste” (Devlet Adamlarına Öğütler, s.8) adlı kitabında, “Padişah-ı ruyi zemin Zillullah-i fi’l-arz” diyerek bu deyimi tekrarlamıştır.

Elbette tarihî metinlerde böyle bir deyimin yer alması tepkilere ve itirazlara da yol açmıştır. Son Osmanlı Şeyhülislâmlarından Mustafa Sabri Efendi, bu itirazlara cevap vererek böyle bir deyimin kullanılmasının isabetli ve meşrû olduğunu iddia ettiği gibi, itiraz edenleri cehaletle de suçlamıştır:

“Zillullah tâbir-i mecâzîsi, eski Osmanlıların ve Müslümanların selâhiyetleri hâricinde kendi kendilerine uydurdukları bir terkip değildir. Bu tâbiri bazı ‘ehâdis-i şerîfe’de bizzat Cenâb-ı Peygamberimiz istimâl buyurmuşlardır. İstimâl-i Nebevî ile tâbirât-ı me’sûre sırasına geçmeseydi, zaten bunu eslâf-ı Müslimîn, kendi kendilerine istimâle cesaret etmezlerdi. Allah’a taallûk eden mesâildeki muhterizâne terbiye-i diniyeleri buna mâni olurdu.” (Cühelâ Mârifetleri, Yarın Gazetesi, Gümülcine, 1928, sayı: 2, s. 2)

*** 

Zillüllah gibi unvanların kullanılması, Halîfeliğin kaldırılmasını İslâmî ilkeler bakımından meşrû etmiş midir? Teslim edilmelidir ki, Halîfeliğin kaldırılmasında İslâmî ilkelere uygunluk gibi bir gerekçe dikkate alınmamıştır.

Her şeyden önce, Halîfeliğin kaldırılması uluslararası bir ilişkinin icabı, ona bağlı olarak yapılan Lozan Anlaşması’nın da bir sonucu şeklinde gerçekleşmiştir. Böyle bir kaldırmanın dönemin şartları içinde İslâm dünyasını önemli ölçüde sömürgeleştirmiş olan İngiltere ve Fransa için memnuniyet verici olduğu açıktır.

Siyâsî etkisi ve İslâmî ilkelere uygunluğu tartışmalı olsa bile Halîfelik, bir kurum olarak varlığı ile İslâm dünyası için her zaman sembolik değeri yüksek mertebededir. Hattâ bu değerin sembolik bir değerle açıklanması yeterli olmaz. Çünkü Millî Mücadele döneminde Türk halkının arasında birliğin sağlanması için “Halîfeye bağlılık” vurgusu tekrarlanmıştır.

Bunun dışında, Hindistan/Pakistan Müslümanlarının işgal altında olmalarına rağmen Türk halkı için para toplayıp göndermeleri de Halîfeliğe duydukları bağlılıktan başka bir şey ile açıklanamaz!

***

Kemal Paşa’nın Osmanlı’yı ve Halîfeliği ortadan kaldırmasına rağmen, doğrudan hâkimiyet anlayışı ile ilgili olan “Zillullah” gibi deyimlerin kullanılması sona ermemiştir. Çünkü Zillullah ile bazı sultanlar veya onların çevreleri, kendilerini böyle nitelendirip yetkilerinin kaynağını doğrudan Allah’a nispet etmeye devam etmişlerdir. Bu, Kemal Paşa döneminde bir derece daha yükselmiştir. Hattâ “gölge” deyimi de yetersiz görülmüştür.

Cumhuriyet’in 10’uncu yılı kutlamaları için düzenlenen şiir, hikâye ve tiyatro eserleri, kutlama komitesi tarafından seçilerek yayınlanmıştır. Dolayısı ile konu atıf boyutunu aşmış, sadece yazanların görüşü olmaktan çıkmıştır.

***

Eseri seçilenlerden Faruk Nafiz Çamlıbel, 1930’larda devletin gözde sanatçısıdır. Yazdığı piyesler Devlet Tiyatroları’nda şehirden şehre götürülerek aylarca oynatılır.

Âdeta “Kemal Paşa’nın mistiklerinden” olan Kemalettin Kamu, yazdığı şiir ve piyeslerinden dolayı ödüllendirilerek devlet tarafından Paris’e siyasal bilimler eğitimi için yollanmış ve 6, 7 ve 8’inci dönemlerde CHP’den milletvekili seçilmiş biridir. En çok takdir gören şiirlerinden biri şöyledir:

“Ne örümcek, ne yosun/ Ne mucize, ne füsun/ Kâbe Arabın olsun/ Çankaya bize yeter.”

Bu şiir, ders kitaplarında yer aldığı gibi 10’uncu yıl kutlamalarında da radyoda okunmuştur.

***

Daha çok “Atanın ozanı” olarak tanınan Behçet Kemal Çağlar, Kemal Paşa tarafından ödüllendirilerek şiirini geliştirip ilerletsin diye Londra’ya gönderilmiştir. Dönüşünde de Halkevleri Müfettişi olarak atanmıştır.

Kemal Paşa’nın ölümünden sonra bile gördüğü takdir devam etmiş ve 1943-1950 arasında CHP’den milletvekilliği yapmıştır. “Dolmabahçe’den Anıtkabir’e” adlı şiir kitabında, “En Büyük Türk’ün Huzurunda” başlıklı şiirinde şu dizelere yer verir:

“İşte diz üstü geldim gözlerim dolu dolu/ Rab kulu olsun iller, bizler Gazinin kulu/ Cemâlini vaad etsin Allah başka kullara/ Bize nasip olmuştur şimdiden bu manzara…”

Yine Çağlar, 1937 tarihli bir şiirinde de Kemal Paşa için, “Arslan, insan ve Tanrı bir arada bu başta!” diye söz etmiştir.

***

Elbette bu konu içinde Fazıl Hüsnü Dağlarca’yı unutmak doğru olmaz. Çünkü 1933’te yazdığı ve Kuleli Askerî Lisesi yıllığında yer alan “Kahraman” adlı şiirinde Kemal Paşa için, “Kutlu bir Tanrı oldun güzel Anadolu’da” demiştir.

Elbette “Kemal Paşa mistikleri” bu üç kişiden ibaret değildir. Belki en başta Falih Rıfkı Atay ile Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nu hatırlamak icap eder. Ancak devlet eliyle Türkiye tarihinde nasıl bir edebiyat akımının yerleştirilmeye çalışıldığını göstermesi bakımından adı geçenler, dikkat çekici ve öğretici örneklerdir.

***

İslâm’ın Tevhîd ilkesini yalnızca padişahlar için kullanılmış olan Zillullah söz konusu olduğunda hatırlayanların, hattâ Halîfeliğin kaldırılması gibi doğrudan siyâsî ve uluslararası ilişkilere bağlı olarak alınmış olan kararların haklılığı için bile sıkça bu deyime vurgu yapanların, Cumhuriyet döneminde gölgeyi bile yetersiz sayarak doğrudan “Tanrı” ifadesini kullanmalarını göz ardı etmeleri, sadece cehaletleriyle açıklanacak bir durum değildir!