BİR, iki, üç, dört... on yedi, on sekiz... yirmi iki, yirmi üç... Kırk sekiz hanelik köyde kapanmayan üç evden biriydi Dudu nenenin evi. Şimdi mahallenin diğer evlerinin kaderi gibi biçare beklemekte. Kadıncağız elden ayaktan düşünce ev büsbütün farelere terkedilmiş gibi görünse de son sakinini uğurlayana dek çürümeye direnmişti. Yaşlı nenenin cüssesine uygun bu şirin ev etrafındaki ağaçlarla uyum içerisinde, bir ressamın tablosunu andırıyordu. El işçiliği ile yapılmış oymalı tavanlar, süslemeli pencereler, geniş bir sofaya bağlantılı odalar kulağa geçmişi fısıldıyordu adeta. Gösterişten uzak ve zarif, insana yaşam enerjisi veriyordu.
Oğlu Mehmet “Gelip seni alacağım ana! Başka çare kalmadı artık...” diye haber salmıştı. Nene bundan evvel inat etmişti ancak takatsizliği, yalnız yaşamasına imkân tanımıyordu. Çaresiz boyun bükecekti. Şimdi ata ocağını kapatacağına mı yansın, yıllarca üstünde gezindiği topraklardan ayrılacağına mı? Birkaç sefer gitmişti oğluna, İstanbul’un kalabalığı onu bir hayli korkutmuş, pek sevememişti metropol dedikleri yeri.
...
Yolculuk, Dudu neneyi sarsmıştı. İstanbul’a yaklaştıkları her kilometrede yüreğine buruk bir duygu peyda oluyor, onu sevinçle hüzün arasında kararsız bırakıyordu. Sanki geri dönülmez bir yolu ardında bırakıyor; gördüğü dağlar, tepeler, üzerine üzerine geliyordu. Eve yaklaştıklarında feri sönmüş gözleriyle şehri tanımaya çalışıyor, “Acaba bir daha köye varır mıyım?” diye iç geçiriyordu. Sokağa girdiklerinde etrafı hafifçe süzdü. Mahalle iki üç katlı apartmanların birbirine yaslandığı, uzaktan bakıldığında rengarenk badanalı duvarların, kiremit çatıların kendine has bir kompozisyon oluşturduğu mütevazı yapıdaydı, Anadolu’nun muhtelif bölgelerinden aileler meskundu. Dudu nene bundan sonraki yaşamını burada geçirecek olmanın tedirginliği ile oğlundan destek alarak ilerledi.
Ana oğul apartmanın önüne vardıklarında onları çetin bir zorluk bekliyordu, ikinci kata yaşlı kadın nasıl çıkacaktı? Mehmet, ihtiyar anasının hassas ve yorgun bedenini hiç sarsmadan taşımak istiyordu. Gıkını bile çıkarmadan onu sırtına aldı, ağır ağır merdivenleri tırmanırken taşıdığı yalnızca yaşlı bir beden değildi elbet... O bedeni hafifleten bir tarafı vardı. Mehmet’in açlığına aş, susuzluğuna su, muhtaçlığına çare, hastalıklarına ilaç, tatlı bir söz, onun için Yaradan’a edilmiş dualar daha neler neler... Hemen hepsi Mehmet’in sırtındaydı. Mümkün olduğunca yavaş adımlarla evin kapısına kadar geldi, içeri girdiler. Mehmet, annesini aynı hassasiyetle evin başköşesine yerleştirdi. Torunları aylardır görmedikleri babaannelerine sarıldı. Dudu nene torunlarını görünce bir anda canının sıkıntısı geçmiş, yorgunluğu hafiflemişti. “Aslan Hasan’ım, ne kadar büyümüşsün, Zeynep’im sen de pek güzelleşmişsin. Sizi Yaradana gurban olurum!” diyerek özlem giderdi.
Mehmet zorlukla almıştı bu evi. Az katlı evlerin arasına sıkışmış görüntüsüyle, hafif dökük boyası, bitişik iki odadan birine kondurulmuş ufak balkonuyla el yordamıyla yapılmış izlenimi veriyordu. Hemen altında bakkalı, önünden geçen minibüs hattı evin cazibesini arttırmıştı. Kenar mahalle olması, arazinin eğimi eve seyirlik bir alan kazandırmıştı. Dudu nene belki de köyde bir ağaç altında dindirmeye çalıştığı hayat yorgunluğunu artık gün batımını izleyerek gidermeye çalışacaktı. Güneşin yavaşça denizin sularında kayboluşu ona hayatın usulca elimizden akıp gittiği gerçeğini hatırlatacak, belki de gençliğini düşleyecekti o mütevazı penceresinden.
Çünkü merdivenler Dudu neneyi iyiden iyiye eve hapsetmişti. Bütün dünyası bu küçük pencereydi. Günün her saatinde, televizyon izler gibi izlerdi dışarıyı. Seher vakitlerinde bir taraftan tespihini çekip bir taraftan da Rabbinin ikramı o güzel tabloya konuk olurdu. Gün aydınlanmaya yakın toz pembe, mine mavisi bir ton kaplardı ufuk çizgisini, kalın camlı gözlüklerini gözüne iliştirir seyre dalardı. Bazen de bu kalabalık şehrin pası uzanırdı denizin üzerine sapsarı. Yağmur yağacaksa sisten göz gözü görmez, beyaz bir peçe geçiriverirdi yüzüne şehir.
...
Evin önündeki arazi birkaç gün içinde çevrildi. Büyük lüks bir site olacakmış. Buraların değeri artacakmış, ne diyorlar, rezidans? Evet evet, rezidans...
High-rise oluşu şehir manzarası ve gün ışığı avantajı sağlayacak; yüksek tavanlar, geniş cam yüzeyler ferah bir yaşam oluşturacak. Minimalist cepheler öne çıkacak böylece sade bir ifade sunacak; aydınlatma otomasyonu, yüzme havuzu, fitness salonu, saunası, ortak oturma alanları, çocuk oyun sahaları, asansör doğrudan otoparka inecek, 7/24 kamera izleme, güvenlik kartları, kartlı giriş sistemleri, yeşil çatılar, teras bahçeler...
Mahallenin tam ortasına bir rezidans yapılacakmış... Aslında bir uçurum yapılacak deselerdi daha doğru olurdu. Görsel uyumsuzluk mu? En son soracağımız soru olacak. Acaba bu daracık mahalle yolundan kaç araç ulaşım imkânı arayacak? Mahalle sakinleri rezidans sakinleriyle komşuluk yapabilecekler mi? Gürültü, toz ve kirlilikten kimse rahatsız olmayacak mı?
...
Dudu nene uzun bir zaman rezidansın yapım aşamasını izledi küçük penceresinden. Katların yükselişini takip etti kendince. Önce eğlenceliydi, binaya yerleşecek olan komşuları hayal etti, meraklandı. Bir zaman sonra kale surlarını andıran bu yapı her tarafı kapladı. Binanın kaç katlı olduğunu torunu Hasan’a saydırdı. On yedi, on sekiz... yirmi iki, yirmi üç... Artık binanın üst katları oturduğu yerden görünmüyordu. Binanın ardındakiler de zayıf belleğinde bir hayal olarak kalmıştı.
Ne yorgun bulutları ne de bulutların ardından göz kırpan güneşi, kışın beyaz atkısına bürünen şehrin çatılarını görmeyecekti artık. Gün doğuşunu, gün batımındaki esrarengiz kızıllığı, denizin mavisini, hilalin pırıltısını, gökyüzüyle olan bütün sohbetini komşu sitenin sakinlerine hediye etmişti. Etmişti etmesine de gönlünde bir kırıklık oldu mu? Onu da varın siz hesap edin. Bunun için bir hakkı da yoktu üstelik. Yaşlı, güçsüz bir kadının koca şehirde gökyüzüyle kurmuş olduğu tek bağı sıradan bir rezidansın gölgesinde kalmıştı.



