İLKAY COŞKUN, mesleğinin inceliklerine hâkim, yıllarını bu alana adamış bir isim olarak, yeni kitabı “Havamız Olsun” ile okurlarının karşısına çıkıyor. Havadan para kazanan biri olarak yalnızca işin teknik yönlerini değil, aynı zamanda mesleğin ruhunu da anlatmayı amaçlayan Coşkun, bilgiyi paylaşmayı bir sorumluluk olarak görüyor. Kitabında, adeta bir ustanın çırağına seslendiği bir dil ve anlatımla, okuyucusuna meslekî bir rehber sunarken aynıı zamanda düşündürücü ve ilham verici bir perspektif kazandırıyor.
“Havamız Olsun”, yedi ana başlıktan oluşuyor. Her bir başlık altında, Coşkun yalnızca meslekî tecrübelerini değil, aynı zamanda edebî yetkinliği ve anlatı ustalığıyla konuları derinlemesine ele alıyor. Sade ama güçlü bir üslûpla kaleme alınan bu kitap, hem meslek erbaplarına hem de konuya ilgi duyan herkese hitap ediyor.
Kitabın ön sözünü Sinan Ayhan kaleme almış. Ayhan, kitaba giriş yaparken şu çarpıcı ifadelerle okura sesleniyor:
“Ey bir işaret bekleyen okuyucu! Elinde bir kitap var ve bu kitap her şeyden önce vasatı yerinden ediyor. Ona yaşam imkânı tanımıyor.”
Bu sözler, “Havamız Olsun”un yalnızca bir meslek kitabı değil, aynı zamanda bir meydan okuma, bir bakış açısı değişimi sunduğunun da habercisi niteliğinde. İlkay Coşkun, bilgiyi yalnızca aktarmakla kalmıyor, okuyucusunu düşünmeye, sorgulamaya ve yeni yollar keşfetmeye davet ediyor.
Kitabın ilk bölümünde Coşkun, “Kulağımıza Fısıldanan” başlığını seçerek, doğanın ve zamanın insan ruhuna işlediği derinlikli mesajlara vurgu yapıyor. Bu bölümde, altını çizdiğim bir cümle dikkat çekiyor:
“Doğumdaki vücut sıcaklığını, ölümdeki beden soğukluğuyla dengeliyor olmalıyız.”
Bu güçlü ifade, hayatın başlangıcı ve sonu arasındaki kaçınılmaz dengeyi anlatırken, varoluşun kırılgan ama bir o kadar da tamamlanmış döngüsünü düşündürüyor. Coşkun, bu bölümde hava olayları ve tahminleri üzerine yoğunlaşırken, konuyu sadece meteorolojik bir anlatımla ele almıyor. Onun kalemi, bilimsel verileri bir kenara bırakıp edebiyatın derin kuyularından su çekmeyi tercih ediyor. Doğanın sesini, insan ruhunun yankısıyla harmanlıyor.
İkinci bölüm, “Her Mevsim Başrol” başlığını taşıyor ve yazarın mevsimlere dair duyduğu derin hayranlığın izlerini barındırıyor. Cemrelerin düşüşünden baharın uyanışına, mevsim geçişlerinin insanda bıraktığı izlerden hiç bitmeyen bir yaz hayâline kadar geniş bir çerçevede doğanın döngüsünü anlatıyor. Gür yağmurun bereketi, sisin bilinmezliği, deli rüzgârın coşkusu, ozon tabakasının kırılganlığı, kış mevsiminin yalnızlığı... Coşkun, doğanın tüm sahnelerini tek tek betimliyor ve mevsimleri sadece birer hava durumu olgusu olarak değil, ruh hâllerimizin, yaşanmışlıklarımızın, hatıralarımızın birer aynası olarak sunuyor. Bu yüzden, kitapta belki de en fazla yer kaplayan bölüm burası oluyor. Yazar, bu bölümü diğerlerinden daha uzun tutarak içinde biriktirdiği tüm duyguları kelimelere döküyor, adeta bir söz seli hâlinde okuyucusuna ulaştırıyor.
Bu bölümde öne çıkan bazı cümleler, yazarın doğaya bakışını lirik bir derinlikle gözler önüne seriyor:
“Tabiat ile insanoğlu, dünya ile canlılar ne kadar da benzeşiyor. Birine bakıyorsun, diğerini görüyorsun.”
“İnsanın dünyadaki kiracı olma hâli ortadayken, pek de iyi bir kiracı olmadığımızı kolaylıkla söyleyebilirim.”
“Bir dut ağacı gibi silkelendikçe yeniden meyveye duran gibidir yaz. Bereketlidir. Cömerttir.”
“Sıladan, vatandan püfür püfür koku getiren rüzgâr yeri gelir; insanı, hayvanatı ve tabiatı ağlatır.”

Coşkun’un kaleme aldığı bu eser, felsefî, edebî ve kişisel anlatıları harmanlayan zengin bir düşünce yolculuğu sunuyor. Okuyucuyu hem aklına hem de kalbine dokunan, düşündüren ve sorgulatan bir kitap olarak dikkat çekiyor.
Coşkun, hava olaylarını ve mevsim döngülerini anlatırken kuru bir teknik bilgi vermekten özellikle kaçınıyor. Bunun yerine, kelimelerinin içine şiirleri, türküleri, atasözlerini, deyimleri, kitap alıntılarını ve hatta kutsal metinlerden referansları serpiştiriyor. Çünkü doğa olayları, insanlık tarihinde hiçbir zaman sadece birer olgu olarak kalmamış; onlar, sözlü kültürün içinde nesilden nesile aktarılan hikâyelerle, efsanelerle, dualarla anlam kazanmıştır. Coşkun, tam da bu noktada insan ile tabiat arasındaki bu kadim bağı hissettiriyor ve okuyucusuna, doğaya sadece bir gözlemci olarak değil, onun ayrılmaz bir parçası olarak bakmayı öğütlüyor.
Kitabın üçüncü bölümü “Dört Elementin Şahı” başlığını taşıyor. Bu bölümde İlkay Coşkun, Aristoteles’in dört temel unsur -toprak, su, hava ve ateş- hakkındaki tespitlerini ele alıyor. Her bir element için ayrı bir başlık ayırarak bu unsurların doğadaki yerini, tarihî süreçte nasıl algılandığını ve düşünce dünyasında nasıl bir etki oluşturduğunu inceliyor. Antik Yunan’dan günümüze kadar dört element anlayışının nasıl yorumlandığını ve farklı disiplinlerde nasıl yankı bulduğunu açıklıyor. Aynı zamanda, bu unsurların mitolojide, felsefede ve modern bilimdeki yeri hakkında çarpıcı analizler sunuyor.
Kitabın dördüncü bölümü ise “Okunacak Kitap” başlığıyla okura rehberlik ediyor. Bu bölümde Coşkun, okurlarına yalnızca bir kitap tanıtmakla kalmıyor, aynı zamanda farklı edebî ve felsefî metinler arasında bir köprü kuruyor. Bölümün girişinde, Vedat Güneş’in “Cemre Düştü Yaz Göründü” adlı eserini ele alıyor. Kitabın içeriğinin farklı yönlerini kendine has anlatımıyla yorumlayan Coşkun, meteoroloji üzerine önemli bilgiler sunuyor.
Bölümün ilerleyen sayfalarında Coşkun, edebiyatın derin sularına açılıyor ve Sezai Karakoç’un şiir dünyasına dalış yapıyor. Karakoç’un şiirlerinde öne çıkan imgeler, metafizik düşünce yapısı ve Türk edebiyatına katkıları üzerine çözümlemeler sunuyor. Coşkun, şiirin sadece kelimelerden ibaret olmadığını, aynı zamanda bir ruh ve düşünce inşâsı sunduğunu savunuyor.
Yerli edebiyat kadar dünya edebiyatına da ilgi duyan Coşkun, Ronald D. Gerste’nin “Hava Nasıl Tarih Yazar” kitabına da değiniyor. Bu eser aracılığıyla iklimin ve doğa olaylarının tarihî olaylar üzerindeki etkisini gözler önüne seriyor. Napolyon’un Rusya seferinden, Vikinglerin keşiflerine kadar pek çok tarihî olayın, hava koşullarıyla nasıl şekillendiğini anlatıyor.
Son olarak Coşkun, İmam Gazali’nin “El Hikmet Fi Mahlukatillah” adlı eserini ele alıyor. Bu klasik metin, evrendeki düzen ve yaratılışın hikmetini konu edinirken, Coşkun da Gazali’nin felsefî ve tasavvufî bakış açısını modern bir perspektiften değerlendiriyor.
Bu bölüm, okurları farklı türlerde eserlerle buluştururken, edebî ve entelektüel bir keşif yolculuğuna çıkarmayı amaçlıyor. Coşkun, okumanın yalnızca bilgi edinmek değil, aynı zamanda düşünce dünyasını zenginleştiren bir deneyim olduğunu vurguluyor.
Kitabın beşinci bölümü “Hava ve Heva” başlığını taşıyor. İlkay Coşkun, bu bölümde yalnızca fizikî hava unsurunu ele almakla kalmıyor, aynı zamanda insan ruhunu, duygularını ve yaşamın soyut boyutlarını da irdeliyor. Manevî alanı, maddî alan gibi boş bırakmayan Coşkun, okuyucusunu hava kavramının farklı anlam katmanlarına doğru bir yolculuğa çıkarıyor.
Bu bölümde “Hava Atma”, “Bulut Olma”, “Dededen Toruna Güzel Hava”, “Gökkuşağı”, “Havayı İzleyen Adam”, “Hava Unsuru” ve “Yerli Hava” gibi ilginç yazılar yer alıyor. Coşkun, günlük hayatta sıkça kullandığımız deyimlerin, atasözlerinin ve halk arasında yerleşmiş ifadelerin kökenlerine iniyor. Örneğin, “hava atma” deyimini, bireyin toplum içindeki gösteriş merakına ve iç dünyasındaki eksiklikleri dışarıya farklı yansıtma çabasına bağlarken, “bulut olma” kavramıyla insanın bazen görünmez olma, bazen de taşınan duygu yükleriyle yağmur olup boşalma hâllerini yorumluyor.
Bu yazılar aracılığıyla Coşkun, sadece kelimelerin yüzeyinde kalmıyor, onların altındaki derin anlamları da gün yüzüne çıkarıyor. Üstelik bu analizleri yalnızca soyut bir düşünce dünyasında bırakmıyor; kendi hayatına dalış yaparak emekli çalışma arkadaşlarıyla yaşadığı anıları da paylaşıyor. Geçmişten günümüze uzanan anekdotlar, kitabın samimi ve içten anlatımını güçlendirirken, okurun da kendi yaşamından izler bulmasını sağlıyor.
Kitabın son bölümlerine yaklaştığımızda, iki güçlü başlıkla karşılaşıyoruz: “Gül Pazarında Nefes Satmak” ve “Bir Nefes Sıhhat”... Bu bölümler, kitabın genel havasını tamamlayan Coşkun’un düşünce dünyasına dair önemli ipuçları veren metinler içeriyor.
“Gül Pazarında Nefes Satmak” bölümünde Coşkun, maddî ve manevî değerlerin çatışmasını, insanın ruhunu besleyen unsurların ticarî bir nesneye dönüşmesini ele alıyor. İnsan ruhunun en saf hâlinin bile zaman zaman bir pazarlık malzemesi hâline geldiğini sorgulayan Coşkun, okuruna hayatın anlamı üzerine düşünme fırsatı sunuyor.
Son olarak “Bir Nefes Sıhhat” bölümüyle yazar, sağlığın ve yaşam enerjisinin önemine vurgu yaparak kitabı bitiriyor. “Başta sağlık gibi çok şeyin kıymetini kaybedince anlıyoruz”diyerek insanın hayatındaki en büyük servetin aslında sıhhat olduğunu hatırlatıyor.
İlkay Coşkun, eserini oluştururken faydalandığı kaynakları titizlikle listelemeyi ihmal etmemiş. Kaynakça, yazarın düşüncelerini şekillendiren eserleri görmek isteyen okurlar için önemli bir rehber niteliğinde. Kitap boyunca kullanılan atasözleri ve deyimler de metinlere zenginlik katıyor; ancak yazının akıcılığını bozmamak adına bu unsurları yoğun bir şekilde sunmadım. Yine de kitaptan çok sayıda alıntı yapmanın mümkün olduğunu söyleyebilirim.
Coşkun’un kaleme aldığı bu eser, felsefî, edebî ve kişisel anlatıları harmanlayan zengin bir düşünce yolculuğu sunuyor.
Okuyucuyu hem aklına hem de kalbine dokunan, düşündüren ve sorgulatan bir kitap olarak dikkat çekiyor.



