KÖPRÜCÜK kemiğinin biraz üzerindedir. Tıbbî
literatürde esnek ve süngerimsi bir dokuya sahip olduğu söylenir. Nefes
borusundaki oksijen yolculuğu, bu eşsiz organizmaya ulaşır ve yaşam, bu
dinamizmle birlikte kesintisiz devam eder...
Evet,
akciğerlerden bahsediyorum.
Çünkü insanın
bütün yalnızlık öyküsü, göğüs boşluğundaki bu ikili organda gerçekleşiyor.
Bütün suskunluklar, sessizlikler ve ıssızlıklar burada. Tevekkeli değil, pembe
ve aydınlık bir göz alıcılıktan, zamanla kararan ve karartan bir hüsrana
benzemesi… Hani yaş ilerledikçe ve bilhassa hoyrat kullanıla kullanıla bu hâle
geldiği söyleniyor. Fakat “yaş”tan ziyade “yaşamak”tan… İnsan susa susa
kararıyor akciğerler. Bütün ayrılıklar orada…
Duyma eylemini
gerçekleştiren organlarımız tarafından algılanan bütün sesler, akciğerdeki
havanın marifeti ya, akciğerdeki hava, o uzun yollara benzeyen ses tellerine
uzanır, havanın bu nazik teller üzerinde yaptığı titreşimle ses oluşur, dilin
de yardımıyla bir şekle bürünür de dış mihraklar tarafından duyulan(.),
algılanan(!), anlaşılan(!) bir rütbeye erişir. Şimdi “algılanan” ve “anlaşılan”
kısımlarında bir miktar tereddüt sezmişsinizdir. Kullandığım ünlem bu
tedirginliği anlatmada yetersiz olduğundan, ekstra birkaç cümle kuruluşuna da
ihtiyaç sezdim.
Evet, akciğerler
sese kabiliyetlidir. Daha doğrusu, sesin ve sözün âleme yansımasında aracı,
öncü ve en gayretli organdır. Fakat bu ses ve sözün algılanmasında yetkili
hiçbir organ yoktur. Kulaklar da ancak ve ancak duymaya odaklanmış birer
yardımcıdır.
Ama bütün karmaşa
göğüs boşluğunda yaşanıyor. Ondandır, sese ve söze bu kadar emek veren
akciğerler, bunca çalışmanın ardından zamanla kararıyor. Yok işte, oralar öyle
değil! Bu kararma, ses için çalışıp durduğundan değil, bütün suskunları buraya
hapsettiğinden başa dert oluyor. Hiçbir akciğer, yaşamsal ve işlevsel bir
hareket gayretiyle bu hâle gelmiyor. Bütün o kararmış, daralmış, hissizleşmiş
akciğerler, susulan ve yalnızlığa bırakılan saatlerin ceremesi.
Ben diyorum ki,
göğüs boşluğunda bir yalnızlık var. Hem öyle bir yalnızlık ki, hiçbir hava
sirkülasyonu, ses tellerinde meydana gelecek en güçlü titreşim ve hiçbir
oksijen takviyesi ile dindirilemeyecek cinsten.
Bir dinledim ki,
herkes içine içine susuyor. Her suskunluk göğüs kafesinde hacimsel bir
yalnızlık inşâ ediyor. Bu, kalbi besleyen damarları sıkıyor, sıkıyor; sonunda
bu hiçlik, ruhu bile zapt eden bir yığın hâlini alıyor.
Hiç karışmasa
ortalık, kimse zorba bir suskunluğa ve etkisiz bir konuşkanlığa maruz kalmasa,
bütün hayatın yükü gelip de bu göğüs boşluğuna oturmasa, içerideki bütün
organlar birbirine dost hâlde, hepsi aynı özveri ve gayretle işlerini görmeye
devam edecekler. Nefes borusu akciğerleri hep anlayışla karşılar. İhtiyacı olan
havayı istediği miktarda gönderir. Akciğerler kalple sonsuz bir muhabbet
hâlindedir. Kimse kimseyi üzmez orada. Ses telleri hep teyakkuzdadır. Zihinden
gelen emirleri yerine getiren dil karşısında görevini icra eder. O ince, nazik
yapısına karşın, her nefeste titreşme lûtfunu göstererek cihana ses dalgaları
yaymada hiç zıtlık çıkarmaz. Hem kalp bile bunca yükü taşırken “Bir kere de
atmayayım” demez. İçeride kimin ne kadar kana ihtiyacı varsa cömertçe besler.
Hâl böyleyken,
insan vücudunun kesintisiz ve kaprissiz işleyen bu sistematiğini sekteye
uğratan bütün yalnızlıklar, sistem dışı olaylar nedeniyledir. Fakat hepsi gelir,
bu vasatta toplanır. Akciğerleri karartır, kalbi sıkıştırır… Bütün sessizlikler
içeride çığlık çığlık büyür. Ve orada artık dıştan duyulmaz ama içten sağır
edici bir kargaşa başlamıştır.
İnsanın ne kadar derdi, kederi ve özlemi varsa tam buradadır!
Her şeyi O’ndan bilmek, her şeyde O’nu görmek… Bütün mesele olmak ya da olmamak değil, O’nunla olmak ya da olmamak!
Sükûnet özlemi
Dinginlik,
sessizlik ve sükûnet… Hangimizin bu üçlüye ihtiyacı yok ki? Hem de dünya tam da
zorba haykırışlar ve sevgisiz nağmelerle çınlıyorken… Sürekli duymak
zorbalığına maruz kaldığımız nefret sözleri, sürekli yıkım, sürekli kavga… “Bunca
anarşinin hükûmet kurduğu dünyada iyiyi ve güzeli örgütleyen bir şeyler olmalı”
diyor insan. Sonra insanımız düşüyor aklıma… Bütün çirkinliklere rağmen düşmüşe
el uzatanları seyrediyorum. Hâlâ bir dinginlik ihtimâli ile heyecanlanıyorum.
Fakat bu sessizlik
özlemi, dış dünyadan azade bir hasret. İnsan en çok da kendi içindeki anarşiden
dertli. En çok da oradaki çığlıklar tırmalıyor kulakları. Ya susulan cümlelerin
çürümüş, kullanılamaz hâle gelmiş atıkları solduruyor insanı ya da bağıran
bütün sevgisizlikler karartıyor kalpleri. Ama bir şekilde, hep beraber bir
sessizlik arıyoruz. Kiminleyse, neredeyse çıkarsınlar ortaya; çünkü bu
sessizlik, yoksunluğu herkesi gürültüler içinde boğacak.
Yollar, şehirler,
evler hep gürültülü. İnsanın kendi suskun da, çevrede dinmeyen bir karmaşa
sürüp gidiyor. Bu debdebeden kurtulup da insanı baskılayan sessizliklerin
yerini dinlenmiş, huzur bulmuş muhabbetlere dönüştürecek bir yol ayrımı
arıyorum. Herkes gibi, herkes kadar sorguluyorum sebepleri.
Kâinattan göğüs
boşluğuna kadar bütün tetikleyicileri aşikâr ediyor zihnim.
Susuz beldeler,
kan dökülen ocaklar, zorba devletlerin yuvalarda inşâ ettiği yıkım… Hepsi bir
ses olmuş, bağırıyor uzay boşluğunda. Bütün yağmurlar, rüzgâr ve gün
ışıklarıyla can evine iniyor titreşimleri. İnsan bir şey diyecek oluyor,
yetmiyor bütün yorgunlukları dindirmeye. Susuyor, susuyor, susuyor… Sonra sonra
duyuyor sustuğu kalabalıkların içeride nasıl bir harp meydanına evrildiğini. Daha
kendi küçük kâinatında dengeyi kuramayan varlığımız, bir de insanlığın içine
düştüğü buhranları işittikçe ve elsiz, kolsuz, dilsiz bir eylemsizliğe boyun
eğdikçe, bu zikredilen dinginlik ve sükûnet nasıl var edilecek?
Evlerin içinde
doyumsuz, tutarsız, memnuniyetsiz yüzler, sokaklarda bedenlere hükmeden şehir
görüntüleri, cami avlularında şükürsüzlük, ekmek kapılarında isyan, elden ele
yayılan bir sevgisizlik… Tüm bunlar bir tek kalbin baş edebileceği şeyler değil
üstelik. Selâmsız esnafların bereketsiz kasaları, evlerde mutsuz çocukları
besliyor. Secdeden henüz ayrılmış bir alnın gün ışığına çıkar çıkmaz sövdüğü
dünya, tabiatı kirletiyor. Varlığına ve varlığa mutlu olmayı beceremeyen
insanın sürekli bir yokluk anlatısı ile kulaklar, gözler, kalpler iflâs ediyor.
Geriye, bütün güzellikleri kapatan bir karanlığı izlemek kalıyor.
Sevgisizlik
İşte tam da böyle
bir şey sevgisizlik! Nerede hırçın başkaldırışlar var, ona sahip çıkıyor insan.
Nerede bir öfke ve memnuniyetsizlik, orada haklılık naraları. Hep kızmak ve
sövmek üzerine gerçekleştirilen sohbetler, dinlemeler. Hepsi birer aldatmaca.
Bu ruh hâli ile kim kimi sevebilir? Yanılmanın, hata yapmanın başkalarına
havale edildiği bir kibirle kim merhamet besleyebilir âleme? Önce “Yanlış
yaptım” demeyi heceletmek lâzım dillere, sonra o yanlışı düzeltebilecek bir
gayret gerek. Ancak böyle böyle sevmenin de gerçek anlamıyla kalplere düştüğünü
keşfedeceğiz.
Her şey O’nu bilmemekten değil mi? O’nu bilen kâinatı dinler, sever. O’nu bilen yaşadığı toprakları, bayrağını, dostunu bilir, anlar. Her şeyde bir hikmet, her şeyde bir müjde olduğunu insan ancak O’nu bilerek anlar. O’nu bilenler azaldıkça, âlemde sevgisizlik yayıldı gitti. İbadet eden bedenlerde bile bir duyarsızlık var. İnsan diliyle “Allah” diyor, aynı dille incitiyor. Eliyle secdeye varıyor da aynı elle can yakıyor. Tıpkı dünyanın üstüne giydiği gösterişle içinin koflaşmış yalnızlığı gibi… Allah’a kul olan insanın da içinde büyüyen sevgisizlik, aynı kararsızlığın icadı. İyi ve güzel görünenin altı boş, içi çürük.
O’nsuz olmak
İlerliyoruz.
Teknolojide, tıpta, bilimde seviye seviye ilerleyen bir yaşam standardıyla
insanlar daha iyi koşullara ermeli. Ama öyle olmuyor. Kalplerde ve zihinlerde,
bu ilerleyiş doğru orantılı etki yapmıyor. Eskilerin köhne, eksik ve yetersiz
yaşam koşulları bile hanelerde daha büyük bir huzuru temsil ediyordu. Şimdi
gelişen imkânlarla her şey daha şık, daha kolay ve daha gönlümüze göre… Gibi
duruyor. Ne yazık ki sevgide, merhamette, huzurda ve muhabbette geriliyoruz!
Yanlış olan
teknolojik, bilimsel ilerlemeler değil. Yanlış olan daha gelişmiş kentler,
ulaşım ve haberleşmede hızlanan olanaklar ve kısalan yollar değil. Yanlış olan,
bir zamanlar taş üstüne taş koyarken O’nu bilen insanların ferasetinin artık bu
dünya insanında olmayışı. En yüksek üretimleri yapandan ayakkabı boyayan insana
kadar hep yalnız oluşu… İman tahtasının ardına düşen bir yalnızlık var artık.
Bu yalnızlık çok
zaman kılıflara sarılıyor, isnat edilen sebeplere boyanıyor. İnsan hep insanı
suçluyor, hedef gösteriyor. Bu yalnızlığın müteahhidi biziz. Kendi kendimize,
kendi içimizde bir yalnızlık var ediyor, onu da başka başka sebeplerle elde
olmayan bir çaresizlik gibi anlıyoruz.
O’nsuz olmak böyle
bir şeydir. O’nsuz dikilen taşlar mekân tutmaz, O’nsuz sevilen kalpler vefa
bilmez. Çiftçi, O’nsuz ektiği topraktan bereket bulmaz. Ürün alır, hasat eder,
fakat bereketin sayısal ve niceliksel olarak ölçülemeyecek bir genişliği vardır
ki onu O’nsuz bulamaz insan. O’nsuz hiçbir aşta ve işte manevî bir tat yoktur.
Her şey madde ve
her şey nesnedir. İki insan birbirini O’nsuz sevince, sevgi zannedilen muhabbet,
fizikten öteye geçmez. O’nsuz bir annelik bile yarımdır. O’nsuz pişirilen aşlar
en sağlıklı, en kalitelisinden de yapılsa, kalplerdeki kör noktayı bitirecek
bir şifa olmaz. Hiç kimse, birini, bir şeyi ve bir yeri O’nsuz sevemez. O’nsuz
kıymetini bilemez ve tatmin olamaz.
İşte şimdi O’na
yapılan şeklen ibadetlerde bile O’nsuz kalplerin varlığı, bizi bütün bu
hengâmenin tam da merkezine taşıyor! Artık camiden çıkan ayaklar bile O’nsuz.
Bedenler, maddeler ve nesneler görünürde bir yerlere varıyor da anlamlar,
ruhlar ve kalpler O’nsuzluktan bertaraf olmuş durumdalar.
Bütün şehirler en
yüksek ilimlerle âbâd edilse, bütün evler var olan en güncel imkânlarla
donatılsa, cepler taşarcasına banknotlarla dolsa, tıpta bütün çareler bulunsa,
eğitimde ve işte en modern yöntemler hayata geçirilse, O’nsuz bedenleri taşıyan
kalpler tatmin olmayacak ve aradığı sükûneti, dinginliği bulamayacaktır.
Tam göğüs
boşluğumuzda, iman tahtasının arkasında, sesi kesilmeyen bir yalnızlık var. Boş
nefeslerle dolup dolup boşalan akciğerlerin suçu değil bu. Titreyen ses
tellerinin kâinata yaydığı tını da değil kabahat. Bu içeride biriken bütün
yalnızlıklar hakikatli bir “Allah” diyemeyişimizden. Sadece dille değil, insan
bütün varlığıyla “Allah” demeli. Çocuğunu severken, eşine merhametle bakarken,
bütün âlemi o hazla ve o gözle görebilmek gerek. Her şeyi O’ndan bilmek, her
şeyde O’nu görmek… Bütün mesele olmak ya da olmamak değil, O’nunla olmak ya da
olmamak!
Çare O’nda
Dert büyüten,
hasta düşen, yalnız kalan, aşsız-evsiz-yurtsuz olan çare arıyor. Geniş geniş
yollar evleri ve şehirleri kavuşturuyor, koca koca evler sokakları sarmalıyor,
herkeste bir telâş ve bir ekmek kaygısı… İş yapanlar, toprak kazanlar, şiir
yazanlar, her şeye sahip olma arzusunda bir ömür geçirenler… Her yerde bir ses,
her yerde bir kalabalık… Ama hiçbir yerde çare yok! İmkânlar, ilâçlar,
terapiler, gezmeler, eğlenmeler, sohbetler bir yere varmıyor. Yine insan kendi
içindeki suskunluğa merhem olamıyor. Susuyor, kâr etmiyor; bağırıyor, kâr
etmiyor! Okuyor, öğreniyor, anlatıyor, tatmin olmuyor. Seviyor, seviliyor,
huzur bulmuyor. O’nu unutan insan, kendini yüceltiyor. Bu yüce varlığına hiçbir
şeyi lâyık görmüyor. Hiçbir şeyden memnun olmuyor. Günün sonunda sadece bir
suskunluk kalıyor. Hem de gürültülü, isyankâr ve insanı kahreden bir suskunluk…
Konuşmakla, söylemekle geçiştirilemez cinsten bir suskunluk…
Bütün karışıklık,
insanın kendini dünyaya anlatma çabasından ibaret. Her şey böyledir. İnsan
evlenir, yuva kurar; bu, kendini anlatış biçimidir. Ve aynı zamanda mutluluk
arayışının bir uzantısıdır. Yapılan işler, hedefler ve her bir eylem, bir
anlatımdır. Fakat “Allah” demeyen insanın hiçbir sesi ve hiçbir sözü kâinatta
beklenen etkiyi bırakmaz. Herkes para kazanır, herkes bir iş tutar, herkes bir
aile kurar da o içteki suskunluk ve susuzluk “Allah” demeden geçmez, dinmez.
Evet, bu global
yalnızlığın sosyolojik, psikolojik, ekonomik, jeopolitik ve sair türden
sebepleri sayfalarca yazılabilir. Teknolojinin fayda grafiği yanında insanı
ayrıştıran, izole eden ve eylemsiz bırakan olumsuzlukları tezlerce
savunulabilir. Çağın hastalıkları, psikolojik sorunlar üzerinde yaşam
standartlarının etkileri incelenebilir, ispat edilebilir. Bütün bunlar ve daha
fazlasıyla bilimsel ve istatistikî bütün sebepler ortaya dökülebilir. Fakat
karşılığında varılan ve önerilen çözüm yolları, ilâçlar, tedaviler, bireyleri
dinlenmeye, kafa dağıtmaya davet eden öneriler ve bütün maddî reçeteler
kifayetsizdir.
Bu âlemde elbette dert ve zorlukla imtihan olacağız. Fakat özdeki sevgi potansiyelini ve kalplerdeki o huzurdan atımları kaybetmemek yolunda tek çare, “Allah” demektir. Her nefeste…