Göğüs boşluğunda bir yalnızlık var

Evlerin içinde doyumsuz, tutarsız, memnuniyetsiz yüzler, sokaklarda bedenlere hükmeden şehir görüntüleri, cami avlularında şükürsüzlük, ekmek kapılarında isyan, elden ele yayılan bir sevgisizlik… Tüm bunlar bir tek kalbin baş edebileceği şeyler değil üstelik. Selâmsız esnafların bereketsiz kasaları, evlerde mutsuz çocukları besliyor. Secdeden henüz ayrılmış bir alnın gün ışığına çıkar çıkmaz sövdüğü dünya, tabiatı kirletiyor. Varlığına ve varlığa mutlu olmayı beceremeyen insanın sürekli bir yokluk anlatısı ile kulaklar, gözler, kalpler iflâs ediyor. Geriye, bütün güzellikleri kapatan bir karanlığı izlemek kalıyor.

KÖPRÜCÜK kemiğinin biraz üzerindedir. Tıbbî literatürde esnek ve süngerimsi bir dokuya sahip olduğu söylenir. Nefes borusundaki oksijen yolculuğu, bu eşsiz organizmaya ulaşır ve yaşam, bu dinamizmle birlikte kesintisiz devam eder...

Evet, akciğerlerden bahsediyorum.

Çünkü insanın bütün yalnızlık öyküsü, göğüs boşluğundaki bu ikili organda gerçekleşiyor. Bütün suskunluklar, sessizlikler ve ıssızlıklar burada. Tevekkeli değil, pembe ve aydınlık bir göz alıcılıktan, zamanla kararan ve karartan bir hüsrana benzemesi… Hani yaş ilerledikçe ve bilhassa hoyrat kullanıla kullanıla bu hâle geldiği söyleniyor. Fakat “yaş”tan ziyade “yaşamak”tan… İnsan susa susa kararıyor akciğerler. Bütün ayrılıklar orada…

Duyma eylemini gerçekleştiren organlarımız tarafından algılanan bütün sesler, akciğerdeki havanın marifeti ya, akciğerdeki hava, o uzun yollara benzeyen ses tellerine uzanır, havanın bu nazik teller üzerinde yaptığı titreşimle ses oluşur, dilin de yardımıyla bir şekle bürünür de dış mihraklar tarafından duyulan(.), algılanan(!), anlaşılan(!) bir rütbeye erişir. Şimdi “algılanan” ve “anlaşılan” kısımlarında bir miktar tereddüt sezmişsinizdir. Kullandığım ünlem bu tedirginliği anlatmada yetersiz olduğundan, ekstra birkaç cümle kuruluşuna da ihtiyaç sezdim.

Evet, akciğerler sese kabiliyetlidir. Daha doğrusu, sesin ve sözün âleme yansımasında aracı, öncü ve en gayretli organdır. Fakat bu ses ve sözün algılanmasında yetkili hiçbir organ yoktur. Kulaklar da ancak ve ancak duymaya odaklanmış birer yardımcıdır.

Ama bütün karmaşa göğüs boşluğunda yaşanıyor. Ondandır, sese ve söze bu kadar emek veren akciğerler, bunca çalışmanın ardından zamanla kararıyor. Yok işte, oralar öyle değil! Bu kararma, ses için çalışıp durduğundan değil, bütün suskunları buraya hapsettiğinden başa dert oluyor. Hiçbir akciğer, yaşamsal ve işlevsel bir hareket gayretiyle bu hâle gelmiyor. Bütün o kararmış, daralmış, hissizleşmiş akciğerler, susulan ve yalnızlığa bırakılan saatlerin ceremesi.

Ben diyorum ki, göğüs boşluğunda bir yalnızlık var. Hem öyle bir yalnızlık ki, hiçbir hava sirkülasyonu, ses tellerinde meydana gelecek en güçlü titreşim ve hiçbir oksijen takviyesi ile dindirilemeyecek cinsten.

Bir dinledim ki, herkes içine içine susuyor. Her suskunluk göğüs kafesinde hacimsel bir yalnızlık inşâ ediyor. Bu, kalbi besleyen damarları sıkıyor, sıkıyor; sonunda bu hiçlik, ruhu bile zapt eden bir yığın hâlini alıyor.

Hiç karışmasa ortalık, kimse zorba bir suskunluğa ve etkisiz bir konuşkanlığa maruz kalmasa, bütün hayatın yükü gelip de bu göğüs boşluğuna oturmasa, içerideki bütün organlar birbirine dost hâlde, hepsi aynı özveri ve gayretle işlerini görmeye devam edecekler. Nefes borusu akciğerleri hep anlayışla karşılar. İhtiyacı olan havayı istediği miktarda gönderir. Akciğerler kalple sonsuz bir muhabbet hâlindedir. Kimse kimseyi üzmez orada. Ses telleri hep teyakkuzdadır. Zihinden gelen emirleri yerine getiren dil karşısında görevini icra eder. O ince, nazik yapısına karşın, her nefeste titreşme lûtfunu göstererek cihana ses dalgaları yaymada hiç zıtlık çıkarmaz. Hem kalp bile bunca yükü taşırken “Bir kere de atmayayım” demez. İçeride kimin ne kadar kana ihtiyacı varsa cömertçe besler.

Hâl böyleyken, insan vücudunun kesintisiz ve kaprissiz işleyen bu sistematiğini sekteye uğratan bütün yalnızlıklar, sistem dışı olaylar nedeniyledir. Fakat hepsi gelir, bu vasatta toplanır. Akciğerleri karartır, kalbi sıkıştırır… Bütün sessizlikler içeride çığlık çığlık büyür. Ve orada artık dıştan duyulmaz ama içten sağır edici bir kargaşa başlamıştır.

İnsanın ne kadar derdi, kederi ve özlemi varsa tam buradadır!

Her şeyi O’ndan bilmek, her şeyde O’nu görmek… Bütün mesele olmak ya da olmamak değil, O’nunla olmak ya da olmamak! 

Sükûnet özlemi

Dinginlik, sessizlik ve sükûnet… Hangimizin bu üçlüye ihtiyacı yok ki? Hem de dünya tam da zorba haykırışlar ve sevgisiz nağmelerle çınlıyorken… Sürekli duymak zorbalığına maruz kaldığımız nefret sözleri, sürekli yıkım, sürekli kavga… “Bunca anarşinin hükûmet kurduğu dünyada iyiyi ve güzeli örgütleyen bir şeyler olmalı” diyor insan. Sonra insanımız düşüyor aklıma… Bütün çirkinliklere rağmen düşmüşe el uzatanları seyrediyorum. Hâlâ bir dinginlik ihtimâli ile heyecanlanıyorum.

Fakat bu sessizlik özlemi, dış dünyadan azade bir hasret. İnsan en çok da kendi içindeki anarşiden dertli. En çok da oradaki çığlıklar tırmalıyor kulakları. Ya susulan cümlelerin çürümüş, kullanılamaz hâle gelmiş atıkları solduruyor insanı ya da bağıran bütün sevgisizlikler karartıyor kalpleri. Ama bir şekilde, hep beraber bir sessizlik arıyoruz. Kiminleyse, neredeyse çıkarsınlar ortaya; çünkü bu sessizlik, yoksunluğu herkesi gürültüler içinde boğacak.

Yollar, şehirler, evler hep gürültülü. İnsanın kendi suskun da, çevrede dinmeyen bir karmaşa sürüp gidiyor. Bu debdebeden kurtulup da insanı baskılayan sessizliklerin yerini dinlenmiş, huzur bulmuş muhabbetlere dönüştürecek bir yol ayrımı arıyorum. Herkes gibi, herkes kadar sorguluyorum sebepleri.

Kâinattan göğüs boşluğuna kadar bütün tetikleyicileri aşikâr ediyor zihnim.

Susuz beldeler, kan dökülen ocaklar, zorba devletlerin yuvalarda inşâ ettiği yıkım… Hepsi bir ses olmuş, bağırıyor uzay boşluğunda. Bütün yağmurlar, rüzgâr ve gün ışıklarıyla can evine iniyor titreşimleri. İnsan bir şey diyecek oluyor, yetmiyor bütün yorgunlukları dindirmeye. Susuyor, susuyor, susuyor… Sonra sonra duyuyor sustuğu kalabalıkların içeride nasıl bir harp meydanına evrildiğini. Daha kendi küçük kâinatında dengeyi kuramayan varlığımız, bir de insanlığın içine düştüğü buhranları işittikçe ve elsiz, kolsuz, dilsiz bir eylemsizliğe boyun eğdikçe, bu zikredilen dinginlik ve sükûnet nasıl var edilecek?

Evlerin içinde doyumsuz, tutarsız, memnuniyetsiz yüzler, sokaklarda bedenlere hükmeden şehir görüntüleri, cami avlularında şükürsüzlük, ekmek kapılarında isyan, elden ele yayılan bir sevgisizlik… Tüm bunlar bir tek kalbin baş edebileceği şeyler değil üstelik. Selâmsız esnafların bereketsiz kasaları, evlerde mutsuz çocukları besliyor. Secdeden henüz ayrılmış bir alnın gün ışığına çıkar çıkmaz sövdüğü dünya, tabiatı kirletiyor. Varlığına ve varlığa mutlu olmayı beceremeyen insanın sürekli bir yokluk anlatısı ile kulaklar, gözler, kalpler iflâs ediyor. Geriye, bütün güzellikleri kapatan bir karanlığı izlemek kalıyor.

Sevgisizlik

İşte tam da böyle bir şey sevgisizlik! Nerede hırçın başkaldırışlar var, ona sahip çıkıyor insan. Nerede bir öfke ve memnuniyetsizlik, orada haklılık naraları. Hep kızmak ve sövmek üzerine gerçekleştirilen sohbetler, dinlemeler. Hepsi birer aldatmaca. Bu ruh hâli ile kim kimi sevebilir? Yanılmanın, hata yapmanın başkalarına havale edildiği bir kibirle kim merhamet besleyebilir âleme? Önce “Yanlış yaptım” demeyi heceletmek lâzım dillere, sonra o yanlışı düzeltebilecek bir gayret gerek. Ancak böyle böyle sevmenin de gerçek anlamıyla kalplere düştüğünü keşfedeceğiz.

Her şey O’nu bilmemekten değil mi? O’nu bilen kâinatı dinler, sever. O’nu bilen yaşadığı toprakları, bayrağını, dostunu bilir, anlar. Her şeyde bir hikmet, her şeyde bir müjde olduğunu insan ancak O’nu bilerek anlar. O’nu bilenler azaldıkça, âlemde sevgisizlik yayıldı gitti. İbadet eden bedenlerde bile bir duyarsızlık var. İnsan diliyle “Allah” diyor, aynı dille incitiyor. Eliyle secdeye varıyor da aynı elle can yakıyor. Tıpkı dünyanın üstüne giydiği gösterişle içinin koflaşmış yalnızlığı gibi… Allah’a kul olan insanın da içinde büyüyen sevgisizlik, aynı kararsızlığın icadı. İyi ve güzel görünenin altı boş, içi çürük.


O’nsuz olmak

İlerliyoruz. Teknolojide, tıpta, bilimde seviye seviye ilerleyen bir yaşam standardıyla insanlar daha iyi koşullara ermeli. Ama öyle olmuyor. Kalplerde ve zihinlerde, bu ilerleyiş doğru orantılı etki yapmıyor. Eskilerin köhne, eksik ve yetersiz yaşam koşulları bile hanelerde daha büyük bir huzuru temsil ediyordu. Şimdi gelişen imkânlarla her şey daha şık, daha kolay ve daha gönlümüze göre… Gibi duruyor. Ne yazık ki sevgide, merhamette, huzurda ve muhabbette geriliyoruz!

Yanlış olan teknolojik, bilimsel ilerlemeler değil. Yanlış olan daha gelişmiş kentler, ulaşım ve haberleşmede hızlanan olanaklar ve kısalan yollar değil. Yanlış olan, bir zamanlar taş üstüne taş koyarken O’nu bilen insanların ferasetinin artık bu dünya insanında olmayışı. En yüksek üretimleri yapandan ayakkabı boyayan insana kadar hep yalnız oluşu… İman tahtasının ardına düşen bir yalnızlık var artık.

Bu yalnızlık çok zaman kılıflara sarılıyor, isnat edilen sebeplere boyanıyor. İnsan hep insanı suçluyor, hedef gösteriyor. Bu yalnızlığın müteahhidi biziz. Kendi kendimize, kendi içimizde bir yalnızlık var ediyor, onu da başka başka sebeplerle elde olmayan bir çaresizlik gibi anlıyoruz.

O’nsuz olmak böyle bir şeydir. O’nsuz dikilen taşlar mekân tutmaz, O’nsuz sevilen kalpler vefa bilmez. Çiftçi, O’nsuz ektiği topraktan bereket bulmaz. Ürün alır, hasat eder, fakat bereketin sayısal ve niceliksel olarak ölçülemeyecek bir genişliği vardır ki onu O’nsuz bulamaz insan. O’nsuz hiçbir aşta ve işte manevî bir tat yoktur.

Her şey madde ve her şey nesnedir. İki insan birbirini O’nsuz sevince, sevgi zannedilen muhabbet, fizikten öteye geçmez. O’nsuz bir annelik bile yarımdır. O’nsuz pişirilen aşlar en sağlıklı, en kalitelisinden de yapılsa, kalplerdeki kör noktayı bitirecek bir şifa olmaz. Hiç kimse, birini, bir şeyi ve bir yeri O’nsuz sevemez. O’nsuz kıymetini bilemez ve tatmin olamaz.

İşte şimdi O’na yapılan şeklen ibadetlerde bile O’nsuz kalplerin varlığı, bizi bütün bu hengâmenin tam da merkezine taşıyor! Artık camiden çıkan ayaklar bile O’nsuz. Bedenler, maddeler ve nesneler görünürde bir yerlere varıyor da anlamlar, ruhlar ve kalpler O’nsuzluktan bertaraf olmuş durumdalar.

Bütün şehirler en yüksek ilimlerle âbâd edilse, bütün evler var olan en güncel imkânlarla donatılsa, cepler taşarcasına banknotlarla dolsa, tıpta bütün çareler bulunsa, eğitimde ve işte en modern yöntemler hayata geçirilse, O’nsuz bedenleri taşıyan kalpler tatmin olmayacak ve aradığı sükûneti, dinginliği bulamayacaktır.

Tam göğüs boşluğumuzda, iman tahtasının arkasında, sesi kesilmeyen bir yalnızlık var. Boş nefeslerle dolup dolup boşalan akciğerlerin suçu değil bu. Titreyen ses tellerinin kâinata yaydığı tını da değil kabahat. Bu içeride biriken bütün yalnızlıklar hakikatli bir “Allah” diyemeyişimizden. Sadece dille değil, insan bütün varlığıyla “Allah” demeli. Çocuğunu severken, eşine merhametle bakarken, bütün âlemi o hazla ve o gözle görebilmek gerek. Her şeyi O’ndan bilmek, her şeyde O’nu görmek… Bütün mesele olmak ya da olmamak değil, O’nunla olmak ya da olmamak!

Çare O’nda

Dert büyüten, hasta düşen, yalnız kalan, aşsız-evsiz-yurtsuz olan çare arıyor. Geniş geniş yollar evleri ve şehirleri kavuşturuyor, koca koca evler sokakları sarmalıyor, herkeste bir telâş ve bir ekmek kaygısı… İş yapanlar, toprak kazanlar, şiir yazanlar, her şeye sahip olma arzusunda bir ömür geçirenler… Her yerde bir ses, her yerde bir kalabalık… Ama hiçbir yerde çare yok! İmkânlar, ilâçlar, terapiler, gezmeler, eğlenmeler, sohbetler bir yere varmıyor. Yine insan kendi içindeki suskunluğa merhem olamıyor. Susuyor, kâr etmiyor; bağırıyor, kâr etmiyor! Okuyor, öğreniyor, anlatıyor, tatmin olmuyor. Seviyor, seviliyor, huzur bulmuyor. O’nu unutan insan, kendini yüceltiyor. Bu yüce varlığına hiçbir şeyi lâyık görmüyor. Hiçbir şeyden memnun olmuyor. Günün sonunda sadece bir suskunluk kalıyor. Hem de gürültülü, isyankâr ve insanı kahreden bir suskunluk… Konuşmakla, söylemekle geçiştirilemez cinsten bir suskunluk…

Bütün karışıklık, insanın kendini dünyaya anlatma çabasından ibaret. Her şey böyledir. İnsan evlenir, yuva kurar; bu, kendini anlatış biçimidir. Ve aynı zamanda mutluluk arayışının bir uzantısıdır. Yapılan işler, hedefler ve her bir eylem, bir anlatımdır. Fakat “Allah” demeyen insanın hiçbir sesi ve hiçbir sözü kâinatta beklenen etkiyi bırakmaz. Herkes para kazanır, herkes bir iş tutar, herkes bir aile kurar da o içteki suskunluk ve susuzluk “Allah” demeden geçmez, dinmez.

Evet, bu global yalnızlığın sosyolojik, psikolojik, ekonomik, jeopolitik ve sair türden sebepleri sayfalarca yazılabilir. Teknolojinin fayda grafiği yanında insanı ayrıştıran, izole eden ve eylemsiz bırakan olumsuzlukları tezlerce savunulabilir. Çağın hastalıkları, psikolojik sorunlar üzerinde yaşam standartlarının etkileri incelenebilir, ispat edilebilir. Bütün bunlar ve daha fazlasıyla bilimsel ve istatistikî bütün sebepler ortaya dökülebilir. Fakat karşılığında varılan ve önerilen çözüm yolları, ilâçlar, tedaviler, bireyleri dinlenmeye, kafa dağıtmaya davet eden öneriler ve bütün maddî reçeteler kifayetsizdir.

Bu âlemde elbette dert ve zorlukla imtihan olacağız. Fakat özdeki sevgi potansiyelini ve kalplerdeki o huzurdan atımları kaybetmemek yolunda tek çare, “Allah” demektir. Her nefeste…