
BABASININ ölümünden sonra
göçerliği bırakıp yerleşmeye karar vermişti Servet. Ağabeylerinin bütün
itirazına rağmen, onlardan ayrılarak Sümbüllü köyüne yerleşti. Çünkü yazın
yukarı, kışın aşağı göçmekten bıkmıştı. Bu hayat tarzı geleceğe dair umut
vermiyordu Servet’e…
Oğlu
Ahmet’i okutmak istiyordu. Zaten Ahmet’ten başka çocuğu da olmamıştı. Varları
yokları Ahmet’ti. Ahmet, ilkokulu köyde bitirmişti. Ortaokul ve liseyi okumak
için kasabaya gitti. Servet ve eşi Menevşe, tek çocuklarını yalnız
bırakamazlardı, onlar da kasabaya göçtüler.
Kasabada,
bodrum katta, güneş almayan iki odalı küçük bir ev kiraladılar. Servet günlük
işlere gidiyor, Menevşe ise evde akşamlara kadar Servet’i bekliyordu; âdeta iki
yıldır hapis hayatı yaşıyordu. Hapis hayatı yaşıyordu, çünkü o bu hayata bir
türlü alışamamıştı. Köyün temiz havasını, komşularını, çocukların cıvıltısını,
hatta evin önünde gezen tavukları bile özlüyordu. Bu özlemini kimseyle
paylaşamıyor, hep içine atıyordu. Ta ki doktora gidene kadar… Doktora
gitmesiyle her şey değişti.
Menevşe
sürekli öksürüyordu. Kendini bir türlü toparlayamamıştı kayınbabasının
ölümünden sonra. Günden güne soluyor ve güneş vurmuş kar gibi eriyordu. Bir gün
öksürürken kanlı balgam çıkarınca hastaneye götürmek zorunda kaldılar
Menevşe’yi. Doktor tüberküloz teşhisi koymuştu. Durumun ciddî olduğunu, üzüntü
ve yetersiz beslenmeye bağlı bu hastalığın oluştuğunu söyledi.
Ahmet
son sınıfa gelmiş, üniversite sınavlarına hazırlanıyordu. Durumun ciddiyetini
bilmiyordu, ona bunu söylemediler. Kasabaya göçtükten sonra diğer
ağabeylerinden iyice kopmuştu Servet. Hayatta iki dayanağı kalmıştı: Menevşe ve
Ahmet…
Tedavi
masraflarını karşılamak için köydeki evini satılığa çıkardı ve bir hafta içinde
ölü pahasına sattı. İlaçları aldı. Eşine gözü gibi bakıyordu. Bir ay sonra
kontrole çağırmışlardı, bu sırada bir de mide ülseri teşhisi konmasın mı?
Servet’in kolu kanadı kırılıverdi. Doktor Tayfun, Servet’e Menevşe’nin iyi
beslenmesi, moralinin yüksek olması, ilaçlarını zamanında ve düzenli alması
gerektiğini ve temiz havalı yerlerde bulunmasının önemini uzun uzun anlattı. “Kendini
şöyle biraz toparlasın, midesinden ameliyat etmemiz gerekecek” dedi ve
Servet’in gözlerine ümitsiz bir bakışla, “Allah’tan ümit kesilmez” diye ekledi.
Ahmet
başarılı bir öğrenciydi. Ayrıntıları söylemeseler de hastalığın farkındaydı ve
bu durum onu çok üzüyordu. Bir ara okulu bırakmayı bile düşündü, fakat bunun
annesini daha çok üzeceğini bildiği için vazgeçti. Artık Servet günlük işlere
de gitmiyordu. Bütün mesaisini eşinin yanında, onun iyileşmesi için
geçiriyordu.
Geçmiş
olsun diye gelen komşuların konuşmaları Servet’in iyice canını sıkıyordu: “Benim
halamın kızı Leyla vardı, o da böyle vereme yakalanmıştı, size ömürler, çok
yaşamadı…” “Bu ince hastalıktır! Baksana, kızcağızın beti benzi solmuş, ne
zalım derttir bu!” “Yok anam yok! Bu kadınınki kötü hastalığa (kanser)
benziyor, Allah kurtarsın…”
Servet
bunları duydukça çileden çıkıyor, fakat bir şey söyleyemiyordu. Bir ara
Menevşe, “Servet’im, beni yaylalarımıza götürsen iyileşirim” dedi. Servet,
“Tamam Menevşem! Bahar gelsin, havalar biraz ısınsın, seni istediğin yere
götüreceğim” dedi.
Bir
ara Servet’in gözleri daldı... Evliliklerinin ilk yıllarıydı, koyunları
otlatırken çalı diplerinden topladığı menekşeleri getirdiğinde eşinin saçlarına
takışını hatırladı. Bir an ağlamaklı oldu, gözleri doldu, sonra kendini
toparladı. Güçlü olmak zorundaydı.
Gözünün
önünde eriyip giden eşi için çaresiz kaldığını düşünüyordu. Bu, Servet’i çok
hırpalıyordu. Biraz kasvet dağıtmak için dışarı dolaşmaya çıktı. Geldiğinde
Ahmet de gelmişti. Menevşe biraz daha iyi görünüyordu. Ahmet, “Baba, sınavım
iyi geçti” dedi. Servet, oğlunun sınava gireceğini filan unutmuştu. Annesiyle
Ahmet ne konuştularsa, herhâlde o Menevşe’ye iyi gelmiştir diye düşündü. Bu hâl,
Servet’i biraz ümitlendirdi. Bir taraftan da iyileşmesi için hep dua ediyordu.
Hazıra
dağlar bile dayanmaz, Servet’in parası da gün geçtikçe Menevşe gibi eriyordu.
Menevşe’nin ilaç masrafları, sonra ameliyatı,
Ahmet’in eğitimi hep para bekliyordu. Servet tekrar haftada birkaç gün
yevmiyeli işlere gitmeye başladı. Menevşe’yi de yakın komşularından güvendiği
Zeynep Hanım’a emanet ediyordu. Zeynep Hanım biraz saf ama dürüst ve iyi
niyetli yaşlı bir kadındı.
Artık
Ahmet’in sınav sonucu da belli olmuştu. Ahmet istediği Türk dili ve edebiyatı bölümünü
kazanmıştı. Kayıt işlemlerine başlayacaktı.
Servet
yine bir gün iş dönüşünde besleyici bir şeyler almak için mahalle bakkalına
uğradı. Muz, portakal, bir de eşinin çok sevdiği cevizli sucuktan aldı.
Sevinçle eve doğru ilerliyordu; biraz yaklaşınca evin önünde bir kalabalık
olduğunu fark etti. Adımlarını biraz hızlandırdı, sonra koşmaya başladı.
Mahallenin kadınları toplanmıştı. İçlerinden Zeynep Hanım, “Servet! Yavrum,
nerelerde kaldın? Menevşe’ye bir şeyler oldu. Ne konuşuyor, ne de bir şey yiyip
içiyor. Sadece pencereye öyle bakıyor. İlaçlarını da içiremedim” dedi.
Servet’in
elindeki paketler yere düşüverdi. “Menevşe’m!” diyerek yıldırım gibi içeri
girdi. Vardığı gibi Menevşe’ye sarıldı, fakat Menevşe kaskatı kesilmişti, buz
gibiydi.
Servet
durumu anladı, hüngür hüngür ağlamaya başladı. “Menevşe’m! Menevşe’m!” deyişi
yürekleri burkuyordu. Onun ağlamasına dayanamayan komşu kadınlar da
gözyaşlarına boğuldular.
O
gün akşam olmuştu. Son gecelerini de aynı odada geçirdiler. Ahmet okuldan sonra
eve gelmiş, Zeynep Hanım’ın “Annen iyi, uyuyor” demesi üzerine arkadaşına
gitmişti. Aslında Ahmet’in sınıflarında Neslihan adında bir kız vardı ve
Ahmet’ten hoşlanıyordu. Birçok kez Ahmet, konuşma teklifini geri çevirmişti.
Sınavı kazanması, son günlerde annesinin de biraz iyileşmesi Ahmet’e moral
olmuştu. O gün Neslihan yine “Biraz konuşabilir miyiz” demişti. Ahmet, “Anneme
gitmem gerek” diyerek yine konuşma teklifini geri çevirmişti. Eve geldiğinde
Zeynep Hanım’ın “Annen iyi” demesi üzerine Ahmet Neslihan’a gitmişti. Zaten
evleri de çok uzak değildi. Karanlık basarken eve döndü. Evin önüne geldiğinde
içeriden ağlama sesini duydu ve hızla, kapıyı çalmadan içeri girdi. Bir iki
komşu vardı; babası, annesinin başucunda, annesinin sağ eli avuçları içinde ağlıyordu.
Önce
anlayamadı Ahmet. “Acaba annem ağırlaştı da ondan mı ağlıyor babam?” diye
düşündü. Çünkü öğleden sonra uğradığında Zeynep Hanım iyi olduğunu söylemişti.
Babasıyla göz göze geldiler. “Annen… Ahmet, annen göçtü!” dedi Servet. Ahmet ne
yapacağını, nasıl davranacağını şaşırdı, dondu kaldı. Sonra avazının çıktığı
kadar bağıra bağıra ağlamak istedi, onu da yapamadı. “Anneee!” diye annesinin
üzerine kapandı.
Baba
oğul, sabaha kadar ağladılar. Sabahleyin komşular bütün hazırlıkları
yapmışlardı, Servet’e hiçbir iş bırakmadılar; defin ve teçhiz işlerini
elbirliği ile yaparak mahalle mezarlığına defnettiler. Mezar taşına “Servetimdi”,
altına da “Servet” yazılmıştı.
Servet,
manevî desteğini kaybetmişti. Yeni bir hayat başlıyordu. Köye dönemezlerdi,
çünkü oradaki mülkünü satmıştı. Ahmet’in kayıt vaktine kadar aynı evde
kaldılar. Bazı günler tarla işlerine gidiyordu, fakat mecnun gibiydi. Ahmet’in
kayıt zamanı gelince Adana’ya göçtüler. Yağ Camii’ne yakın bir yerden bir oda
kiraladılar.
Servet,
bir çimento mağazasında hamallık yaparak günlük iaşelerini karşılıyordu. Âdeta
hayata küsmüş gibi suskundu. Ahmet’le ancak akşamları buluşabiliyor ve her
seferinde Toros dağlarından, yaylalardan ve serin sulardan bahsediyordu.
Menevşe’yi yaylalara götürecekti, havası temiz olan yerlere… O da iyileşecekti…
Bir
akşam Ahmet eve geldiğinde babası yoktu. Aramadık, sormadık yer bırakmadı,
fakat izine rastlayamadı. Göçmüştü…