“TÜRK” kelimesi ile
özdeş bir kavram olarak hatırlanan “göç”, tarih sahnesine “kurucu fetih”
hareketi olarak yansımış, üç kıtada siyâsî ve kültürel bir atlas oluşturmuştur.
İmparatorluk
sonrasında da Türkiye’nin en büyük siyâsî krizi yine göç olmuştur.
Özellikle
Balkanlar neredeyse iki yüzyıldır bitmek bilmeyen bir göç serüveni bölgesi
olmuştur.
Son
yıllarda Orta Doğu’daki gelişmeler sebebiyle komşu ülkelerle yaşanan siyâsî
krizlerin ve özelde Suriye’deki iç savaşın getirdiği göç dalgalarını da
hatırlarsak, Türkiye’nin bir “göç stratejisi” olmak durumundadır.
Kuşkusuz
bu strateji, sadece göçmenlerle ilgili politikalarla sınırlı olmamalıdır. Çünkü
göç, süreç ve sonuçları itibariyle sadece politik değil, sosyal ve tarihî
sonuçları olan büyük toplumsal kırılmalardır. Bugün sözde Ermeni soykırımı
iddiaları ile Bosna’da yaşanan soykırım arasındaki tarihsel gerçeklik aynıdır: “Göç”...
Avrupa’nın
başta çifte vatandaşlık olmak kaydıyla göçmenlerle ilgili yaşadığı son elli
yıldaki tecrübeler ve buna dayalı geliştirilmiş anayasal düzenlemeler,
politikalar ve entegrasyon programları, aynı zamanda bir göç stratejisini de zorunlu
kılmıştır.
Fakat
Balkan nüfusunun en az iki katı kadar nüfus Balkanlar dışında yaşamak durumunda
kaldığı halde, göç eden topluluklar arasındaki ilişkiler göçün zararını
azaltan, travmaları iyileştiren ve en önemlisi de Balkanlara hizmet eden bir
stratejiye dönüşememiştir. Bugün bile 1992-1995 yılları arasında yaşanan Boşnak
soykırımında iç ve dış göçlerin geride bıraktığı sorunlar, âdeta “Çözümsüzlük
için bir çözüm: Dayton Antlaşması” formülü ile kilitlenmişken, kilidi
açabilecek anahtar hükmündeki Türkiye ve Avrupa’daki Balkan göçmenleri arasında
bir koordinasyon mevcût değildir.
Ayrıca
Avrupa’ya göç etmiş Türklerin bugünkü entegrasyon niteliği bile bir göç
stratejisi ürünüdür. Ancak bu strateji Avrupa’ya aittir.
Bu
bağlamda göç stratejileri, hangi bölge için olursa olsun, bir şemsiye hareketi
hedefini amaçlamaktadır. Bu amaca hizmet edecek yapı taşları şunlardır:
Göç haritası: Bir göç haritası çıkararak,
bu haritada insan ve finans kaynaklarını gösteren noktaları tespit etmek ve
noktalar arasındaki ilişkiyi kuracak politik, kültürel ve ekonomik yolları
belirlemek ve bu bağlamda da Bosna’yı pilot bölge olarak öncelemek gerekir.
Çünkü yaşayan bir göç travması vardır.
Göç hâfızası: Bir göç hâfızası
meydana getirerek, bir anlamda göç hikâyelerinden derlenecek bir tarihî bellek
oluşturulmalıdır. Göç müzesi, göç filmleri, göç büroları ve göç raporları gibi
birçok bilimsel ve görsel ürün ortaya konulmalıdır.
Dönüş yolları: Gerekli dönüş
yolları belirlenerek, imkân dâhilindeyse öz vatana dönüşü sağlayacak projeler
geliştirmek, göçleri “çölde bir arayış” şeklinde değil de “muhacir gibi kendi
Mekke’sine dönecek formda örgütlemek” amaçlanmalıdır. Bir anlamda göçmen yerine
“muhacir” politikaları geliştirilmelidir.
Dalgakıranlar: Dalgakıranlar oluşturarak
göçü engellemek, göç halini durdurmak ve tamamlanmış göçleri ardından gelecek
göçler için dalgakıran görevi görecek şekilde etkinleştirmek gerekir. Bunun
için de yerel, ulusal ve uluslararası kurumlar ihdas etmek gerekir.
Avrupa’daki
göçmen büroları uzun süre dalgakıran görevi görmüşlerdir. Türkiye, Avrupa
tecrübesini yakından inceleyen ve proje üretecek dalgakıran kurumlar ihdas
etmelidir.
Sonuç
olarak, yönetilmeyen göç, gerçekte önüne her şeyi katıp sürükleyen insan
selidir. Oysa Türkiye, Osmanlı döneminde göç stratejisi ile fetihler
gerçekleştirmiş, devşirme yöntemiyle devlet aklı inşâ etmiştir. Bugün de
kendine özgü çağdaş göç stratejileri olmalıdır. Türkiye, Avrupa’daki Türklerle
Avrupa’ya kaçan Boşnakları örgütleyerek bir dalgakıran oluşturmamışsa eğer,
bunun sebebi, strateji yoksunluğudur.
Unutmayalım
ki göç, bir insan seli değil, aklın ve inancın yer seçmesidir. Dolayısıyla bir
aklı ve kalbi vardır.