ALLAH’ın yarattığı
binlerce âlem içinde sanki bir inci tanesidir insan. Gerek dünyaya gelmeden
önceki bilmediği hayatı, gerek anne karnı, gerekse sonraki erişkin dönemleri
ile insan, başlı başına bir sır gibidir. Hâlbuki Yaradan, “Gizli bir sır idim, bilinmeyi
istedim ve insanı yarattım” der insan için.
Allah’ın
insanı diğer tüm yarattıklarından ayrı kılan edep, akıl, utanma, giyinme ve
daha nice nitelik vermesi, insana evrende edindiği yerin değerine ve ayrıca o
yerin sorumluluğuna işaret eder. İnsan hayatının sadece nefes alıp vermekten
ibaret olmadığı, aldığımız her nefesin hakkını verecek kadar sorumluluk taşıma
gerekliliği sadece insana dair bir özelliktir. Ne var ki, yaratılan tüm âlem
içinde aldığı nefesi yaratılmışlık amacı dışında en çok heba eden de yine
insandır.
Dünya
hayatına ilişkin ne varsa insana dairdir. Her şey insana hizmet için yaratılmışken,
insanı en çok hezimete uğratan yine insandır. Nasıl mı? Yaratılmışlık amacını
bilmeyerek ve hatta çoğu zaman bilmezden/görmezden gelerek sorumluluktan
kurtulacağını zannetmek bile insan ömrü için hüsranla sonuçlanacaktır.
İnsan
için marifet, dünyaya gelmek veya getirmek değildir. Asıl marifet, kaba tabirle,
sıfır bellekle geldiğimiz dünyadan aynı şekilde ayrılmamaktır. Yaşadığımız
hayatın günahını ve sevabını bile bir kenara bırakacak olsak, sadece anlam ve
anlamlandıramama yükü insan için yeter de artar bile. Malûm, Sezai Karakoç’un
ifadesi ile “anlamak masraflı iştir, emek, gayret, samimiyet ister; yanlış
anlamak kolaydır oysa, biraz kötü niyet, biraz da cahillik yeter”. O zaman
insan ilk önce anlam ve anlamanın izini sürmelidir.
Anlamak…
Önce Yaratan’ı, sonra kendini ve yaratılanı anlamak… Sözden anlamak, hâlden
anlamak ve en nihayetinde insanı anlamak… Bugün insan adına zorlaşan hangi
durum var ise temeli anlamamaktan geliyor. Şöyle düşünelim meselâ: Dünyaya niye
geldiğini anlayan insan, yaratılış gayesinin dışına çıkabilir mi? Kur’ân-ı Kerîm’i
okuyan ve anlayan bir insan, diğer bir insana kötülük edebilir mi? Peygamber’i
ve O’nun hayatını kavrayan bir insan, eşine ve ailesine cani olabilir mi?
İnsanı anlayan, insandan bîhaber olabilir mi?
Görüyoruz
ki, asıl mesele anlamamaktan da değil, anlamış gibi yaşamaktan geçiyor!
İnsan
olmak veya insan olarak kalmak, kişinin Yaratan ve Yaratan’ın kalbimizdeki izi
olan vicdana da bağlıdır. Nedir vicdan? Mustafa Kutlu der ki, “Vicdan, Cenab-ı
Hakk’ın kalbimizdeki sesidir”. Ne ince bir detay! Allah’a inanmak ve inandığını
da kalbimizde kendimize yol gösterici kılmak…
Aslında
genel olarak insan neyi anlaması veya en azından anlamaya çabalaması
gerektiğini biliyor. Ama buna yönelik bir direniş gösteriyor. Hatta bazen bu
durumda “vicdan rahatlatmak” dediğimiz bir çeşit görmezden gelme, sorumluluk
duymama veya yerine başka şeyler koyarak kendini avutma yoluna gidiyor insan.
Meselâ
maddî açıdan zengin olan kişi maneviyatın gerekliliğine sırtını dönüyor. Okuyup
çeşitli eğitimlerden geçen kişinin ilk arkasını döndüğü şey, kendi değerleri
oluyor. Bilimle az yol alan biri, hemen imanî ve din kaynaklı ahlâkî değerleri
görmezden geliyor. Kısacası, insan olmanın ne demek olduğuna dair kendince yeni
tanımlar geliştiriyor.
Tüm
bunlar temelde kendimize manevî bir şahsiyet oluşturamamaktan veya var olan
değerlerin içini boşaltmaktan kaynaklanmaktadır. Belirli bir görüşe göre, hatta
gittikçe yaygınlık kazanan birtakım görüşler, Allah’a tam olarak inanmayı,
insanı yapmak istediği davranışları kısıtlamayı (özgürlüğünü yok ettiği
düşüncesiyle) bir tür kölelik olarak ifade ederler. Hâlbuki bilmiyorlar, insan
göklerle irtibat hâlinde olmadan yeryüzünde huzur bulamayacaktır.
Sonuç
olarak, inandığımız gibi yaşamak keyfiyetinde değil, zorundayız. Bunun ne
insan, ne de toplum sağlığı için başka yolu yoktur. Yaşamak, ardımızda güzel
izler bırakabilmektir. En önemlisi, bir şahsiyet oluşturmaktır. Ziya Gökalp’in
ifadesiyle, “insanî şahsiyetimiz bedenimizde değil, ruhumuzdadır”. O hâlde, o
ruhun hakkını verecek şekilde bir yaşantı sürmeliyiz.
Ruhumuzun
hakkını vermek… Nasıl ince bir iş hâlbuki! Ruhun kendine has bir işlenişi var.
En başta kısık sesle konuşmakta huzur bulunur meselâ. Kısık sesle konuşan bir
kişiyi dinlemek için sessizleşmek… Çoğu zaman sükûtta bulur huzuru insan. Çünkü
insan, ne kadar çok söylenecek kelimesi olsa da bazen kendini ifade edebilmek
için sessizliği seçmelidir. Sessizlik, dinginlik ve kabulleniş… Ruhumuzu
dinlendirmek için bir kitabı okumaktan, ama insana hitap eden insanı durup
düşünmeye zorlayan bir kitabı okumaktan geçer. Okudukça sarsılmak, sarsıldıkça anlama
kavuşacağın beklenti ve isteğiyle okumak… Ve bir çocuğu, bir yetimi
gülümsetmek, bir ihtiyarın gönlünü hoş etmek, karşındakini anlamak için
dinlemek ve en önemlisi de yolun sonunun nereye çıkacağını bilerek Allah’a kul
olduğunun bilinci üzere yaşatmakta gizlidir insan olmak ve bunun anlamının
farkına varmak…