Gizli dünyamız, kötü hatıralar

Teknolojinin kötü taraflarını bir kenara bırakıp sadece iyi taraflarını alamazdık. Tıpkı teknolojide olduğu gibi hayatımızın da sadece iyi taraflarını alarak, sadece güzel ve hatırlanası kısımlarını saklayarak iyi bir gelecek inşâ edemeyiz. Bizler bir bütün olarak hatamızla, sevabımızla, kusurumuzla, yeteneğimizle bu dünyada varız ve var olmaya devam edeceğiz.

GEÇTİĞİMİZ günlerde dijital bir uygulamanın ufak tefek değişiklikler/yenilikler adı altında yeni bir sözleşmesiyle karşı karşıya kaldık. Uygulamanın bu girişimi ile aslında diğer dijital uygulamaların da gizlilik politikalarıyla alâkalı bir gündem oluştu.

Kimi vatandaşlar “Gizlim saklım yok” diyerek bu durumu umursamasa da büyük bir çoğunluğu ise “Ya internet ortamına düşerse?” telâşı sarmadı değil. Oysa evvelden beri bilinen, görülen, takip edilen dijital dünyamıza dair, bilgilerimizin sadece transferi/pazarlanması konusunda kanunen hareket edilebilmesi için bir izin istenmekteydi.

Daha net bir ifadeyle, uygulama sahibi şirketler için “Olsa da olur, olmasa da” türünden bir denemeden geçtik diyebiliriz. Fakat burada dikkat çeken nokta, “gizlilik politikaları” hikâyelerinin gerçekliğine -tuhaf bir şekilde- halel getirmeyen çoğunluk kesimdi. Gerçekten bu şirketlerin/uygulamaların zannedildiği kadar masum olduklarını ve olması gerektiği kadar ahlâkî bir şekilde hareket ettiklerini mi düşünüyoruz? Ya da “gizlilik” adı altında şifrelerle sarmaladığımız bilgilerimizin/dosyalarımızın gerçekten gizli kaldığını mı düşünüyoruz?

Diğer yandan herkesten ve belki de en yakınlarımızdan dahi gizlemeye çalıştığımız ne kadar dijital veriye (niye) sahibiz? Gizlediğimiz verilerimizin olası ilânı/paylaşımı/dağıtımı acaba bize gelecekteki (ahirete dair) bir senaryoyu hatırlattı mı? Gizli verilerimiz, günahlarımız kadar gizli mi? Gizlimiz ne kadar gizli?

Philip K. Dick’in, “Hakikat, ona inanmayı bıraktığında bile yok olmayan şeydir” sözünü konunun merkezinde tutmak isterim. İçerisinde bulunduğumuz bu dönemde, acaba biz inanmasak dahi varlığını koruyan ne vardır? Acaba neye inanmayı bıraktık ve neye inanmak istiyoruz? Mevzubahis her ne kadar bugün olsa da, dün ve yarından bağımsız bir bugünden bahsetmek mümkün mü? Özellikle günümüzde, geleceğin kontrolünü sağlamak isteyen/sağlayan “mega sistem”, dünü düzenleme ve bugünü denetlemede ne kadar maharetli dersiniz?

Popülerliği üst düzeye çıkmış olan George Orwell’in “1984” adlı değerli romanından pasajlarla da konuyu derinleştirebiliriz.

Romanda kısaca “Big Brother” karakterinin dijital bir araç sayesinde “Okyanusya” adlı ülke üzerinde sağlamış olduğu kontrolü anlatılır. Bu karakterin bir de sloganı vardır: “Geçmişi denetimi altında tutan, geleceği de denetim altında tutar; şimdiyi denetim altında tutan, geçmişi de denetim altında tutar.”

Yani mevzu, gerçekliği denetim altında tutabilmektir. Özetle bunu başarabilirseniz, bugünden dünü, dünden yarını kontrol etmeniz mümkündür. Sloganla birlikte yönetimin kutsal ilkeleri vardır ve bunlar yeni söylem, çiftdüşün ve geçmişin değiştirilebilirliğidir.

Aslında bu ilkeler bizzat bugün dünyada fazlası ile yaşadığımız kavramlardır fakat romandaki devam eden üç slogan, şu anki konumuzla ilgili kısımdır. Bu sloganlar ise “Savaş barıştır”, “Özgürlük köleliktir” ve “Cahillik güçtür” şeklinde...

Bu doğrultuda eski basım dergilerin, gazetelerin, kitapların, broşürlerin, ses bantlarının, geçmişe dair bilgi barındıran ne kadar kaynak varsa hepsinin değiştirilmek sûretiyle yeniden düzenlenmesi ve günü gününe, dakikası dakikasına güncellenmesi söz konusudur. Böylece geçmiş değiştirilebilir ve şimdiye istendiği gibi aktarılabilir; mega sistemin kontrolü ile şimdiye aktarılanlar ise geleceğe yön verir hâle getirilir.

Günümüz dünyasında da bu kurgudan uzak olmadığımız bir hakikat. Ama romandan devamla sistemin kaynak bağlamında engellemek istediği tek şeyin “günlükler” olduğunu da söylemeden geçmemek gerek. Nitekim günlükler, otoritenin ulaşması neredeyse imkânsız noktadaki bireysel muhafazası sağlanmış kaynaklardır ve anıları barındırır.

Anılar, bizim kıymetimizi ortaya koyar. Bu yüzden anıları mümkün olduğunca yaşatmaya çalışır ve yine aynı sebepten dolayı anıların güzel olanlarını muhafazayı tercih ederiz. Bu noktada Daniel Kahneman, “Bugünü, gelecekte hatırlamak isteyeceğimiz şekliyle kaydederiz” der ve “yaşanmış gerçeklikten” ve “hatırlanmak istenen gerçeklikten” bahseder. Yani aslında bir yaşadığımız gerçeklik var, bir de -meselâ- sosyal medyada hatırlamak/görünmek istediğimiz gerçeklik var. Her ne kadar son zamanlarına denk gelsek de eski zamanlardan beri sanırım kuşaktan kuşağa değişmeyen bir kavram, varlığını korumaktaydı.

Örneğin bir fotoğraf çekileceğimiz 36 pozumuz varken, bu 36 pozu dikkatlice kullanmamız gerekirken (yüksek maliyetli bir işlemdi) farklı bir özen gösterirdik. Meselâ sofrada çekilecek fotoğraf için sofranın mutlaka kurulmuş ve yemeklerin dokunulmamış olması tercih edilirdi. Fakat bugün aynı anda yüzlerce fotoğraf çekip o kareler arasında istenmeyenleri silme imkânı ve üzerine farklı programlarla düzenlemeler ile tek bir karenin sosyal medya vitrinine çıkarılabilmesi mümkün.


Anılarımız mı bizi şekillendirir, biz mi anılarımızı?

Diğer yandan, günümüzde sergilediğimiz bir diğer gerçeklik ise, örneğin bir seyahate, bir tatile giderken havaalanında pasaport veya biletimiz ile çektiğimiz, pek kurgu gibi durmayan ama alabildiğine kurgu olan, yanında muhtemelen bir kahve fincanının yer aldığı hiç kıyamadığımız fotoğraflarımız… Elbette bir başka tarafta ise çevremizde değer verdiğimiz insanlara dair, dün birlikte olduğumuz süreçte onlarca mekânda çekilmiş ancak bugün yollarımızı ayırdığımız için hiçbirini görmek istemediğimiz binlerce verimiz var.  

Aynı zamanda 24 saati bile görmeyen nice kareler var ve buna ek olarak anlık/uçucu özellikli fotoğraflar -ki bunların en büyük özelliği geride bir iz/sorumluluk bırakmaması olsa gerek-...

Tam buralarda durup, konuyu bu noktadan derinleştirmek istiyorum. Örneğin depolamanın giderek daha da kolaylaştığı ve ucuzladığı, hatta sosyal medya sayesinde sonsuza kadar bir şeyleri kayıtlı tutmanın -özel ya da genel anlamıyla- sıfır maliyete indirgendiği dünyada bu uçuculuğu istememiz neden? Bunun sebebi, acaba dünden utanmak, dünün sorumluluğunu taşıyamamak, bugüne doyamamak ve geleceği boş vermek olabilir mi? Oysa bugünün içerisine sığdırmak istediğimiz şeylerin miktarı arttıkça bugüne dair özelimiz de azalıyor.

Artık hiçbir âna odaklanamıyor, özen gösteremiyoruz. Bu yüzden de geleceğe dair kalıcı bir şey çıkması mümkün olmuyor. İnsan evladı ölçemediği şeylere inancını yitirmekte. Misâl, bugünün muteber kişileri çoklukla takipçi sayıları ile belirleniyor. Çünkü şöhret ve itibarı birbirine karıştırdık. Yani çeşitli pazarlama yayınları tarafından Türkiye’nin en güvenilir insanlar listeleri yayınlanıyor fakat açıklanan kurumlar veya şahıslar, esasında itibarlı, güvenilir değil, sadece popüler ya da şöhretliler. Oysa özellikle değerleri, mânevî duyguları bu şekilde ölçemeyiz. Fakat buna rağmen aşkı, sevgiyi de bu plâtformlarda ölçmeye, yaşamaya ve bittikten sonra da silmeye çalışmıyor muyuz?

Ne yazık ki, çok kısa sürelerde gündelik ilişkiler oluşturulabiliyor, bu ilişkilerde mâneviyata dair zirve düzeydeki söylemler havalarda uçuşabiliyor ve ne var ki aynı ilişkiler sabahtan akşama son bulabiliyor. Nitekim farklı plâtformlara eklenen binlerce birliktelik verilerinin de bu ayrılıktan sonra tek tek temizlenmesi gerekiyor. Fakat bunlar ne kadar anlamlı? Yani bunca şeyi aslında “yaşamak istediğimiz gerçeklik” çabasını yürüterek oluşturmadık mı? Bütün bunları sildiğimizde, acaba hayatımızdan da bir bölümü kopartıp atmış olmuyor muyuz?

Hayatımızın her ânı bizim yaşanmışlıklarımız içerisinde bir anlam taşımıyor mu?

Artık iletişim yok, sadece iletişim araçları var. Maalesef zihnimizin sorumluluğunu taşımaya cesaretimiz yok. Geleceğe karşı güvensizliğimiz, bugüne karşı tedirginliğimiz, aslında bizi düne ve âna karşı hoyratlaştırıyor. Her şeyin bir tık ile yok olup gideceğini ve geleceğe kalmayacağını düşününce, bugüne dair de özensizleşiyoruz. Bu özensizlik hâli mesajlarımızda, fotoğraflarımızda, bir sözümüzde, yazımızda olduğu gibi duygularımızda ve düşüncülerimizde de aynı şekilde yaşanıyor. Geçmişi değiştirebilme yeteneğimiz, geleceği de kurgulanabilir şey hâline getiriyor. Yani gelecek, bizim adım adım inşâ edebileceğimiz bir şey oluyor.

Elbette dijital plâtform için geçerli olan bu işlem, arşivlediğimiz anıların hayatımızdan tamamen çıkarılabilmesi anlamına gelmiyor. Sadece kendimize ve/veya başkalarına görünmez kıldığımız verilerimizin internet ortamından, farklı sunuculardan ya da uygulama sahibi şirketlerinin de arşivlerinden kalktığını düşünmek biraz saf bir düşünce olmaz mı? Oysa bir uygulamada paylaştığımız tek bir içeriğin, henüz yayınladığımız anda onlarca farklı mecrada sonsuza kadar kayıt altına alındığını biliyor olmamız gerek.

Evet, dijital dünya gerçek yüzüyle, aslında her ne kadar silmek istesek de, oralardan kalkmayacak olan anılarımızla dolu bir dünya. Gizlediğimizi sandığımız ama gizli kalmayan, bize ait onlarca iz ve hatırlamak istediğimiz veya istemediğimiz anıların da yer aldığı bir dünya…

Hatıralarımız çoğunlukla bizim o anları hatırlamak istediğimiz şekliyle var olurlar. İyi şekilde hatırlamak istediklerimize belki de hâddinden fazla iyilik yükleyerek anılarımızda yer veririz. Unutmak istediğimiz, görmek istemediğimiz anılarımızı ise belki de bütün iyi yanlarından sıyırarak alabildiğine kötü detaylarla hatırlarız.

Hayatı sadece güzel yanlarıyla koruyup geleceğe bırakmak istiyoruz ama hayat, yaşadığımız her şeyle bizim hayatımız ve yaşadığımız her şey bizi biz yapan unsurlar. Bunların bir kısmını alıp bir kısmını yok ederek, bir kısmı silerek, görmezden gelerek bir hayat kurmamız ve anlamlı bir bütün oluşturmamız mümkün değil.

Evet, teknolojinin kötü taraflarını bir kenara bırakıp sadece iyi taraflarını alamazdık. Tıpkı teknolojide olduğu gibi hayatımızın da sadece iyi taraflarını alarak, sadece güzel ve hatırlanası kısımlarını saklayarak iyi bir gelecek inşâ edemeyiz. Bizler bir bütün olarak hatamızla, sevabımızla, kusurumuzla, yeteneğimizle bu dünyada varız ve var olmaya devam edeceğiz.