Gizeme atılan adım

“Aslında biliyordu, haklı bir yerdeydi. Doğruyu çok benimsemenin getirdiği yer doğru olunca, hayatla buluşmalarında da aynı tonda karşılık bulmak istiyordu insan belki de. Oysa o penceresi içe dönük bir evde yaşıyordu ve onun hayatı bir adım geriden takip etmekte hakkı vardı.”

HAYATTA cesaretin ne olduğunu anlamaya başladığında yolu yarılamıştı. Yaşını, “tepenin ardına geçip birkaç adım atmış” olarak tarif ediyordu. Geçirdiği yirmili yaşların güzel günlerinin arkasında cesarete hiç ihtiyaç duymamış mıydı? Kimi hayatlarda olduğu gibi -her şeyi dolu dolu yaşamaktan veya kalabalığı kendine iklim edinmiş olmaktan kaynaklı- kavramlarla yüz yüze tanışma fırsatı bulamamış mıydı? “Galiba bu ikisi de değil” diye düşündü.

Hayat bazı insanlara öğreteceği kavramları bizzat kendi elinde öğrenmesi için fırsat tanıyor, belki de vakti geldiğinde insanın doğru algılamalarını engellememek için önüne oyalanacağı şeyler koyuyordu. Bu düşünceler son dönemde Ferhat Bey’in iç dünyasında iyiden iyiye belirginleşmişti. Cesaretini sorgularken korkularıyla yüzleşmesi en sevmediği şeylerdendi. Oysa üç beş yıl öncesinde ve tek nefeste uzak yollar aştığı zamanları düşündüğünde, hayretle karşılanacak türden bir cesaret de parlamıyor değildi. Ancak bu da onu tatmin etmiyor, iç sorgulamaları peşini bırakmıyordu.

O gün evde kendine bir yer bulamadığı günlerden biriydi. Aslında geniş bir evde oturuyordu. Ancak bu kez onu daraltan başka şeyler vardı. İçindeki gerginliği daha fazla taşıyamayacağını anlayınca kendisini erkenden dışarı atmıştı. Son minibüsü ucu ucuna kaçırdığında üzülürdü. Yine öyle olmuştu. Genellikle ağırkanlı sayılırdı. Bundan sebep, geç kaldığı gibi temkini de elden bırakmazdı. Bu sefer acele davranmasının alışkanlıktan kaynaklandığını fark edip durdu. Bir adım geriye çekilerek her zaman oturduğu duvarın köşesine geçti.

Aslında konuşmayı pek sevmezdi. Konuşunca hayatın ritmini durdurduğuna, büyüsünü bozduğuna inanırdı. Ancak önemli sınav sabahlarında yaşadığı tatlı heyecana benzer bir hava yakaladığında -kendi deyimiyle “bütün yollar açık olduğunda”- sabaha kadar konuşabilirdi.

Yeni minibüs gelmişti. Yine alışkanlıktan aceleyle bindi. Direksiyonda çok sevdiği minibüs şoförü Ömer Faruk ağabey vardı. Konuşmak için dengini bulduğuna sevinmiş ve gergin olan havası yerini heyecana bırakmıştı. Hemen şoförün boş olan yan koltuğuna oturmuştu. Vakti bir minibüs seferi kadardı. Ama olsun, bir ipucu her şeyi değiştirebilirdi.

Ömer Faruk ağabey, uzun süredir dikkatini çeken bir şofördü. Hayatın kilidini çözdüğünü belli eden tebessümü, insana bütün yükünü kaldırabilir duygusu veriyordu. Gerek hayata dair tecrübesiyle, gerek insanı odağa alan yaklaşımıyla meslektaşlarında benzeri fazlaca görülmeyen bir ahvâle sahipti. Gözleri maviydi. Uzaktan griye çalıyordu. Saçları beyaz olmasına rağmen gençliğinde sarı oldukları çok belliydi. Uzun yıllar memur olarak çalışmış, sonra hayatın içine keskin ve kesin bir dönüş yapmıştı.

Ferhat Bey, kaybettiğine inandığı hayat neşesini onun konuşmasında bulurdu her zaman. Bu nedenle onunla karşılaşmalarında soracağı en can alıcı soruları seçmeye çalışırdı. Kendisi de onun gibi çok farklı yerlerde çalışmış olmasına rağmen bu şehre ve memuriyete aidiyet kesp edememiş, kendini hep bir koridorda hissetmişti yıllarca. Bu yüzden aklına ilk olarak -son dönemde yaşadığı bunalmışlık nedeniyle- onun memuriyetten ayrılmaya nasıl cesaret ettiğini ve bu -kendine göre kötü alışkanlık- alışkanlığı nasıl bıraktığını sormak geldi.

“Sahi ağabey, böylesi bir rutini nasıl bıraktınız?” dediğinde, ‘Bıraktığımı kim söyledi ki?’ cevabını aldı. ‘Nasıl yani?’ diyerek dikkatini, alacağı cevaba daha da topladı Ferhat Bey: “Dört duvar güzel kardeşim, dört duvar! Öyle bir alışkanlık ki bu, sadece burada değil, yarın mezarda bile yakamızı bırakmaz.”

Ferhat Bey, sözünü kesmemeye dikkat ederek Ömer Faruk ağabeyin gelecek asıl yorumunu daha da merak ediyordu. “Yani kardeşim, alışkanlığı bırakabilseydik beton dört duvardan daha dar ve demirden olan bu dört duvar arasına göç etmezdik, değil mi?” dedi.

Ferhat Bey bu tonda konuşmayı aslında çok severdi. Ancak son dönemde kendini daraltan konular gereği kafasındaki sorulardan birkaçını daha sormak istiyordu. “Bağışlayın ağabey, ayrılmanızın özel bir nedeni oldu mu?” dedi. Bir müddet sessizlik oldu. Kimse bozmaya cesaret edemiyor gibi bir rüzgâr esti. Hemen her konuya verilecek cevabı olmanın getireceği alışkanlıkla hareket etmek, hayatta büyük korkularından biriydi Ömer Faruk ağabeyin. Kırmızı ışık yanmışken konuşmaya başladı: “Hayatta nerede duracağını ve nerede hareket edeceğini bilemezsen, önüne kırmızı ışıklar çıkar, sana düşünme payı verir. Sen bu süreyi doğru değerlendiremezsen, bütün ömrünü yel değirmenleriyle savaşmakla geçirebilirsin.”

“Zaten ne ki bir ezbere ve alışkanlığa dönüşüyorsa, gidiş yolunun değiştirilmesi gerekmiyor mu?” dedi Ferhat Bey.

Ömer Faruk ağabey, “Evet, işte şu yolcular değişmese bu yol çekilir şey değil!” derken, üst bölmeden biraz eskimiş ve vaktinde müdürüne vermek üzere yazıp vermekten vazgeçtiği o döneme ait mektubu çıkararak okuması için Ferhat Bey’e veriyordu. Ferhat Bey’in okuduğu bölümde şöyle diyordu:

“Evet, hakikat veya onun gölgesi ile söze her başladığında, bakışlardan üstüne çöken ve çok sıra dışı şeylerden bahsediyormuş hissinin getirdiği malûm yorgunluk... Yine konuşsa aynı çâresizlik altında belki eskiyecek bütün ömrü. Konuşsa, meyve zamanını taşlarla geçirmiş de kimseye bir ikram sunamayıp, ‘Bakın, aslında yapraklarım hâlâ yeşil!’ diyecek bir ağaçmış gibi hissedecekti kendini.

İnsanın eliyle büyüttüğü ve bütün bir ömrüne şâhit olduğu çiçeklerin belki hiçbir zaman ayakları üstünde duramayacak olmasına misâl bir hâlet-i rûhiye sarıyordu bedenini. Bir trenin gözlerini kapatıp tünele girmesi, bir uçağın gözlerini açıp göğü kucaklaması bile bir güvenin sonucu değil midir?

Sonra bir an durdu ve ‘yalnızlık’ kelimesini aldı eline. Yahut tuttuğu elinden alıp diğerine verdi. En başında azalttığı hâlde kalan fazlalıklarını attı sözün üstünden. Cümleden atılanlar, atılamayanların omzuna yeni bir sorumluluk bırakıyordu. ‘Kendini fedâ etmek, camlarının kırılmasına müsaade etmek, ağırlıktan daha önce hafifliklerinden kurtulmaktı hayatın’ cümlesi kalıyordu geriye…”

Ferhat Bey, daha önce dinlemiş hissi uyandıran mektubun bu bölümünü içinden şöyle devam ettiriyordu:

“Aslında biliyordu, haklı bir yerdeydi. Doğruyu çok benimsemenin getirdiği yer doğru olunca, hayatla buluşmalarında da aynı tonda karşılık bulmak istiyordu insan belki de. Oysa o penceresi içe dönük bir evde yaşıyordu ve onun hayatı bir adım geriden takip etmekte hakkı vardı.”

Ömer Faruk ağabeyin, “Efendim, teşekkür ederim arkadaşlığınız için” sözü ve o meşhur tebessümü ile yolun bittiğini anlamıştı Ferhat Bey. Mektuba bir virgül daha koyarak kendi gerçeğine dönüyordu. “İnsanı ve onun hayâlini kıran şey, muhakkak bir hakikat olmalı; ama neyleyim ki, her zaman böyle olmuyor, insan güzel bir şey yaşasa arkasından bir başka şey gelecek ve o havayı değiştirecek nasıl olsa” düşünceleri yakasını bırakmasa da, o artık cesareti, “hayâl kırıklıklarından kendine yeni bir dünya kurmayı göze almak” olarak değerlendiriyor, hayatı kesintiye uğratmak ile onun akışına uymak arasındaki gizeme daha emin adımlar atıyordu.