Gitmeye geldim!

Yola çıkacağı günün sabah ezanında kapı usul usul çalıyordu. “Uykumdayım herhalde” deyip tekrar uyumaya çalıştı ama çalan kişi vazgeçmiyordu. Kalktı, üstüne yalapşap bir şeyler geçirip koştu. “Kim o?” dedi sessizce kızlar uyanmasın diye. “Malik ben. Aç!” diyordu dışardaki ses. Kızlar değil ama içindeki serçe uyanmış, daha hızlı kanat çırpıyordu. Kalbi aklından yardım istiyordu ama o karmakarışık, ekranlardaki Suriye gibi olmuştu…

KÜBRA, soğuk bir Aralık gecesi yatmadan önce haberlere bir göz atmak için oturdu. Esad’ın Rusya’ya kaçtığını yazıyordu. Gözünün gördüğünü kulağı yalanlıyor, ardından kulağı gözünü iknaya çalışıyordu. Zulmünü elli üç yıldır ülkenin insanı şöyle dursun, taşına toprağına bile içiren zalim, şimdi perdeyi kapatacak mıydı yani!? Bu karmaşada uyuyamazdı. Az önce hafif kıvırdığı yorganı “Sen boşuna bekleme” der gibi bir eda ile geri kapattı. Sanki daha gerçekçi haber verecekmiş gibi gidişatı TV’ den izlemeye kara verdi.

Nihayet saat dörtte Şam’ın merkezinde halk ve mücahitler “Hurriyye!  Hurriyye!” diye bağırıyorlardı. Arkasına yaslanıp “Beyler! Bu iş buraya kadarmış” dedi. Ama oturmak ne mümkün. Odanın içinde dolanıyor, pencereye gidiyor, karanlığa bakıp tekrar oturuyordu. Bir tek kendisi biliyor olamazdı. Bunu biriyle paylaşmalıydı. Eşini uyandırıp “Suriye halkın eline geçmiş” dedi. Ne alacağı cevapla, ne de onu anlayıp anlamamasıyla ilgileniyordu. Şükür namazı kılarken aklına Talya geldi. “Talya! Tabii ya…” Duymuş olabilir miydi? Duymadıysa en çok onun hakkı vardı bilmeye. Doğruldu telefona. “Abla çok zor uyuyorum, geç saatlere kadar kalıyorum” dediği aklına gelince vazgeçti.

Sabah ezanıyla birlikte geçici hükümetin kurulduğu haberlerden duyuruluyordu. Kübra saatlerdir nefes almıyormuş gibi derin bir nefes aldı. Helva yapıp Talya’ya gitmekti niyeti.

Son sınıfken İlahiyat Fakültesi’nde gölgesi elli, atmış adam alır bir çınarın dibinde görmüştü Talya’yı. Herkes ayazdan kendini kafeye atmış o ise bir başına adresi meçhul yerlere dalıp gitmişti. Yüzü o kadar yaşamıyordu ki mimikler çok derinlere hapsedilmiş gibiydi. Uzun kirpikleri gözlüğünü ittirip neredeyse burnunun üstüne indirecekti. Omuzlarından aşağılara kadar dökülen feracesinin içinde incecik bedeni portmanto askısı gibi duruyordu. Upuzun bacaklarını birbirine dolamış öylece oturuyordu. Kübra ikisini de ısıtacak sıcaklıkta bir tebessümle oturdu yanına. “Ben de üşümüyorum” diye gülüşmüşlerdi. Öyle canca konuşuyordu ki samimiyeti konuşmakta zorlanışını arada Arapçaya kaçışını çok tatlı hale getiriyordu. Babası dikta yönetimi tarafından sınır dışı edilince maaile gelmişlerdi Türkiye’ye. Bir de abisi vardı. “Ailecek buradasınız ama neden çok üzgünsün?” diye sormuştu Kübra. Çok uzakların bilgisini uzaklara bakarak verebilirmiş gibi gözlerini kısarak “Ben nişanlıydım” demiş, Kübra da yutkunmuştu onunla birlikte. 

“Malik üç senedir Sednaya hapishanesinde. Babası bir kahvede ‘Bütün ülkenin petrolünü tek bir aile yiyor’ dedi diye bir gece alıp götürülüyor. Günlerce arıyor Malik. En sonunda Sednaya’ya sormaya gittiğinde onu da alıyorlar. Bir ay önce görüşmek üzere oraya gittim. Bana nişanı attığını, kendime yeni bir hayat kurmazsam hakkını helal etmeyeceğini söyledi. Babası işkencelere dayanamamış, gözlerinin önünde vefat etmişti. Çok üzgündü. Hiç yüzüme bakmadı. ‘Benden sana hayır yok’ deyip gitti. Ben gördüm. Boğazındaki adem elması kocaman olmuştu. Yutkunamıyordu bile. Gerçek istediği bu değil. Biliyorum. Ama aileme anlatamıyorum. Şimdi babam dersten çıkınca onunla yalnız konuşmaya çalışacağım çünkü annem onu çok etkiliyor.”

Kübra o gün derdine çare olamamıştı ama kardeşinin bu çaresizliğine dost olmaya karar vermişti.

Helvayı yakmamak için durmadan karıştırıyor, diğer yandan kafasından Talya’lı anılar sıralı vagonlar gibi geçiyordu. Talya duygularını susturup, büyüklerinin tavsiyelerine teslim olmuştu nihayet. Babasının kendisi gibi âlim olan bir arkadaşının oğlu ile nişanlanmıştı. Annesi, babası çok mutluydular. Bütün hazırlıklar bitmiş kına gecesi gelip çatmıştı. Nişanlısı o sabah dışarı çıkarmış, otururken elini tutmaya çalışmıştı. Talya henüz nikâhları olmadığını söyleyip karşı çıkınca koca kafenin ortasında basbas bağırıp “Senin aklın hâlâ o teröristte. Ben bu şartlarda evlenemem. Ne halin varsa gör!” deyip çekip gitmiş. Talya o gün kapısına geldiğinde öyle ağlamıştı ki adeta gökyüzü de ona eşlik etmiş, ruhu da bedeniyle aynı anda ıslanmış gibiydi. Sessiz çığlık nasıl bir şeymiş görmüştü Kübra. Talya ağzı açık bağırıyor ama sesi çıkmıyordu. Kübra’ya yine dostunun çaresizliğine arkadaşlık düşmüştü.

Aradan geçen üç ayın sonunda 2014 yılının Mart ayında bir sabah Malik Talya’yı aramıştı. Mücahitlerin ayaklandığını ve kendilerini cezaevinden kurtardığını bir nefeste söylemiş, diğer nefesini “Evlendin mi?” sorusuna ayırmıştı. Talya’nın cevabı “Yarın geliyorum”olmuştu. Hatta sabredememiş, Kübra’nın iş yerine terliklerle gitmiş, müjdeyi vermişti. “Ne sevinçti ama!” dedi Kübra. Sarıldığında kalbi neredeyse onun kalbini de baştan çıkarıp, onu da peşinden Halep’e götürecekti. “Allah dilemedikçe kimse bir şey dileyemiyor”demişti dostunun haline bakarken.

Talya hemen evlenmişti. Halep, Suriye’nin diğer yerlerine oranla daha yaşanılabilir durumda idi. Babacığı kızının gözlerinin yeniden yeşillenmesine sevinmişti ama güzel yavrusunun gidişi onu sarsmıştı. İkinci kızı yeni doğmuştu babası vefat ettiğinde. Cenaze için Türkiye’ye gelmeye karar vermişti. Artık olaylar iyice sarpa sarmış, Halep’e bile sıçramıştı. Malik “Sınır kapıları çok sıkıntılı ama bir yol bulacağım” demişti.  

“Ah Talya’cığım, sınıra yakın bir köyde tam bir ay iki küçük kızıyla sefil olmuştu” diye iç geçirdi helvayı sofra bezine sarıp dinlenmeye bırakırken… Ağlayarak anlatmıştı ona bazı ailelerin çok gaddar olduğunu, yemek bile vermediklerini. Ama bazı kadınların da çok merhamet ettiklerini. Anneciği tekrar Malik’e döndüğü için kırılmıştı ama torunlarına kavuşmak unutturmuştu her şeyi. Büyük kız Gada’yı okula başlatmak kolay olmuştu. Kübra, kendi kızını mezun eden öğretmene yazdırmıştı. Çok merhametli bir kadındı.

Çocuklar, Gada’yı ilk günlerde çok ağlatmışlardı. “Niye ülkenizi bırakıyorsunuz? Burası bizim!” diyerek aslında kendi temiz ruhlarına uymayan, büyüklerinden duydukları sözlerle sıkıştırmışlardı. “Okula gitmeyeceğim” diye çantasını balkondan atınca öğretmeni duruma el koymuştu. “Geçti… Hepsi geride kalacak canım benim” dedi tekrar televizyon karşısına geçerken. Malik geldi aklına birden. “Acaba o da serbest kalır mı?” dedi.

Malik, Talya geldikten bir ay sonra çatışmada yakalanmıştı rejim askerlerince. Sonrasında iki yıl sağ mı ölü mü olduğunu bilmeden beklemişti Talya. Devletinin baskısıyla serbest bırakılan bir İngiliz askeri getirmişti sağ olduğu haberini. Adamcağız ellerinde sekiz yıl boşu boşuna kalmıştı. Olayın tek güzel yanı Müslüman olmuş olmasıydı. İlk iş olarak gelip Talya’yı ve çocukları ziyaret etmiş, “Babanız sizi çok seviyor” demişti. Talya’ya gizlice “Sakın buraya gelmeye kalkmasın, eşleri yakalayıp önlerinde tecavüz ediyorlar” diye fısıldamıştı. Kübra’nın burnunun direği sızladı. “İnşallah hâlâ sağdır ve hayırla kavuşurlar” diye dua ediyordu ki zil “Sakın susma!” der gibi aralıksız çalmaya başladı. Aslında son derece rikkatli olan Talya ne uyanacak olanları, ne de rahatsız olabilecekleri düşünecek halde değildi. Kübra koştu kapıya. Talya’ydı gelen ve kapıyı açar açmaz üstüne yığılıverdi. Kapıya zorla tutunmasa Kübra, yere yuvarlanacaklardı. “Hurriye!” diyebildi Talya, gülüyordu, sonra ta karnından gelen nefesi tekrar yutarken “Zafer!” diyordu. Kübra hem sevincine katılıyor, hem de hiç duymadığı bu zafer hıçkırığını anlamaya çalışıyordu. Evet, arkadaşı tuhaf bir şekilde zafer hıçkırıyordu.  

Bunca yıldır tanıdığı dostunun hiç bu kadar güldüğünü görmemişti Kübra. Olaylara, Talya’ya, duyup izlediklerine hâlâ inanamıyordu. Helva tabağını önüne çekerken başladı anlatmaya. “Gidip Malik’i bulacağım. Sonra evimiz duruyor mu? Teyzemlere gitmeliyim. Nejla da Sednaya’da biliyorsun.” Teyzesinin kızı Nejla da kardeşi yüzünden alınmış, “Beşar Allah’tır” demediği için tecavüz etmişlerdi. Allah’tan kardeşi işkencede ölmüş o korkunç sahneyi görmemişti. Bunu da yine aynı gazeteci anlatmıştı. Talya zihnindeki vahşetten kurtulmak ister gibi kafasını iki yana sallayıp, “Ben gelinceye kadar kızlara bakar mısın? Sana ne çok zahmet veriyorum. Allah’ım bize yardım et! Annem bakamaz kızlara. Ha olur mu? Bunu yapar mısın?” O kadar peş peşe dizmişti ki cümleleri, Kübra gözünü dikmiş, bakıyordu. “Biliyor muydunuz?” dedi. “Neyi?” diye sordu Talya. “Esat’ın düşeceğini biliyor muydunuz?” diye tekrar etti Kübra. “Hayır” dedi   ve geldiğinden beri ilk kez sustu. “Ama her şeyi düşünmüşsün. Ben de zannettim ki…” Sözünü bitirmesine izin vermedi. “Dostum” dedi, “Ben yıllardır bugünün gelme ümidine tutundum. Ve mutlaka geleceğini biliyordum. Ama görüp göremeyeceğimden emin değildim. Çok şükür, çok şükür!”. Heyecanlanınca dili yalpalamaya başlamıştı yine. Sözcükler böyle zamanlarda ağzından hep bozuk çıkardı.

Kübra dostunun gözlerindeki gidiş yolunu görmüştü. “Acaba bir yanı hüzün, bir yanı mutluluk mu oluyor güzel günlerin hep?” diye mırıldandı. Ama tüyleri bile sevinmiş bu güzel insanın gülüşleri dağıtıverdi kafasındaki endişeleri. Kendini toparlayıp “Bence şu an karar verme” dedi. İkisi de haberlere çevirdiler gözlerini.

Talya sakinleşmiş, çocukları okula göndermek için eve dönmüştü. Çocuklar anneannelerinden her şeyi öğrenmişlerdi. Okul çantası hazırlamak yerine valiz hazırlamaya başlamışlardı. Annelerini görünce öyle sarıldılar ki, bu üç ruhun sevincine sanki melekler de katılıyor gibiydi. Onları izleyen kuşun, kendini kafeste bir o tarafa bir bu tarafa vurmasından ürktüğü belli oluyordu. Büyükanne de “Allah’ım bizi birleştir, bize vahdet ver. Gücümüzü arttır!” diye dua ediyordu.  Gada’yı sağ koltuğuna, diğerini sol koltuğuna alıp yere oturdular. Gada bağırdı. “Gidiyoruz değil mi anne? Artık bizim de bir ülkemiz var.”Talya “Evet kızım, her yeri yıkılmış da olsa bizim de bir ülkemiz var. Evet, gideceğiz ve de enkazları temizleyip yeniden evlerimizi yapacağız” dedi. Konuşmasına kendisi güldü bu kez de...

Gada sınıfa bir başka girmişti o gün. Omuzları genişlemiş, her zaman yana yatık duran başı boynunun üstünde daha dik bir pozisyon almıştı. Bacakları belinden uzaklaşmış, boyu birden uzayıvermişti adeta. İlk kez o gün sığınmacı olarak değil, misafir gibi oturmuştu sıraya. Herkes bilsin istiyordu “Acaba haberleri oldu mu?” diye düşünürken arka sıradaki Mert, “Gidecek misiniz?” diye bağırdı. Gada, döndü “Tabii ki” dedi. Melisa vardı yanında “Mert, evlerine sen mi oturacaksın, sana ne?” dedi. Hemen arka sıradaki Ozan, Melisa’nın saçını çekti. O sırada Gamze ile Betül Gada’ya sarılmış “Gitme ne olur. Biz seni çok seviyoruz!” diye ağlıyorlardı ki öğretmen sınıfa girdi.

O gün İstiklal Marşı okuma yarışması yapılacaktı. On kıtasını en güzel ezbere okuyana ödül vardı. Okumaların sonunda Gada ile Ceren birinci oldular. Gada okurken o kadar güzeldi ki öğretmen ağlayışını saklamak için pencereye dönüp, “Allah’ım bu yavruya kendi hürriyet marşlarını okumayı da nasib et!” diye dua etti. Sonra da bu iki güzel çocuğu uzun uzun alkışladılar.

Gada, parmak uçlarında bir balerin gibi uçmuştu eve. Anneannesinden öğrendiği “Sanagtalie alzulmun min külli wad/ zulmü her vadiden kaldıracağız” marşını mırıldanıyordu. Evdekiler ekrana gömülmüş “Elhamdülillah, Elhamdülillah!” diyerek gözleri yaşlı, burunları kızarmış vaziyette Sadnaya hapishanesinin duvarlarının yıkılışını izliyorlardı. Talya her görüntüyü durdurup iyice inceliyor, tanıdık var mı, Malik olabilir mi diye dikkat kesiliyordu. Gada ise her erkek fotoğrafına “Babam mı acaba!” diye yoğunlaşıp ta küçükken zihnine kazıdığı baba hayali ile eşleştirmeye çalışıyordu.

Haberleri ilk duyduğundan beri Talya’nın içine bir serçe kaçmış, ne zaman gözü dalsa içinde çırpınıyor, kanatları canına batıyordu. Televizyondaki Suriye’ye gidiş konvoylarını görünce içi çalkalanmış maden suyu şişesi gibi kabardı. “Allah’ım Filistin’e de göster!”dedi. Gitmesi gerektiğinden iyice emin oldu. En başta düşündüğü gibi önce kendisi gidecek, sonrasına bakacaktı. Biraz yemek yapmalıydı eve. Annesi yaşlı idi ve yapacak durumda değildi. Gada’nın öğretmeniyle konuşması gerekti. Bütün bunlar için iki gün sonra yola çıkmayı planlayıp uyudu.

Yola çıkacağı günün sabah ezanında kapı usul usul çalıyordu. “Uykumdayım herhalde”deyip tekrar uyumaya çalıştı ama çalan kişi vazgeçmiyordu. Kalktı, üstüne yalapşap bir şeyler geçirip koştu. “Kim o?” dedi sessizce kızlar uyanmasın diye. “Malik ben. Aç!”diyordu dışardaki ses. Kızlar değil ama içindeki serçe uyanmış, daha hızlı kanat çırpıyordu. Kalbi aklından yardım istiyordu ama o karmakarışık, ekranlardaki Suriye gibi olmuştu. “Küçük kızının adı ne?” dedi ama bunu ne ara düşünebildi, hatırlamıyordu. “Talya, benim, Ayşe’yi de özledim!” der demez kapı açılıverdi. Eli ne zaman anahtarı çevirmişti, anlamamış, karşısındaki Malik’e bakakalmıştı. İçindeki kanat çırpan da susmuştu. Malik atladı boynuna, sarıldı, “Gitmeye geldim!” dedi…