Girdap

Sevdiğinin, muhabbet duyduğunun, yavrunun bakışlarından neden etkilenirsin? Çünkü o, sana günahsızca bakar. Peygamberî bir hasletle yani… Sevgiyle bakar. Aşk ile… O dem, o siyah nokta öyle berraklaşır ki... Yaralanır, ölürken böyle dirilirsin!

-İlk emanete…-

ŞİMDİ beşiğinde… Sallıyorum…

“Az önce sen ağlatmıştın beni” demiyor… Şu an tebessümde…

Gözlerinde güneşe benzer bir sıcaklık ve güneşe benzer bir aydınlık var şimdi. Zülkarneyn’im olmuş da demirlerini eritiyor içimin.

Bütün Yecücüm-Mecücüm, şimdi dağlarımın ardında hapis…

O, muhabbet diyârından binbir zahmetle gelen… Senin için müthiş bir çileye katlanarak senin dilini öğreniyor. Sırf seni sevdiği için… Ne acı!

Bir an olsun, onun dilini öğrenmek için gayret göstermiyorsun. Öyle ya, nasılsa kursu da yok. Bahanen hazır… Varsa yoksa “anne” desin, “baba” desin…

Sese ihtiyaç yok yalnız… Bakışları, seni sonsuzluk bucağında uçuruyor. En güzel mânâyı fikrediyorsun şimdi… O güzelim gözün bebeği oluyorsun bir anda… Artık bebek sensin. Sen bir noktasın! Simsiyah… Bir… Nokta…

Kimsenin görmediği ve bilmediği, tepesinde bir emâresi de olmayan, uzak ve derin bir yerdesin şimdi…

Öyle ya, toprağın altındasın…

Belki mezar… Belki de gibi…

Şimdi bak! Kim küçük, kim aciz, kim fakir, kim muhtaç? Sen! Milyonlarca yıldır tam da burada beklemektesin. Hem korku, hem de hasret içinde…

Ve bir an bir foton çarpıyor çekirdeğine… Şakağına, göğsüne filan bekleme, sen noktasın! Bin yıllık alacağını tahsile gelen bu ışın parçası, kendinde en değerli bildiğin şeyi alıp gitti bir anda: Canını…

Öldün mü yani? Evet!

Zaten bulunduğun yer mezardı, en azından gibiydi… Fark etmedi…

***

Sonra günahsız, elleriyle karnını deştikçe bilinmeyenin, seni keşfetti nihâyet. Lâkin bu sen, eskisi değilsin şimdi. Canını haczettiği an, seni bir anlık aydınlığa kavuşturan o foton, aynı zamanda seni alabildiğince yakmış meğer. Simsiyah sen, içi-dışı bir olan bir cisim oluvermişsin.

Beşik sallanıyor… Bakışlar aynı demde… Fakat şimdi ses var her yönden gelen…

Burası, ben diyeyim “Tuva”, sen de ki “Taff vadisi”…

Bu ses, bütün dağlarımın ardından yankılanıp geliyor. Kaç tane Kaf’ım varsa, o kadar masalı başlatıyor bu ses, “Bir varmış, başka yokmuş!” diyor…

Hani âşık olunca, hani derde düşünce, hani imana gelince, Üstad’ın yazdığı gibi, “Bana yakan gözlerle bir kerecik baktınız” dersin ya sevgiline, dostuna, babana veya annene, yavruna, rehberine… Daha ötede, meselâ O’na (sav)…

Karşısındasın… Gönlün bir kasnak olmuş ve muhabbet dokunuyor sînene… İşte o, tam da öyle bakıyor!

Önde o delen gözler yakıyor canını, acıtıyor, ama arkada desen desen bir güzellik… Sevdiğinin, muhabbet duyduğunun, yavrunun bakışlarından neden etkilenirsin?

Çünkü o, sana günahsızca bakar. Peygamberî bir hasletle yani… Sevgiyle bakar. Aşk ile… O dem, o siyah nokta öyle berraklaşır ki... Yaralanır, ölürken böyle dirilirsin!

Ölmeden önce ölünce, kömürken elmas olursun…

“Yek nazâr eylese ârif-i billah/ Aslı kemhâreyi mücevher eyler”

Güzel yavrum, aşkı okuduğum kitabın gündüzü sensin!


2012, Denizli