AYNAYA bakarsın her
sabah, istekli veya isteksiz… Uykudan mahmurlaşmış gözlerin gördüğü, ekşimiş
bir yüzdür çoğu zaman. Zaman zaman da gece görülen rüyaları aynada yüzüne karşı
tekrar ederken, yüreğinde geceden kalan ürpertilerdir gözlerine yansıyan… Fark
etmezsin siyah veya sarı saçların ahengini veya ahenksizliğini. Her şey
normaldir sanırsın uzun yıllar. Ama bir gün bir aklaşma hissedersin önce
yüreğinde, sonra şakaklarında, görürsün. Mutluluktur o an belki. O, olgunluktur
ve yaşanmışlığın ilk belirtisidir yüreğinde ve bedeninde.
Kemâle
erişmek için adımlanan yolda menzile yaklaşmanın da ilk işaretidir çoğu zaman.
Sonra iyice kırlaşır saçların, bıyıkların ve sakalın… O an kendini ilkbaharın
yamaçları yarı karlı, bakmakla doyulmayacak dağların yeşil yamaçlarına
benzetirsin. Dudaklarında tatlı ve biraz da buruk bir tebessüm donar. Bilirsin
ki, gelen yazdır ve karlar eriyecektir. Ne hoştur o manzara, değil mi? En
sıkıntılı anlarında öyle bir rüyayı feraha yorumlamak gibi… Çünkü bilirsin “başı
pare pare dumanlı dağlar”ı ve o dağlarda bir yiğit olmanın ne demek
olduğunu da… İşte kendini o hayâl ile yıllarca avutursun! Unutursun zamanın
içinden hızla aktığını ve aklaşma sürecinden sonra ivmenin yönünün sona doğru sabitlendiğini…
Bir
gün göğsündeki beyazlıkları fark edersin. Mevsim, yazdan sonbahara dönmüştür
artık. Bunu anlarsın. Sanki sonun fırtına öncesi sessizliğidir içinde duyduğun
o ses. Arkanda bıraktığın yıllarını düşünürsün bir an. Sık sık parmaklarınla
sıvazladığın burma veya badem bıyıklarına veya özen göstererek düzelttiğin
saçlarına yeniden dikkatle bakarsın. Yağmurun gecenin ayazından dolayı sabaha
doğru kristalleştiğini neden sonra hatırlayıp yeni bir sabaha uyandığını fark edersin.
Bazen
akları ayıklar, bazen boş verir ve “Olgunluğun simgesidir” düşüncesiyle “Kalsın!”
dersin. Hani gönül kırılınca “Mercimeği taşlı da yâr…” denildiği gibi, hayata
bir sitem gönderirsin. Ama sitemlerle de olgunlaşabileceğini unutursun.
Böylece
yıllar yıları kovalar, alıştığını sandığın bir günde kollarının birinde beyazlaşmış
tek bir “tüy” görürsün. O tek başınadır onca kara arasında. Hani sevdânın karası
nasıl ayırt ediliyorsa sevdânın mavisinden, o da öyle, tek başına… Yiğitçe ve
mağrurca… Artık kemâl döneminin de ortalarına gelmişsindir. Belki de bir geçiş
noktasıdır. Belki kırılma noktası... Hangi açıyla ne yöne kırılacaksın, onu çok
da bilemezsin. “İradem güçlü” dersin ama “takdirin tüm tedbirleri bozduğunu”
ihmâl edersin. Bir bakarsın, savruluyorsun bir sevdânın vadisinde yüreğin
hızına uyarak.
Yaşadıklarını
hatırlarsın, bir de yaşayamadıklarını. Hayat, doğrultusu ve yönü zamanla
değişen bir vektörmüş, yeniden anlarsın. Çünkü topladığında, elinde kalanın
küçüklüğünü anlarsın yıllar sonra. Hâlbuki çok ama çok çalışmışsındır. Nice
yağmurdan geçip dolulardan sağlam çıkmışsındır. Herkes okyanuslarda arınırken,
sen bir soluk nefesle arınmayı beklemişsindir. Bir tutam sevginin gölgesinde
bir kedi gibi kıvrılmayı ne çok istemişsindir. Başka güneşler vurmasın diye
ayaklarını karnına çekerek yıllarını da bir bir tüketip, “Bu son fasıldır ey ömrüm, nasıl geçersen geç” dizesine iradeni
teslim etmişsindir…
İstediğin
arınmaktır artık. Bulursan arınacak su, arınacaksın hemen. Ama unutursun tüm
suların da senle yaşlandığını ve her kaynağın başında bir gönül bekçisinin
oturduğunu. Ve kalakalırsın ellerin başını sıktırmış hâlde yeniden. Belki de
bir mutluluğa sessizce yol alıyorsundur...
Zaman
zaman o beyaz tüyün hayatı nasıl değiştireceğini düşünürsün. Her değişimin
nasıl bir doğum sancısı olduğunu inkâr edemezsin. Yüreğinin tenhalığına
sığınmak istersin. Bilirsin, arınmanın yegâne merkezi orasıdır. Çünkü orada
merkezî bir inanç alanı vardır; tabiî o alanları oluşturan kuvvetleri merkezden
uzaklaştırarak zayıflatmadıysan…
Bu
arınmak için belki de son bir işarettir anlarsın diye, ama hâlâ dünyevî
arzuların vardır. “Ben bir insanım, insanca sevdâm vardır” dersin. Aslında bilirsin
küçük hatâların saklı dünyalarda büyük yıkımlara neden olduğunu. Arınırsın ve
akabinde aranırsın. Korkar ve kaygılanırsın konuşmak için. Niyetin arayanlardan
arınmaktır çünkü. Ama niçin bunları düşünüp dostlukları sıraya dizesin ki? Bir
yerde tıkanırsın. Sıralamayı yapamazsın. Öncelik kimde; aklın önerdiği mi,
gönlünde taht kuran mı? O zaman imdadına tüm dostluklardan “eş dostluk
düzlemi” oluşturmak gelir aklına ve azıcık rahatlarsın. Bilirsin dostluklar
kopunca insanın yere çakılışının şiddetini de. Dostlukları, düşmanlıkları, dost
gibi sûretleri iyi tanırsın.
Artık
şunu istersin: “Bu son işaretten sonra yolun sonuna hatâsız varayım…” Onun için
daha sevecen, daha anlayışlı, daha katlanır ve kabul eder olursun. Hayatın hep
sevgi üzere olmayıp kabullerle devam eden süreç olduğunu sık sık tekrar
edersin. Hayatın sedâlarından birinde, “O eski hâlinden eser yok şimdi”
dizesiyle tekrar tebessüm eder ve o mısra ile kendini özleştirirsin…
Ve
aynaya bakarsın bir gün. “Oldum, oldum” dersin. Kendi iç dünyanda
olgunlaştığının kararını alırsın aynada yüzüne karşı. Ellerini saçlarına
dokundurup göğsüne nazar eder, bir nazar boncuğu gibi bileğinin kıvrımındaki o
aklaşan tüye bakarsın. Her aklaşmanın yürekteki ve ruhtaki değişimlerini iyi
okursun. Bilirsin insanın farklı toprakların farklı kaynaklarından alınan
sularla karılarak cisminin oluşturulduğunu. Rûhunun da tüm esintilerden
oluştuğunu… Anlamadıkların da oldukça çoktur. Meselâ aynı topraktaki elmaların
farklı tatları ve farklı topraktaki aynı lezzetleri gibi…
Yüreğin
de topraktan olduğunu bilirsin. Orada oluşan sevgilerin farklılığını da iyi
bilirsin. Hatırlarsın yüreğin içinde salınan sevdâları. Belki alt dudağın
bükülür âniden, belki de şükredersin gününe. Kim bilir, gönül kapını çalan bir
sevdâ nemlendiriyordur gençliğini arkada bırakmış buğulu bakışların. Ziyâsını
ve göz merceklerini ıslatanın hazzını yaşıyorsundur her sabah.
Hayat,
birçokları gibi seni de farklı vadiye taşımayı başarmıştır. Ama her vadi aynı
değildir; gezdikçe anlamışsındır. Giden gençliğin arkasından gelenin her zaman
hayat yolculuğu olmadığını fark ettirmeyecek dostluklara ve sevdâlara teşekkür
edersin. Bazıları çok yoğun, bazıları çok tenha geçse de… Gönlünün bahtına
çıkan bir duâdır, onu hep tekrarlarsın…
Bütün
bunların bilinciyle beraber, içindeki arzulardan da farkında olarak, onların
gençliğini kaybetme niyetinde olmadığı hissiyatında yaşarsın. Rûhun ve gönlünün
duâsını diline taşıyıp, bedenini seccâdenle bütünleştirirsin. Umutla seccâdeye
akıtacağın birkaç katrede arınmayı ve yeniden “olmayı” beklersin. Bir
zamanlar kapatıldığını düşündüğün yürek zindanında yanan fenerin aydınlığıyla mutluluğun
anahtarını ararsın.
Her
gün aynaya bakarsın. Her gün, yeni bir gündür. Gördüğün yüz, farklı bir yüzdür
ama çok da fark edemezsin. Tâ ki bir gün çok küçük bir ayrıntının seni
sarsmasına kadar… Giden gençlik değildir. Gelen, gençlik zırhını giyinmiş
olgunluktur.