PANDEMİNİN etkisiyle son
zamanlarda insanların “buralardan gitme” isteğini daha fazla dile getirdiğine
şahit oluyoruz. Bir gitmek arzusu peyda oldu, ancak daima bir ayak bağı söz
konusu. Şehre kazık çakacakmışçasına öyle sıkı bağlanmışız ki… Hiç gitmeyecek
gibi! Şimdilerde gitmek isteyip gidemiyoruz. Bırakılamayan şeyler bizi buralara
daha da düşman etti sanki.
Peki,
gitmek istediğimiz yerlerden ne umuyoruz? Oralarda ne var da bu kadar hasretini
çekiyoruz?
Kendi
gitme tecrübemden de yola çıkarak şunu söyleyebilirim: Gidip gördüm ki,
oralarda hiçbir şey yok. Ve tam olarak bu hiçbir şeye hasret kalmışız.
Sıradanlığa, herkes gibiliğe ve yalnızca kendi hayatımızın şahidi olmaya…
Oralarda
internet doğru düzgün çekmiyor, oralarda trafik gürültüsü duyulmuyor -çünkü
trafik derdi yok- ve gökyüzü gri renkte değil, toprak kokuyor, ağaç kokuyor, -temiz
hava kokusunu bilirsiniz- temiz hava kokuyor. Oralarda marketten online sipariş
veremiyor, komşunuzun tavuklarının yumurtasını yiyorsunuz. Ve oralarda sosyal
medya ilginizi çekmiyor, dolayısıyla dünyanın tüm kahrını anlık olarak
bilmiyorsunuz.
Sosyal
medyanın insanı yorduğu ve pandemi süreciyle birlikte de bu yorgunluğun tavan
yaptığı bilinen bir gerçek. Zaten yapılan araştırmalar da pandemi sürecinin
insanlarda sosyal medya kullanma ve haber alma isteğini arttırdığını ve
katılımcıların yarısından fazlasının sosyal medya kullanma isteğinin, yüzde 70’ten
fazlasının ise haber takip etme isteğinin arttığını ortaya koymakta. Fakat
gittiğiniz oralarda bir siz varsınız, bir de “Beni dinle!” diye bağıran kâinat.
Kâinatın sesine kulak verdikçe diğer tüm suni seslere sağır olmaya başlıyorsunuz.
Şahitliğiniz, dolayısıyla da yükünüz azalıyor. O köy kadar oluyorsunuz, dünya
kadar değil. Derdiniz de, endişeniz de köyünüz kadar oluyor. Dünyanın yükünü
sırtlanan şehir insanı için köyünün yükü bile “Oh be!” dedirtiyor.
Tabiî
sözlerim yanlış anlaşılmasın, “Dünyaya kulak tıkayalım” demiyorum. Dinlenmek
için “bir süre” uzak kalmayı kastediyorum. Dünyanın bitmeyen kahrı, elimizden
bir şey gelmeyen hâdiseler, sabrımızı taşıran zulümler, boğulmaktan başka bir
şey katmayan haberler, siyâsî kargaşa ve birbirine girmiş her şeyden bir süre
uzak kalıp tefekkür etmek, dinlenmek, tatil yapmak… Yoksa farkındayım,
dünyadaki her derdin, sorunun, hem faili, hem mefulüyüz. Ve dünyadan kaçarak
kurtulamayız…
Ancak
araştırmalar da gösteriyor ki, pandemi sürecinin başından itibaren insanların
yüzde 67’den fazlası gelecekten endişeli; hayatın anlamını sorgulama
durumlarında artış meydana geldi. Bu yüzden sakinliği, yeşili, maviyi ve kâinatın
sesini arıyoruz artık. Çünkü şehirlerde o kadar çok birbirimizle ve bizi
ilgilendirmeyen şeyle meşgulüz ki… Evlerimize tasa, stres ve kalabalık
taşıyoruz. Sokaklarda, çarşılarda, herhangi bir kurum veya market kuyruğunda ve
en çok da trafikte birbirimize karşı o kadar tahammülsüzüz ki…
Şehirden
şikâyet ettiğimiz ne varsa bunun bir parçası olup, boğulduğumuzda da bu
aidiyetten kaçmayı çözüm edinmeye başladık. Artık hiçbir yere ait hissedememe
şikâyetleri, obsesyona varan düşünceler, anksiyete ve panik atak krizleri,
uykusuz geceler, bizi “buralardan gitmeye” mecbur bıraktı. Çünkü buralarda eve
girerken tüm şehri getiriyoruz beraberimizde.
Öyle
bunaldık ve yorulduk ki, bu yaz tatil bir keyfiyet değil, zaruret olacak gibi
görünüyor. Tatilin adı, salt “gitmek” oldu. Gidelim de nereye olursa olsun! Biz
gidelim bu şehirden. Gelin, buralardan gidelim hep birlikte ve bolca tefekkür
edelim gittiğimiz yerlerde, “Neresindeyiz bu fotoğrafın?” diye hesaba çekelim
kendimizi. Gidelim; ruhumuzu ve düşüncelerimizi alalım yanımıza. Başımızı
ellerimizin arasına alalım.
Gittiğimiz gibi döneceksek, bir gidiş olmayacaktır bu. Yer değiştirmek değil kastım, fizikî bir gitmenin çok ötesinde, anlamlı bir gitmek… Gidelim, ancak geri döndüğümüzde kalacak hâle getirelim buraları. Yeni dünyanın düzenine kâinatın faydasını gözeterek katkı sağlayalım ki boğulduğumuzda gidecek yerimiz olsun!