“Gidecek” hayâlinden gidenler partisine

Mesele, yeni partilerin kurulması meselesi değildir. Mesele, 2011 yılından buyana “Erdoğan gitti gidiyor” diye bekleyip de Erdoğan gitmeyince gidenlerin neyi hesapladığı meselesidir! Burada iki şeyi sorgulamamız lâzım: Birincisi, bu gidenler, 2011’den sonra mı ayrıştı, yoksa başından beri ayrı dünyaların insanlarıydılar da farklı sebeplerle mi Erdoğan’ın yanında yer aldılar? İkincisi, kendileri için nasıl bir zemin hazırlandı ki böyle bir adım atmaya karar verdiler?

AK PARTİ’de trenden inenler, yeni siyâsî arayışların ardından yavaş yavaş partileşmeye başladılar. Eski Başbakan Davutoğlu, Gelecek Partisi’ni kurdu. Yakın gelecekte de Babacan, Abdullah Gül gölgesinde partisini ilân edecek. 

AK Parti’den daha önce de kopmalar yaşanmış, yeni siyâsî istikamet arayışına girenler olmuştu. Böyle şeyler demokrasinin ve siyâsî yapılanmaların doğasında var. İnsanlar 20 yıl evli kaldıkları eşleriyle görüş ayrılığına düşüp ayrılıyorlar, partilerde Katolik nikâh arayacak hâlimiz yok. Dolayısıyla gidene, sitemin dışında yapacak bir şeyimiz olmaz.

Bu kadar uzun soluklu ve çetin siyâsî mücadelenin ardından yaşanan bu ayrılıkları irdelemek, yakın mâzide yaşananları değerlendirmek, herkesin hakkı tabiî.

AK Parti çok çetin dönemde iktidara geldi. İç ve dış vesâyetin zirvede, ekonominin dipte olduğu, insanların umutlarının tükendiği bir dönemde AK Parti iktidara geldi. Zorluklar AK Parti’de kenetlenmeyi de beraberinde getirdi. Ahmet Necdet Sezer eliyle vesâyet kılıcı sallandıkça, AK Parti refleksini geliştirdi.

İlk ciddî saldırı Cumhurbaşkanlığı sürecinde yaşandı. Erdoğan, büyük bir siyâsî manevra ile bu saldırıyı atlattı. İkinci büyük saldırı, kapatma dâvâsı ile geldi. Bu saldırıyı da yara alarak atlattı AK Parti.

Erdoğan bu saldırılarla boğuşurken, Fetullahçı hainler, ince ince ağlarını örüyorlardı. Vesâyetten kurtulma aşamasına gelen Türkiye’yi kendi vesâyetlerine almak isteyenler, 2010 yılı Anayasa'da değişiklik işleminden sonra açıkça FETÖ kartını kullanıma açtı. Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığı, bunun için en büyük kolaylıktı. Üst düzey bürokrasiden üniversitelere kadar “Gül kartı” bütün kapıları sonuna kadar açtı. Bunları bir Fetullahçılık imasıyla yazmıyorum. Daha ötesinde şeyler var...

2011 seçimlerinde Fetullahçılar milletvekili olmak için akın akın aday adayı oldular. Burada da yine Erdoğan’ın siyâsî zekâsı devreye girdi ve birkaç ismin dışında hiçbir Fetullahçı milletvekili seçilemedi. 2011 seçimlerinin ardından artık kavga açığa çıkmaya başladı. Ancak Erdoğan’ın bir dezavantajı vardı. “Kardeşim” dedikleri bu kavgada Erdoğan’ın yanında durmadılar. Duranlar bile duruyormuş gibi yaptılar.

O günlerin bakanlarını şöyle bir hatırlayalım…

Adalet Bakanı Sadullah Ergin, İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin, Sanayi Bakanı Nihat Ergün, Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, İçişleri Bakanı Beşir Atalay, Yardımcısı Ali Babacan, Millî Eğitim Bakanı Ömer Dinçer...

Bunlar, bugün açıkça bayrak açan isimler... Bugün bayrak açmamış gibi görünüp bunlardan farklı düşünmeyen daha çok isim var ama mesele isim değil!

Evet, siyâsî hayatının en çetin mücadelesini verdiği dönemde, Erdoğan'ın yanında bu isimler vardı. “En çetin mücadele” diyorum, çünkü ondan önce mücadele ettikleri, karşısında idi. Tâbirimi mazur görün, düşman karşı cephedeydi ve netti!

2011 yılından sonra işler değişti. Artık içerideki düşman harekete geçti. Kimin dost, kimin düşman olduğunun belli olmadığı bir dönem başlamıştı...

***

İşte bu tarihten sonra “Erdoğan gidecek” hayâlleri kurulmaya başlandı. Önce Erdoğan’ın sağlık sorunları olduğu iddia edilerek “İki yıl ömrü kaldı” denildi. Ardından “Küresel nizâmın sahipleri, Erdoğan’ı çizdi, öyle ya da böyle gidecek” demeye başladılar. Bu çerçevede ilk adım, 7 Şubat 2012’deki MİT kumpası ile başladı.

Fetullacılar, Hakan Fidan’ı Erdoğan’a ulaşmak maksadıyla yakalamaya kalkıştılar. Abdullah Gül de Fidan’a teslim olması yönünde telkinde bulundu. Erdoğan’ın devreye girmesiyle bu saldırı püskürtüldü. 

İkinci kalkışma, Gezi terörü ile başlatıldı. Geziciler alenen Erdoğan iktidarını hedef alırken, “Erdoğan’ın gideceğine iman edenler” bıyık altından tebessüm ederek, Geziciler için “iyi çocuklar” güzellemesi yapıyorlardı. Hattâ onları anlayışla karşılamak gerektiğini söylemekten bile imtina etmediler.

Fetullahçı hainlerin ustaca el altından yönettiği Gezi Kalkışması da atlatıldı, ama ekonomi başta olmak üzere ciddî bir toplumsal yara açıldı. Açılan bu toplumsal yarayı fırsat bilen Fetullacı hainler, üçüncü kalkışma için harekete geçerek 17-25 Aralık operasyonunun düğmesine bastılar.

17 Aralık sabahı hepimizin hatırladığı sahneler yaşanırken, dönemin Cumhurbaşkanı Gül, İngiltere günlerinden arkadaşı Fehmi Koru’yu Pensilvanya’ya göndererek 25 Aralık’ın başarıya ulaşması için zemin hazırlamaya koyuldu. Fehmi Koru, Pensilvanya'dan sözde sulh mektubu getirdi 24 Aralık’ta.

Eğer Erdoğan sulh mektubu tezgâhına gelip direnci gevşetseydi, bugün çok farklı şeyler konuşacaktık; yaşama ihtimaliz var idiyse tabiî... 17-25 Aralık'tan sonra yepyeni bir evreye geçtik. Artık Fetullacı hainlerin devlete sızarak yaptığı kötülüklerle yüzleşmeye başladık. Her gün yeni skandallarla karşılaşıyorduk...

Ortaya çıkan skandallar arasında şüphesiz en fecisi, Fetullacıların, Cumhurbaşkanı başta olmak üzere devletin en üst kademesini de dinlemiş olmasıydı. Abdullah Gül’e, “Efendim, Fetullacılar sizi de dinlemiş, ne diyeceksiniz?” diye sorunca Gül, tarihe geçecek cevabını vermişti: “Dinlesinler, benim gocunacak bir şeyim yok!”

Evet, bir ülkenin Cumhurbaşkanı, bir terör örgütünün kendisini dinlemesine bu cevabı verdi!

Erdoğan’ı yalnız bırakanlar, ne hikmetse AK Parti’deki koltuklarına yapışıp kalıyorlardı. Çünkü “Erdoğan’ın gideceğine” iman etmişlerdi. Erdoğan gidecek, parti onlara kalacaktı…

Erdoğan Cumhurbaşkanı seçilince, biraz kendi aralarında görüş ayrılığına düştüler ama sonra yeni bir yol haritası belirlediler kendilerine.

7 Haziran seçimleri onlar için büyük bir heyecan oluşturdu. Tabiî uzun sürmedi. Yeniden Erdoğan’ın siyâsî dehâsına mağlûp oldular. Bu kez, “Bari Erdoğan’ı partiden uzaklaştıralım” hesabına girdiler. Tekrar Erdoğan’ın siyâsî zekâsına tosladılar.

***

15 Temmuz mevzusu çok uzun ama bir hatırlatma yapmakta fayda var…

Erdoğan’ın gideceğine iman edenler, o gece Erdoğan yayına çıkana kadar hiç ortalıkta görünmediler. Erdoğan’ın meydan okumasından sonra ekranlarda boy gösterdiler. Çankaya’dan indikten sonra AK Parti’nin hiçbir davetine icabet etmeyen Abdullah Gül, ilk kez 15 Temmuz’dan sonraki kuruluş yıl dönümü etkinliğine “malûm” ekibiyle boy gösterdi. Sonrasını hepimiz biliyoruz...

Anayasa değişikliğinin ardından “Partili Cumhurbaşkanlığı”, siyasetteki beklentileri tersyüz etti.

Abdullah Gül için bir siyâsî büyüğümüz, “Abdullah Bey, meyveyi görmeden taş atmaz, hattâ meyvenin düşeceğinden emiz olmazsa yine de taş atmaz” demişti.

Gül, 24 Haziran Seçimleri'nde meyveyi gördü, taş atmaya niyetlendi, Meral Akşener adaylıktan çekilmediği için meyvenin düşmeyeceğini düşünerek taş atmaktan vazgeçti.

31 Mart Seçimleri sonrası yeniden taş atmaya niyetlendi, yine meyvenin düşmeyeceğini düşünerek taşı Ali Babacan’a verdi. Bakalım, Babacan taşı ne zaman atacak...

Mesele, yeni partilerin kurulması meselesi değildir. Mesele, 2011 yılından buyana “Erdoğan gitti gidiyor” diye bekleyip de Erdoğan gitmeyince gidenlerin neyi hesapladığı meselesidir!

Burada iki şeyi sorgulamamız lâzım: Birincisi, bu gidenler, 2011’den sonra mı ayrıştı, yoksa başından beri ayrı dünyaların insanlarıydılar da farklı sebeplerle mi Erdoğan’ın yanında yer aldılar? İkincisi, kendileri için nasıl bir zemin hazırlandı ki böyle bir adım atmaya karar verdiler?

Bir de, dikkat edecek konular var…

Bu isimleri daha önceki ayrılanlar gibi basite alamayız!

Bu isimlerin, bugün Cumhurbaşkanlığı Sistemi'nin uygulanmasında yaşanan sorunların nedeni olan bürokrasinin üzerinde çok etkileri var. Meselâ bunların fetvacısının dâmâdı Külliye’de çalıştığı hâlde, Erdoğan’ın aleyhinde çok rahat atıp tutabiliyor!

Bunlara çok yakın isimlerin bürokrasinin çok kilit noktasında yer aldıklarını biliyoruz. Ciddiye almayacağız ama işimizi de ciddiyetle yapacağız!

Kendilerine değil, bağlantılarına dikkat edeceğiz!

Son 8 yıldır yaşadıklarımızın devamı ile karşı karşıya olduğumuzu unutmamalıyız.

Hiç pes etmeyeceklerini bilerek, hiç pes etmeden yolumuza devam etmeliyiz!

Yeni yılın ülkemize ve İslâm âlemine hayırlar getirmesi dileğiyle, nice sağlık ve mutluluk dolu yıllara…