Gibi görünmek

Neden varmak değil de düşmek? Kalbimizden zihnimize tesir etmesi ve hatırlatılması gereken o kadar çok şey var ki… Bu noktada düştüğümüzü/düşmüş olma ihtimâlimizi kabul etmiş olmamız, bizim için -en önemli- başlangıç olacaktır.

BİR hikâyeyi kendi kılan nedir? Bu başlıkta çok uzun cümleler kurabilir, konuyu çeşitli kuramlarla açıklayabilir ve çokça örnek verebiliriz. Ancak yitiğimizi küçük bir alanda aramak, odağı kaybetmemek açısından her zaman daha doğru olandır.

Hikâye, onu öykünülenden uzakta, özgü ve özgün kılmakla kendileşir. Öyle gerçekleşir bir hikâye. Hikâyenin karakteri de öyle kahraman olur. Hikâyesi gerçek ve hayatın içinden olan için bu böyledir. İfade, sorunlu bir alana tam da bu cümleyle giriş yapar. Hikâyesi gerçeğin ve hayatın içinden olan... Bu nitelikleri haiz ise, kendi olma mücadelesinde eser de, onun öznesi/kahramanı da zaten gerçekliğini ispat etmiştir. Geri kalan bölümde hemen her anlatı veya yazı, bu hakikatin içinde olmak ya da olamamak mücadelesi verir.

Kimi benzetilerek, kimi benzeyerek, kimi öykünülerek söz konusu bu var olma mücadelesini verir. Ancak gerçeğe ilişkin benzetilme ve benzeme bağlantısı zayıf ise, “benzer gibi görünmekten”, “benzer gibi görünmeye çalışmaktan” kendini alamaz ve nihayette bir adım öteye de geçemez. Bir başka ifadeyle, beğenme arzusu büsbütün beğenilme arzusuna devrolunduğunda, benzeme ve benzetilme bağlantısı da aynı iştihayla zayıflamış olur.

(Bunları görünce, “Yine neler olmuş?” deme olur mu ey can! Malûm hâlimizde içtinap etmediğimiz, geri durmadığımız ve dahası, artık meşru görür hâle geldiğimiz bir husus bu. Dünyada tek kalsa da insan, aslında içine sinmeyen hiçbir şeyi meşru düzlemde görmemeli! Evet, bu gerçekten, birbirimizde görerek meşrulaştırdığımız, içimize sinmek yerine içimizi sindirmeye çalıştığımız günlere geldik. İçinde bulunduğumuz bugünlerin en zor kısmı belki de bu değil mi? Kalabalıkların oluşturduğu gri alanlardan kendimize renkli bir dünya kurma çabası… Hattâ doğrusu, kalabalıkların oluşturduğu karanlık, penceresiz ve kurmaca dünyada kendimize manzaralı bir yer bulma çabası… Öyle ya, manzaramız iyi olursa her şeyi daha çabuk unutur, her şeye daha çabuk alışırız. Zor olanın önüne bir perde daha çeker, öylece kolaylaştırırız.)

Bazen söz insanı, bazen insan sözü, bazen de her ikisi birbirini özler. Kimi vakit de bunlardan biriymiş gibi görünür insana. Birinci olasılığa uğradığı olsa da, vardığımız yerde aslında yolu çoğunlukla bu ikinci olasılığa “düşer” insanın. Bu hâl o noktaya ulaşır ki, “gibi görünmek” durumu, gölgeler üzerinde iz arayışına misâl bir çizgiyi seyreder. İnsan kendi gölgesine karşı bile varlık iddiasında bulunamazken, gölge bahsinde hangi çizgi ve hangi izden içtenlikle bahsedilebilir ki?

(Malûm hâlimizde cevap verilmesi zor bir şey bu. Cevap vermek gerekiyor mu, onu da bilmiyorum ey can! Sahi, bunları okuyor musun, onu da bilmiyorum. Üşümekten kimi kâğıda, kimi kaleme sarılarak ısınmaya çalışan sözlerimin her birini... Aynı yerde misin hâlâ? Cevap da yazmıyorsun artık eskisi gibi. Taşındıysan eğer, onu da bileyim, olur mu? Eğer öyleyse, adresinde kaç zarf birikmiştir şimdi kim bilir... En azından bir ara uğrayıp alsan... Her ne kadar buna imkân olmasa da sözün fiyakasına sığınıp bu bahsi başka bir buluşmaya bırakalım diyebilir miyiz? Bir suskunluk hâlinin, buna da “Pekâlâ!” diye cevap verdiğini duyar gibi oluyorum.)   

Bazen söz insanı, bazen insan sözü, bazen de her ikisi birbirini özler. Kimi vakit de bunlardan biriymiş gibi görünür insana. Birinci olasılığa uğradığı olsa da, vardığımız yerde aslında yolu çoğunlukla bu ikinci olasılığa “düşer” insanın. Zira ihtiyaç hissedemediğimizde varmış gibi davranılmak, yine zoraki borçlandırılıp ödemeye mecbur bırakılmak gibi durumlarla karşı karşıyayız. Bu hâliyle üstünü örtemediğimiz kimi zaman mânâya, karnını doyuramadığımız kimi zaman da -aslında- söze borçlandık.

(Netîce itibariyle vakit yettiğinde boş satırları rahatsız etmeden öylece bırakmayı çok isterdim ey can! Ama her bir yandan kelimeler hep ayağımıza dolaştı. Başkaca nasıl denir? Yola düşmeye hazırlanırken çoğu şeyin yolda düşmem için hazırlandığını bilmiyordum. Bu kadar hazırlığın mehabetli bir düşüş veya gülü bağrında kurutulmuş bir dönüş için yapıldığından da haberim yoktu. Bu yüzden sevemedim kelimeleri yaşamayı sevdiğim kadar. Bu yüzden her birinin kapısını çaldığımda onları rahatsız ettiğimi hissediyorum bu kadar. Yoksa bir öz zuhur ettiğinde kalem sussa kâğıt konuşur. Kağıt sussa bir başka şey... O da sussa bir başka şey...)

Bazen söz insanı, bazen insan sözü, bazen de her ikisi birbirini özler. Kimi vakit de bunlardan biriymiş gibi görünür insana. Birinci olasılığa uğradığı olsa da, vardığımız yerde aslında yolu çoğunlukla bu ikinci olasılığa “düşer” insanın. Öyle ki, bu ikinci duruma uğramak, sözü de, insanı da kararsızlıkta kararlık aramak noktasına çeker. Ekmeden biçmek çoraklığına düşürür. Dahası, emeği yüküyle verilmiş, emeği yüküyle çekilmiş meyveyi bile olgunluğa eremeden dalıyla kırıp bir tarafa bırakabilir.

(Her şeyini binler kez garantiye almaya teşne olanlar, mevzu söze geldiğinde yamalı gözleriyle izansızlıktan, kalemi kılıç tutar gibi tutmaktan ve dahi yaralamaktan geri durmuyorlar ey can! Kimi bu hâliyle çok uzaktayken, yakına türküler yakmakla meşgul. Kimi bir yönüyle çok yakındayken, taşraya övgüler dizmekle meşgul.)

Bazen söz insanı, bazen insan sözü, bazen de her ikisi birbirini özler. Kimi vakit de bunlardan biriymiş gibi görünür insana. Birinci olasılığa uğradığı olsa da, vardığımız yerde aslında yolu çoğunlukla bu ikinci olasılığa “düşer” insanın. Neden varmak değil de düşmek? Kalbimizden zihnimize tesir etmesi ve hatırlatılması gereken o kadar çok şey var ki… Bu noktada düştüğümüzü/düşmüş olma ihtimâlimizi kabul etmiş olmamız, bizim için -en önemli- başlangıç olacaktır. Kısa yolların hayatımızı kuşattığı malûm ahvalimizde düştüğümüz ikinci olasılığın kısa yoldan yükselmek için bir tuzak olduğunu da bilmek lâzım gelir. Bu nedenle yola çıkma niyetinin ve ahvalinin sorgulanarak canlı tutulmasına ve doğru pusulanın doğru şekilde takibine her vakit ihtiyaç bulunmaktadır.

(Kalemi ne için elime almıştım, oysa neler yazdım ey can! Kim bilir, belki de bu yüzden mektuplarım adresine ulaşmıyor. Kim bilir, belki de sözlerimiz ve yazdıklarımız -özünden kurtaramadığımız zaman ve anlam kaymaları- karşılık bulacağı muhataplarını bu yüzden karıştırıyor. Kim bilir...)